25 Kasım 2010 Perşembe

Süzülmüş Gün Işığı



Hey Tanrım! Ben hepsini unutmuşum. Kırk sekiz yıllık ömrümü de, ömrümün yarıdan çoğunu dolduran memurluk hayatımı da unutmuşum. Unutmuşum, bu odadan gelip geçenlerin yüzlerini, seslerini… Ya da anımsamayı gerekli görmemişim, Bilmem ki niçin… Öyle işte. Oysa Yenidoğan’la Bakanlıklar arasındaki uzun yolu, sabahlı akşamlı yürürken düşünecek şey gerekiyor insana. Eski günleri asfaltın üstüne çize çize yürüdüğüm zamanlar, bir buçuk saattan biraz daha çok çeken, yol kısalıyor gibiydi. Sabahın serinliği sırtımda, kendimi bakanlığın kapısı önünde buluyordum. Demek eski arkadaşları, seslerini, konuşmalarını, kalem tutuşlarını, gülüşlerini unutmamışım. Gelgelelim bu beklenmez yaratığı getirip karşımdaki masaya oturttukları dakikada bunların hepsi silindi belleğimde. Sanki eski bir betiğin ilk cildini kapamışım da ikinci cildine hazırlanmışım gibi, öyle bir ferahlık, mutluluk doldu içime.

Pek ahım şahım da güzel miydi? Ölçülerimi de yitirmiştim belki. Hiç bir yerini, hiç bir kadınınkine benzetemiyorum. Hoş, daha geldiği günün akşamı da bundan vazgeçtim. Sonra sonra, ucuz ketenden yapılıp da ezilmiş, örselenmiş olduğunu ayırt ettiğim, belki de hafifçe kirli, az nemli küçük karelerin yan yana gelmesinden meydana gelmiş rubası, yaka yönünden biraz bolcanaydı derim. Makinenin üstüne eğilmeden de bir yanı, dur bakayım, sol yanı belli belirsiz kabarıyordu. Öyle derisinin biraz daha ilerisi, aşağısı, noktalı ışığı alıveriyordu. Gözlerinin üstüne de, kaşına da, kalın, enli boyalar sürüyordu. Bu boyanın fabrikasında, onun için yapılmış olacağını yüz kere düşündüm. Öylesine ki, onu boyasız düşlemek elde değildi. Bu yüzden boyalı olduğunu da aklıma getiremiyordum. Bönlüğümden mi? diyelim, dudaklarının boyasını istediğim zaman siliyor, istediğim zaman yeniden sıvıyordum. O da bir parlak, bir kızıldı ya, gövdesinden ayrıt edilebiliyordu.

Bilmem kimin, daire müdürüne, kim bilir hangi yolla gönderdiğini söyledilerdi. Günlerce sözü edildi; kulak kesilip dinledim de. Dedim ya, gereksiz sigara dumanları gibi tümü siliniverdiler; kısa sürede. İlk günü daireden çıkıp evin yolunu tuttuğum dakikaları ömrüm oldukça unutamayacağım ama. Bu ha? Bir kuyunun dibinden bol sularla taşarak yeryüzüne, gün ışığına çıkmışım, ben ha? Karımın, zorlana zorlana yanak çukurlarına yapışıp kalmış, o tatlı gülümseyişi… Okullarından döner dönmez tulumba başında gıcır gıcır ayakları, elleri, enseleri yıkanan çocuklarımın takunya tasmalarından sarkan beyaz parmakları… Alçacık, yer yer morarmış ama, ak sıvası taptaze tavanlarımız… Ne kerte yorgun olsanız da, nice sinirli, öfkeli olsanız da, hemen ense kökünüzden terli sırtınıza akıveren o billur soluklu pencereler, perdeler, saksılar. Hayır, bir sandık kapağı kapanmış, yeni yeni bir kapaklar, bir dolaplar, bir sokaklar açılmış.

Tam da karşımdaki masaya oturtmuşlardı. Gözünü uzun uzun kucağında, yumruğunda tuttuktan sonra, kaldırıp bana baktı. Yola çıktığım sıra düşündüm bu bakışı da. Düz yoldan gitmeyi sıkıntılı buldum. Geniş caddeden vurup Cebeci’yi tutsam, sonra Ulucanlar’ı yukarı doğru sürüp Atpazarı’ndan park yoluyle Bentderesi’ne insem… Rüzgâr da bana yoldaş, kıpır kıpır çenemde oynar. Ayakkabılarım hiç ağır gelmiyor artık. Topuğu vurmuyor, bağları da gevşemiyor. Birtakım dağ deliklerinin içinden gün boyu, ömür boyu taban teperek, binde bir ışıyıveren dar mazgalları bekle babam bekleyerek, kaplumbağalar gibi mi yaşıyoruz biz, dininizi severseniz? Bir açılsın şöyle doruklar, bir yıkılsın yükler, çözülsün ipler… Ohh! Söylemesi güç de inandırması daha güç, belki de yolu yok. Burnumdan kalem odasının kokusunu silip almasın diye o rüzgârdan, o annece sıvazlayıştan da vazgeçerdim. Yanımdan yöremden sıra sıra akıp giden insanların sayısından, sesinden adamakıllı kurtulmuştum. İyiden iyiye duyuyordum ki şehirden de, sokaktan da kurtulmuştum. Birisine çarpmamak için denge kurmaktan öte, her türlü düşünceyi de atmıştım kafamdan. Böylesine tüy bir gün, bir saat, bir soluk daha yoktu belleğimde. Nasıl olurdu da bu benzersiz gölgesiz yaratık, yılların tozuyle bunalmış o kalem odasına düşerdi? Tanrı benimle eğleniyor muydu yoksa! Bir geldi; serçe kuşları etlice butlarını nasıl çukurlaştırarak yandaki dala uçarlarsa, öyle aktı şefin masasına doğru. Şef de onu aldı, yarı yola kadar yürüyüp masasını gösterdi. Ne olduysa o zaman oldu işte. Dar, o daktilo sandalyeleri… Ama bunun için sanki genişlemiş, çukurlaşmıştı. Makinenin silindirinden belki biraz daha kalıncaydı beli. Öyle, bir sıkımlık. Şaşıracaksınız ya, aklıma ilk saldıran düşünce, o belin kasnağında bağırsaklar nasıl barınır; karaciğer ne eder; dalak, işkembe nice sığışır; burasını düşündüm. Kavrulmuş bozkırların ortasında bir çalı, kök çalı, günün birinde düşünmek çabasına tırmanırsa, kesin, benden ayrıntısı olmaz. Kökünü topraktan çekmeye uğraşsın istediği kadar, çırpınsın kuzey rüzgârının önünde; boştur. Nedir; üçüncü gününü süren sakalım bile o akşam, o akşam hani, avuçlarıma yapışmıyor. Seyrek saçlarımın her kılının Samanpazarı esintisinde pır pır ettiğini duyuyorum. Hem vallah, hem billah! Ellerim paltomun ceplerinde, bir avcumda ufak paralar, ötekinde sıcacık, kocaman kapı anahtarı. Sabahlı akşamlı taksilere binenler acep yaylı, böyle hafif, böylesine oynak mı olurlar? Bir küçücük meşin çantası var. İkide bir açar; beyaz güller gibi tomurmuş mendiller çıkarır; burunlarını, gerdanlarını siler. Bir kez daha bakardı yüzüme. Sanki “o sana yeter!” demek istedi. Yetmedi mi sanki? Parklarda, ıslak sıraların üstünde oturdum. Oturdum da donuk akşam güneşine batmış kuru dalların nasıl da güzel, güzellemesine güzel, ömrümde ilk olarak güzel olduğunu seziverdim. Dokuma gömlek de terden karnıma yapışıp kalmıştı, o ayazda. Ama karnım hiç yok, çöküvermiş. Sinema oyuncularının kaburgaları altında göbekleri nasıl çukurlaşıveriyorsa, benimki de öyle. Eriyivermiş. Tığ gibi kalkmışım sıradan… Yolun gittikçe kısalmasından üzgün, insanlara doğru yaklaşmaktan umutsuz, Dağ mahallesinin dar asfaltına vurmuşum.

O kurşunî, kirli duvarla, perdeler gibi havaya kalktı da, pembemsi bulut rengi tüllü çitler indi odaya. Ter kokulu üç kadınla terlik gibi eskimiş dokuz arkadaş, birbirimize sokulduk derim. Öylesine yılmışız. Bize onca yürek vermeye uğraştı ya, yatışabilir miyiz? Pörsümüş davul gibi püf püf eden ikinci mümeyyizimiz de ertesi gün teslim oldu. Bin yıl yaşasam orada, o hokkanın başında, o kara ciltli defterin içinde, rezil olmayacağımı bilsem, benden iğrenmeyeceğine aklım kesse, yerinmem. Yok saydırırım kendimi; paspas olup serilirim. Tek, saat başında bir, o da kaçamak, yakasının kabarık yanına bir bakayım…

Gece yarısına doğru varmışım eve. Kadın lambayı kısmış, patiskanın arkasında, fesleğenin gölgesinde, bekler. Çocuklar yatmış. Köşedeki mangalın külünde tıkır tıkır edip durur yemeğimiz. Bir tatlı karı bu, bir usanılmaz insan; bitirir. Koparıp koparıp getirmişler, üfleyip püfleyip temizlemişler, gülleyip takmışlar buna. Nasıl da ben getirmeden o geliyor buraya? Nasıl da esintileriyle karşıladı beni, sokak kapısından. Yaka aralığı da öyle, yanak çukuru da. Beli? Kokular içinde, utancımdan geri geri çekilerek, yaratığın belini düşünüyorum. Bağırsaklar, işkembe, karaciğer, belki de dalak, yürek, mide… Acep onların derisi de öyle peripembe midir! Kuş yumurtası kadar mıdır midesi, beyaz ipekten kaytanlar gibi midir bağırsakları!

Çocukların takunyaları kapı ardında dizili. Bizimki de bu akşam alacalı peştemal atmış başına. “Caddeye kadar indim de sana baktıydım…” diyor. İki de bir yüzüme bakıp bakıp “Sende bir hal var, içtin mi yoksa?” Ona anlatmayı nasıl da isterdim. Nasıl gönlüm çekti, ona başından sonuna kadar anlatmayı. Anlatmadım. Belki sabah ışırdı, horozlar öterdi. Belki pencereleri de açıp Yenidoğan’ın o ısırıcı yelini göğüslerimize çekerdik. Kim bilir nasıl kokardı, selvi süzgecinden süzülüşü. Bütün gün bitmezdi öyküm. Bütün hafta bitmezdi. Anlatmadım.
Yattık.

Bir güzelliği yoktur yün yatağımızın. Babacığım da bu yatakta dinlendirmiş sırtını. Ama sıcaklık derseniz, iliklerine sinmiştir. Karımı içine alır da yetinmez; o canlı ekşiliğini sulandırıverir, eritir. Üç çocuğu kalça kemiklerinin arasında besleyip yetirmiş insan diyemezsiniz ona. Kolları koltuklarına doğru yumrulaşır, sertleşir, nemlenir. Vazgeçmek aklımızın kenarından da geçmez. Nidersin ki, süzgeçlerin altında kıpranmaya gücün olmaz. Sabahı düşünürsün. Yol boyu kavaklar, ayaza meydan okuyan iğdeler, kerpiç duvarlar, canlanıp kalkınmak için beni beklerler. İnsanlarla böcekler, ayak tırnaklarını bileyerek, çapak söküp dirsek dikerler; ben geçeceğim diye. Ta ötelerde, kim bilsin hangi apartmanlı yolların gölgesinde, o da daireye doğru yürür. Bunu bile bile uzatma sıtmasına tutulursun da; bu kez İncesu deresinin yosunlu izini sürdürme tutkusuna düşersin. Daha geç varmanın sıvı, lekeli tadını içirdin mi iliklerine; dünyalar senindir. Benim! Gayrı ondan kesik, ondan uzak, onunla ilgisiz semtlerin adamı olurum. Ya da kulu kölesi. Zincirlere çakılı yaşamanın, yürümenin, sonra da varıp çökmenin baygınlığı. âdem babamız gibi beni de bin yıl yaşatsa, yeğ! Söküm söküm atkestanelerinden süzülüp gelen gün ışığı, birkaç dakika içinde, bir gür saksıyı havalandırmaya yeter de; ondan bana doğru vuran kalorifer ısısının mucizesine bir türlü erişemez.

Karım, birbirine ilikli günlerin dikişini çözmeyi, tam kendine yakışır olgunluk içinde, olduğu yerde bırakıverir; gece yarılarından sonra çorap yamama oyalantısına dalar. Gözü kaymaz mı bana? Çocukları, tulumba başından telâşla çekip sandık odasında doyuruvermesinin sonra da şiltelerine gömüvermesinin hikmeti ne ki? Selvilerden süzülen ay ışığı değil artık, gün ışığı. Bilip duruyor. Kanatlarını dışarlara karşı gererek, insanı çabucak huylandıran oyunlarına usul usul başlıyor. Anlatacağım ona. Kime anlatabilirim başka? Çaylakların, saksağanların, belki de kırlangıçların, sapanlardan, ökselerden ürkmeden, “Şimdi geçecek, kıpırdamayın yavrularım!” gibilerden, benim yoluma baktıklarını kimler, nasıl anlarlar? Vazgeçemeyeceğim tek insan, nasıl da bunalmış, yıkılmış dakikamda beni bulup, “çorabını çıkar, topuğu açılmış gene…” diyebilir. O beni bitirir işte, topuğuma bakan o kadın beni yer. Bütün dünyanın daktiloları, noktalı tenlerinin korkutucu ışığını açarak üstüme saldırsalar, topuğumdan beni yakalayacak, sökecek, götürecek olan, o!

Yarı karanlıkta, kavakların ışığını gözlerimize sindirerek, karşı karşıya oturuyoruz. Bu ot yastık da bu akşam ne kadar yumuşak? Sabah olsa da manavlar, “Uğurola ağabey!” gibilerden, mutluluğumu trafiğe vursalar! İskeletim kıpırdıyor: Sabah olsa da ekmekçiler, sandıklı beygirlerini durdurup “İyi günler komşu!” diye, biraz da yılışıkçasına, güneşin süzmelerine yol açsalar! Kirli kedilerle köy boynundan nafaka aramaya çıkmış uyuz köpekler, iki yana dizilip “Yolun açık olsun, mutlu adam!” diyesiye, kuyruklarını sallasalar!

Anlatamadım. Onu sıyırıp başkasına, beni anlaması için yalvarmak da geçti aklımdan, yalvaramadım. Ot yastığa, daha bir rahat, daha bir bezgin diyelim, suların yüzüne upuzun serilip uzanır gibi yaslandım. İçimin içinden Yaradan’a kısık kısık haykırdım: Şükürler olsun sana!

(*) Türk Dili, Ağustos 1961, Sayı: 119′dan, Türk Dili Dergisi Türk Öykücüğü Özel Sayısı: 286, Temmuz 1975, ss. 334-338


...alıntıdır...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder