20 Aralık 2011 Salı

Hamsinin Kitabı "Hamsiname"

Buğulamasından turşusuna, pilavından çorbasına kadar binbir çeşit yemeği yapılan hamsinin kitabının da yazılmış olduğundan bilmem haberdar mıydınız?

Kitabın adı "Hamsiname"dir. Hammamizade İhsan Bey'e aittir. 1928'de yayınlanmıştır ve konusundaki tek örnektir.

Hammamizade İhsan Bey, Divan Edebiyatı'nın "divan sahibi" son şairiydi. Aslında daha sonraki senelerde de divan oluşturabilecek kadar eser vermiş şairler çıkmıştı, ama, eski harflerle basılan son divan İhsan Bey'e ait olduğu için "son divan şairi" ünvanını almıştı.

 1885'te Trabzon'da doğdu, 1948'de İstanbul'da öldü. Gazetelerde çalıştı, okullarda öğretmenlik yaptı ve çok sayıda da kitap yayınladı. Ama edebiyat tarihimizdeki yerini şirleri yahut makaleleriyle değil, hamsi hakkında yazdığı ve konusunda dünyada tek örnek olan "Hamsiname"si sayesinde sağladı.

İhsan Bey, 1928'de yayınladığı Hamsiname'sine hamsi ile uzaktan yakndan ilgili olan herşeyi koydu. Kitapta hamsinin anatomisinden avcılığına, nakliyatından kurutulmasına, müziğinden halk oyunlarına, yemeklerinden o zamanın üretim istatistiklerine, hamsi hakkında yazılmış şiirlere, hamsi gübresinin yapılmasına ve o zamanın önde gelen balıkçılarına kadar hemen herşey vardı.

Aşağıda, bugün sadece mezat salonlarında rastlanan nadir bir kitap olan Hamsiname'deki şiirlerden biri, Salim adında bir halk şairine ait olan "Hamsi Koşması"nın bazı dörtlükleri yeralıyor:

"Bir yıl görünmezsen artar kederim
Yetiş imdadıma imanım hamsi
Yüzünü görünce bayram ederim
Sen olursun benim kurbanım hamsi
Maraza uğrarım hamsi demezsem
İçerim tutuşur hamsi yemezsem
Üstüne bir varil peklemezsem
Çıkar asumane (göklere) dumanım hamsi
Kuyruğun tutarım merdoğlu merdim
Olsa da bir batman pişirip yerdim
Çok yiyip içinde artarsa derdim
Olursun derdime dermanım hamsi
Salim, hamsi yerim ben seve seve
Kamyonet yüklerim yetmezse deve
Düşürdüm mü seni bir gece eve
O gece keyfimden şadanım hamsi"

Kaynak: Mehmet GÜNTEKİN (HaberTürk Tarih - 15.Mayıs.2011 - Sayı:51)

Amerikan Gemisini Zorla İstanbul'a Götürdüler



Amerika, 1796'nın 4 Kasım'ında Trablusgarb'ın, 1797'nin 28 Ağustos'unda da Tunus'un Dayıları ve Beyleri ile anlaşmalar imzaladı. Trablusgarb ile varılan anlaşma uyarınca, Amerika tarafı Trablusgarb beyi Yusuf Paşa ile Paşa'nın divanına Amerikalı esirlerin iade edilmeleri kaerşılığında 40 bin İspanyol doları ödüyor, Trablusgarb'ın ileri gelenlerine altın ve gümüş saatler, elmas yüzükler ve pahalı kumaşlardan yapılmış kaftanlar vermeyi taahhüt ediyordu.

III.Selim'in hükümdarlığı sırasında imzalanan ve Türkçe olan bu anlaşmanın ilginç taraflarından biri de, besmele ilebaşlayan metnin hemen girişinde "Bu belge dünyanın hakimi, dnizlerin ve karaların hükümdarı, kralların efendisi, sultanlar sultanı, imparatorlar imparatoru, Sultan Mustafa Han'ın oğlu Sultan Selim Han'ın dikkatli nazarları altında imzalanmıştır. Allah, O'nun hükmünü daimi kılsın" şeklindeki ifadenin yeralmasıydı ve bu ifadeler, metni Türk tarafının dikte ettirdiğini göstermekte idi.

Amerika, "Garb Ocakları" vergisini 19. asrın ilk çeğreğine kadar ödemeye devam etti. Ama bu mükellefiyetten daha sonra güç kullanarak kurtuldu.

1800 yılının Eylül'ünde Amerikan hükümetine ait George Washington gemisi yıllık vergiyi ödemek üzere Cezayir'e gitti. Dayı, bağlı olduğu Osmanlı padişahına bir jest yapmak istedi.

Geminin kaptanı, William Bainbridge idi. Dayı, geminin, kendi elçilik heyetini İstanbul'a götürmesini istedi. Kaptan ve konsolos buna yetkileri olmadığını anlatmak istedşilerse de başaramadılar. Dayı, ısrarcıydı. Hatta, Amerikalılara talimatını yerine getirene kadar gemideki bayraklarını indirmelerini ve kendi bayrağını çekmesini emretti. Amerikalılar çaresiz kaldılar ve hükümetlerine "İstanbul'a gitmeye mecbur kaldık" dediler.

17 Ekim'de yola çıkan gemi, 11 Kasım'da İstanbul limanına girdi. Elçilik heyeti, padişaha hediye olarak 100 zenci köle, 60 cariye, 4 at, 150 koyun, 25 sığır, 4 arslan, 4 kaplan, 4 antilop, 12 papağan, elmaslar ve para da getirmişlerdi.

Cezayir'li Türk korsanları, 18. yüzyılda ABD'ni haraca bağlamışlardı. Amerika'nın, bu haraçtan kurtulmak için, ülke dışında kurduğu ilk filo 6 gemilik bir Akdeniz Donanması idi. Bu filo Amerikan ticaret gemilerini Türk korsanlardan korumak için kurulmuştu ve Amerikalılar bugün Akdeniz'de dolaşan gemilerine "6. filo" adını vererek bu anıyı hala yaşatıyorlar.

Kaynak: Nezih UZEL (HaberTürk Tarih - 15.Mayıs.2011 - Sayı:51)

11 Aralık 2011 Pazar

Damalı Dolmuşlar



Ülkemizde ilk dolmuşlar, İstanbul’da 1930’ların başında ortaya çıktı. Taksi şoförü Civan Ali’nin önderliğinde başlayan uygulamada ilk hatlar, Taksim-Karaköy, Şişli-Pangaltı, Fatih-Beyazıt, Sirkeci-Karaköy’dü. 1931’de araçlara sarı-siyah damalar çizildi.
 
Kaynak: Tarih Kulübü

ABD'de Köleliğin Kaldırılması



ABD’de kölelik yüzünden çıkan iç savaşın sona ermesinden sonra ABD anayasasına 6 Aralık 1865’te köleliği yasaklayan düzenleme 13. Madde olarak eklendi. Köleliğin kaldırılmak istenmesi ABD’de iç savaşa neden olmuş kölelik karşıtı olarak biline ABD başkanı Abraham Lincoln’de bir suikast neticesinde öldürülmüştü.

Kaynak: Tarih Kulübü




Semerci Ölünce Sevinen Eşekler



Köyün yaşlı semercisi Bekir Usta ölmüştü. Tüm eşekler köy meydanında toplandılar, tepinmeye, oynamaya başladılar. Yaşlı, hasta bir eşek duvar dibinde düşünüyordu. Ona geldiler:
- Haberin yok herhalde, semercimiz öldü, dediler.
- Ne olmuş öldüyse?
- Artık sırtımız yara bere olmayacak, özgür olacağız!
- Nasıl bir özgürlükmüş bu?
- Semerci olmayınca artık sırtımıza semer yapılmayacak, kırda bayırda istediğimiz gibi dolaşacağız...
Yaşlı eşek gülmüş:
- Şaşarım aklınıza, demiş. bugün sevinçle tepineceğinize, aslında yas tutmalısınız. Bekir Usta iyi kötü sırtımızın ölçüsünü biliyor, bizi rahatsız etmeyecek semerler yapmaya çalışıyordu.Yarın bir acemi semerci getirirler, sırtınız yaradan kurtulmaz. iyisi mi, siz semerciden değil, eşeklikten kurtulmanın yolunu arayın. Eşek kaldıkça, sırtınıza bir semer yapan bulunur.

Kaynak: Nesil

İyi Yöneticiye Sahip Olmanın Yolu

Günlerden bir gün, Fatih Sultan Mehmed, İstanbul esnafını dolaşmaya çıkar. Sıradan bir Osmanlı gibi bir bakkala dalar. Maksadı tartıda hile yapılıp yapılmadığını yerinde tesbit etmektir. Bir sürü şey ısmarlar.Bakkal istenenlerin ancak yarısı kadarını verir. Padişah merak içinde sorar:
- Bütün ısmarladıklarımı neden vermiyorsun.
Bakkal, başını iki yana sallayarak şu cevabı verir:
- Bugünlük evlad-übiyalimin nafakasını temin ettim. Diğerlerini komşu bakkaldan alınız. O da nasiplensin. Az önce siftah etmediğini söylüyordu.
Gözleri yaşaran padişah, yandaki bakkala girer. Birkaç şey aldıktan sonra, ondan da benzer sözler işitir:
- Efendi, birazda komşu bakkaldan alınız. O da çoluk çocuk besliyor. Benden aldıklarınız bugünlük bana yeter.
Ve padişah bu anlayışta insanların hükümdarı olduğu için Allah'a şükür ede ede sarayına döner. Elbette bu milletin ordusu da kendisi gibi olacak ve "mutlu asker" diye anılacaktı. Elbette böyle bir milletin yüreğine kriz falan uğramayacaktı. Unutmayalım ki "iyi yönetici"ye sahip olmanın yolu, iyi yönetilmeyi hak etmektir.

Kaynak: Nesil

20 Ekim 2011 Perşembe

Patricia Bath - Lazerli Katarakt Tedavisi



4 Kasım 1942 Harlem, New York doğumlu Amerikalı bir göz doktoru ve mucittir. Rupert ve Gladys Bath'in kızıdır. Babası Trinidad'lı bir göçmen gazete köşe yazarı ve tüccar denizcidir. Patricia Bath, anne babası tarafından akademik kariyeri için teşvik edildi.

İlk Afrika kökenli Amerikalı kadın doktordur. Bath'den önce hiçbir siyah kadın, oftalmoloji alanında, New York Üniversitesi ve UCLA Tıp Merkezi'nde cerrah olarak görev almamıştı.
Emekli olduktan sonra 1993 yılında UCLA Tıp Merkezi onursal personeli seçildi. Howard Üniversitesi Tıp Okulu'nda profesör olarak görev yaptı. 

1986 yılında Lazerli Katarakt cihazı araştırmalarını tamamladı ve 1988 yılında patentini aldı. 4 patent sahibi ve aynı zamanda Körlük Önleyici Amerikan Enstitüsü'nün (Washington DC'de) kurucusudur. Onun icat ettiği Lazerli Katarakt tedavisi dünya çapında kullanılmaktadır. 4 patentten 3'ü Laserphaco Prope ile ilgilidir. 2000 yılında da, katarakt tedavisinde ultrason teknolojisi için patent almıştır. Pek çok ödüle sahiptir.

Kaynak: Wikipedia

Mary Walton - Lokomotiflerde Ses Kirliliğini Önleyici Sistem



19. yüzyıl sonlarında yaşamış Amerikalı bir kadın mucittir. Walton, 1879 yılında fabrika bacalarından yayılan dumanın çevresel tehlikelerini azaltmak için bir yöntem oluşturdu. Walton'ın sistemi şöyleydi: Su tankları aracılığıyla üretilen baca emisyonlarının bükülmesiyle, kirleticileri şehir kanalizasyon sistemi içine adapte etti.

Aynı zamanda Mary Walton, bu yolla lokomotiflerin ses kirliliğini önleyici sistemi ilk tasarlayan ve üreten kişi olmuştur. 1880'li yıllarda Walton, lokomotif gürültüsünü azaltmak için, parça pamukla kaplı ve daha sonra kumla dolu bir ahşap kutu (beşik) ile sağlam bir nemlendirme sistemi buldu.

Kaynak: Wikipedia

Hiç Dost, Dostunu Öldürür Mü?



Ölüm vakti gelip karşısında Hz. Azrail'i (a.s.) görünce Hz. İbrahim (a.s.) biraz nazlandı:
- Ey Azrail! Hiç dost, dostu öldürür mü?
Azrail (a.s.), nasıl bir cevap vereceğini bilemedi Allah dostuna. Zira vazifesi boyunca hiç böyle bir soruyla karşılaşmamıştı. Çaresiz bir halde Rahman'ın huzuruna döndü ve medet istedi...
Alemlerin Rabbi:
- Git ona ve sor bakalım, dedi. Hiç dost, dosta kavuşmaktan kaçınır mı?
Azrail'den (a.s.) bu nefes kesici cevabı alan İbrahim (a.s.) mest oldu. Ve dedi ki:
- Ey Azrail! Elini çabuk tut. Dostu dostuna bir an evvel kavuştur.

Ölüme bile böyle baktığımızda nasıl da rengi değişiyor. Güllük gülistanlık oluyor. Demek ki temelde hadiselere bakışımız, başımıza gelen bela ve musibetlerin de rengini böylesine değiştirebilir. Velhasıl hayat yolculuğunda herşey güzelleşir; ya bizzat veya sonuç itibarıyla...

Kaynak: Nesil

Cizye


Eskiden İslâm devleti içerisinde yaşayan ve Müslüman olmayan erkek vatandaşlardan alınan vergi. Cizye, Müslüman olmayan erkeklerin can, mal ve özgürlüklerinin korunması karşılığında koruma bedeli olarak yılda bir kez alınırdı. Bir İslâm devletinde yaşayan Müslüman olmayan erkek, İslâm’a girerse cizyeden kurtulurdu.

Cizye ilk kez İslâm devletlerinde ortaya çıkmış bir vergi değildi. Cizye esk
i çağlardan beri vardı. Yunanlılar, Milâttan önce beşinci yüzyıl sıralarında Fenikelilerin saldırılarından korunmak karşılığında küçük Asya sahillerinde yaşayan halklardan cizye almaktaydılar. Romalılar da egemenlikleri altına aldıkları kavimlerden cizye almışlardır. İranlılar da yine egemenlikleri altında bulunan halktan cizye alırlardı.

Müslümanlar açısından cizye, ilk kez Hz. Muhammed tarafından konulmuştur. Hz. Muhammed cizye verecek olanlara yaptığı anlaşmalarda, durumlarına göre cizyenin miktar ve şeklini belirlemiştir. Hz. Muhammed döneminde belirlenen cizye miktarı, Hz. Ebu Bekir’in halifeliğinin sonuna kadar devam etti. Hz. Ömer halifelik makamına geçip de İslâm fetihleri geniş bir alana yayılınca, cizyenin miktarı belirlendi.

Cizye, Avrupalıların gözlerine çok batan bir vergi olduğu için, Osmanlı Devleti, Tanzimat’ın ilânından sonra ilk iş olarak cizye vergisini kaldırdı ve bu verginin patrikhaneler eliyle cemaatleri adına toplanmasına karar verdi.

İslâm hukukunda cizye iki türlüdür. Barış yoluyla konulan cizye: Bunun miktarı, anlaşma esaslarına göre uygulanır. Taraflar tek yanlı iradeyle cizyenin miktarını değiştiremezler.

İslâm devleti tarafından doğrudan doğruya konulan cizye: Müslümanlar kendi güçleriyle bir düşman ülkesini ele geçirirler ve Müslüman olmayan halkını yurtlarında “tebeaa” olarak bırakırlarsa, bunlara miktarı İslâm devletince belirlenen cizye vergisi konulur.

Cizyenin bir kimseden alınabilmesi için bu kimsenin akıllı, hür, sağlıklı, erginlik çağına ulaşmış erkek olması şarttır. Bu nedenle akıl hastaları, bunaklar, çocuklar, kadınlar, köleler, kör ve topallar, çok yaşlılar, yıl içinde altı aydan fazla bir süreyle hasta olanlardan cizye alınmazdı. Çünkü cizye, savaşmaya durumu uygun olan Müslüman olmayan erkeklere ait bir yükümlülüktür.

Cizyenin miktarı, yükümlülerin ekonomik durumları dikkate alınarak belirlenir. Geçmiş devirlerde devlet tarafından konulan cizyenin miktarı için yükümlüler zengin, orta hâlli ve fakirler olarak üç sınıfa ayrılmıştır. Bu sınıflardan gelir durumlarına göre cizye alınmıştır.

Kaynak: Tarih Kulübü

Marcus Junius Brutus (MÖ 85 – MÖ 42)



Marcus Junius Brutus (MÖ 85 – MÖ 42), veya Quintus Servilius Caepio Brutus,Romalı askerî ve politik lider. Roma Cumhuriyeti diktatörü Julius Caesar'a bağlıydı.

Senato kariyeri
 MÖ 49 yılında Pompey ile Caesar arasında bir savaş patladı, Brutus bu savaş sırasında senato konsülü Pompey'in tarafını tuttu. Caesar savaş sırasında kendi subaylarına Brutus'u kulubeye kapatılm...a konusunda emir verdi. Savaşı Caesar kazandıktan sonra Brutus özürlerle dolu bir mektup göndererek af diledi. Buna karşılık Caesar kendisini bağışladığını bildirdi. Brutus'un Caesar'a bağlılığını bildirmesi ile Caesar kendisine üst düzey yöneticilik verdi.

Caesar'ın yönetimi sırasında, birçok senatör Caesar'ın güçlenmesinden ve tüm gücü elinde bulundurmasından korkmaya başladı. Bu senatörlerden Brutus, Porcia ve diğerleri MÖ 44'te Caesar'a karşı hareket etmeyi kararlaştırdı.

Caesar'ın komplo ile ölümü

Komplocular ilk komployu mart ayının ortasında yapmayı planladılar ama Caesar planlanan günde senatoya gitmedi. Çünkü Caesar'ın eşi onu senatoya gitmemesi yönünde ikna etmişti. Fakat Brutus kararlıydı ve Caesar senatoya gelene kadar bekleyecekti. Caesar sonunda senatoya geldi ve gelir gelmez Caesar'a saldırıldı. Caesar ilk atağı karşıladı; ama diğerlerine karşı koyamadı. Yüzüne ve vücuduna aldığı darbelerle senato içinde öldü.

Suikastten sonra Brutus bir ikilem arasında kaldı, eğer Caesar tiran ilan edilirse yaptığı hiçbir şey geçerli sayılmayacak aynı şekilde kendi senatörlüğü de düşecekti. Karşı tarafta ise eğer Caesar tiran ilan edilemezse, kendisi ve arkadaşları katil ilan edilecek, ancak kendilerine genel bir af çıkarıldığı takdirde kurtulabileceklerdi. Brutus Caesar'ı tiran olarak ilan edemedi ve Roma'yı terk etmek zorunda kaldı.


Suikast sonrası
MÖ 43'te, Octavian, Roma senatosunun konsolu olduktan sonra Caesar'a suikast düzenleyenlerin hepsinin Roma'nın düşmanı olduğunu ilan etti Brutus toplam 17 lejyonu ile Roma üzerine yürümeye başladı. Octavian ve Marcus Antonius toplam 19 lejyonla ona müdahele etti ve savaş sonunda Brutus kaybetti.

Savaş sonrası elinde kalan 4 lejyonla yakındaki dağlara saklandı. Onu takip eden Marcus Antonius tarafından yakalanacağını fark ettiği zaman intihar ederek kendini öldürdü.


Kaynak: Tarihi Karakterler

25 Eylül 2011 Pazar

Matrakçı Nasuh Kimdir?


Kanunî Sultan Süleyman döneminde Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa ailesinin bir üyesi olmuştu artık. İşte o parlak dönemde bir Türk minyatür sanatçısı çıktı ortaya ve eserlerinde Doğu ile Batı’nın buluşmasını sağladı. Adı, Matrakçı Nasûh’du...

Bir gerçek var ki, o da Matrakçı Nasûh’un Rönesans İtalyası’nın seçkin evrensel aydınları gibi çok yönlü biri olduğu. Tarihçi, matematikçi, hattat ve ressam olmasının yanı sıra, aynı zamanda bir silahşör ve sporcuydu. “Matrakçı” dendi ona, çünkü o, matrak oyununu bulan kişiydi... Yani tahta, kılıç ve kalkan yerine, yuvarlak yastık kullanılarak yapılan, zarif dans adımlarıyla bir tür eskrim karşılaşmasının... Nasûh bu oyunda öyle ustaydı ki, 1529’da Kanunî bir fermanla onun matrak oyununda tek ve eşsiz olduğunu belirtmişti.

MİNYATÜRLERLE KENT PLANLARI

Bizi burada asıl ilgilendiren, Nasûh’un topoğrafik minyatürleri. Matrakçı Nasûh’un eserlerinin kiminde kuş, tavşan gibi hayvanlar yer alsa da hiçbirinde insan yoktur. Kent minyatürlerinde çok usta olan sanatçı, eşsiz teknik ve yöntemiyle yepyeni bir tür yaratmıştır. O kadar ki, onun minyatürlerinde bir kentin binalarını tek tek görmek, çevresindeki doğa ve bitki örtüsünü incelemek mümkündür. Bunları bir plan gibi kuş bakışı yaparken, aynı zamanda bir resim gibi cepheden de göstermiştir.

Onun minyatürlü dört tarih kitabından en önemlisi, Kanunî Sultan Süleyman’ın 1534-35’teki 1. İran-Irak seferidir... Ordunun İstanbul’dan önce Bağdat’a, sonra Tebriz’e gidişi, dönüşte de Halep, Eskişehir üzerinden İstanbul’a varışı resmedildiği gibi, yolların üzerindeki tüm kentler de eserde yer almıştır. Bu eşsiz eserin tek nüshası, şimdi İstanbul Üniversitesi Kitaplığı’nda bulunuyor.

BAŞTAN BAŞA İSTANBUL


Nasûh’un iki sayfa üzerine yaptığı İstanbul minyatürü ise başlı başına bir şaheser... İstanbul, Galata ve Üsküdar’ın küçük bir bölümü olmak üzere üç kesimde gösterilen şehrin bina, bahçe, meydan, külliye ve sarayları yer alıyor minyatürde. En önemlisi, günümüze kalmayan yer ve binalarla ilgili bilgileri, burada ayrıntılı olarak bulabiliyor olmamız. Örneğin Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’da yaptırdığı ilk saraydan günümüze tek bir iz yok. Oysa Nasûh’un minyatüründe, bugün İstanbul Üniversitesi’nin merkez binasının olduğu yerde bulunan Eski Saray’ı ayrıntılarıyla görebiliyoruz.

Matrakçı Nasûh’un ikinci minyatürlü kitabı ise Sultan Bayezid Tarihi... İçinde 10 minyatür bulunuyor. Kili, Akkerman, İnebahtı, Modon ve Gülek kale ve kentleri ile Osmanlı donanmasının minyatürleri yer alıyor.

Kaynak: Tarih Kulübü




Halvet Nedir?

 
Halvet tasavvufta yalnız bir kenara çekilip dua ve ibadetle meşgul olmak anlamına gelmektedir. Dini bir terimi ne yazık ki cinsellikle ve cinsel ilişki ile birleştirerek gerçek anlamını bozmuş durumdalar. Bu da üzücü bir durum. Halbuki halvet kişinin kendi ile başbaşa kalıp kendi iç haline dönebilmesidir.

Dizide geçen osmanlıda padişahın halvet'i durumuna ise Sahih halvet denilir. Yani eşlerin hiç kimsenin göremeyeceği ve istekleri dışında kimsenin giremeyeceği (dizi ekibide dahil) kapalı veya kapalı sayılan bir yerde yalnız kalmaları demektir. Bazı bakımdan gerdek gecesi ile aynı sonuçları doğurmaktadır. Hükmü gerdek (zifaf) diyebileceğimiz bu durumda da kadının mehrin tamamı üzerindeki hakkı kesinleşir.

Karı ve kocanın birinde cinsel ilişkiyi engelleyen bir durum bulunmazsa halvet sahih olur. engel ya hastalık, küçüklük, çelimsizlik gibi ferdi bir durum veya farz olan namaz, farz olan oruç, hacda ihramda bulunma, hayız ve nifas gibi şer'i bir hüküm olabilir. Yanlarında kör, uykuda çocukta, biri olsa ve yukarıdaki engellerden bir bulunursa halvetin sağlığını bozar. İktidarsızlık halvet mani değildir.
...

Sahih halvet, gusül almayı, kızların erkeğe haram olmasın üç talakla boşanmış eşin ilk kocasına dönüşünü ve mirasçı olmayı gerektirmez. Sadece iddet beklemeyi, nafaka ve mehri gerektirir.

Sahih bir evliliğin ardından mehir borcunun doğabilmesi için evlenen kadın zifaf için hazır olmalı ve aralarında sahih halvet vuku bulmalı ve taraflardan birisi nikahtan hemen sonra ve ve zifaf veya halvetten önce ölmüş bulunmalıdır.

Nikah akdi yapıldıktan sonra, fakat zifaf veya sahihi halvetten önce bir ayrılık vuku bulursa ayrılığa kimin sebep olduğuna bakılır. Eğer ayrılığa erkek sahip olmuşsa mehirin yarısını kadına ödemelidir. Kadın olmuşsa bir şey gerekmez.
Faydalanılan Eserler1) İlmihal İslam ve Toplum, Türkiye Diyanet Vakfı İslami Araştırmalar Merkezi
2) Büyük Kadın İlmihali, Rauf PEHLİVAN

ABD'nin Simgesi Sam Amca Kimdi?


Genellikle uzun beyaz saçlı, fraklı, yelekli ve çizgili pantalonlu, uzun şapkalı bir karikatürle betimlenen ve ABD'nin simgesi haline gelen Sam Amca figürünün nereden kaynaklandığı kesin olarak bilinmemekle birlikte, New York eyaletinin Troy kentinde yaşamış Samuel Wilson adlı bir işadamıyla ilişkilendirilir.
Sam Amca 1767 de New Yorkta doğan ve daha zengin bir et toptancısı olan bir iş adamıdır. Peki nasıl olmuştu da bu iş adamı Amerikanın simgesi olmuştur?

1812 Savaşında Wilson, onu Amerikan ordusunun Levazım müfettişi olarak atadı. Görevi, ordu için toplanan etleri teftiş edip üzerine "EA-US" damgası basmaktı. "EA", tedarikçi Elbert Anderson'u ve "US", alıcı ABD'yi simgeliyordu. Askere alınan bir çok asker, varillerin üzerindeki US'nin anlamı sorulduğunda müfettişin adını gösterdiğini söylüyorlardı: Uncle Sam (espri anlamında Sam Amca)... Bu lakap savaş yıllarında yayıldı ve sonunda ABD hükümeti için kullanılır oldu. Sam Amca 1832 de ABD bayrağındaki yıldızlarla beraber siyasi karikatürlerde boy göstermeye başladı.

... Sam Amca 1854 de öldü...
1870'lerden sonra Sam Amca figürüne son şeklini veren ABD'li ilk çizerin Thomas Nast olduğu sanılır. James Montgomery Flagg'in I. Dünya Savaşı'na asker toplamak amacıyla hazırladığı, altında I Want You (İngilizce: Sizi İstiyorum) yazılı Sam Amca afişleri II. Dünya Savaşı'nda da kullanıldı ve 20. yüzyılın en çok bilinen Sam Amca çizgilerinden biri oldu.

Kaynak: Tarih Kulübü

Şah İsmail'in Yavuz Sultan'dan Son İsteği


 
 
Yavuz Sultan Selim hiç kimsenin beklemediği bir şekilde Memluk devletine son vermişti. Çünkü Memluk Devleti yıkılmaz, yenilmez bir devlet olarak görülüyordu. En önemli başarıları o güne kadar kimsenin yapamadığını yapıp Moğolları 1260’da Ayn-ı Calut savaşında durdurmuşlardı. Ayrıca onları koruyan Sina çölünü geçmek büyük cesaret ve güç isteyen bir işti. Yavuz Sultan yenilmez denilen Memluk Devletini yendi, aşılmaz denilen çölü aştı.

İki yüz elli yıllık koskoca Memluk Devletinin bir anda tarih sahnesinden silinmesi Şah İsmail’i büyük endişeye sevk etti. Çaldıran savaşında kendisi Osmanlı’nın gücünü Memluk devletinden önce test etmişti. Yavuz Sultan Selim’in kendi üzerine geleceğini tahmin ediyor ve bu durumdan kurtulmanın yollarını arıyordu. Esasen Şah İsmail bu düşüncesinde haklı idi. Mısır işini halleden Yavuz Sultan Selim doğuda artık sorun bırakmak istemiyordu. Hatta Çaldıran savaşından sonra Şah İsmail’in barış tekliflerini bu yüzden reddetmişti. Şah İsmail Yavuz Sultan Selim Mısır seferinden dönerken Şam’a elçilerini ve hediyelerini gönderdi. Gönderdiği mektupta adeta yalvarıyordu. Kısaca Mektubunda :

-‘’Sen birçok belde ve tebaya malik oldun; bilhassa Mısır’ı almakla Hadim-i Haremeyn-i Şerifeyn ünvanını aldın. Şimdi sen arzın İskender’isin ; aramızda geçen geçmiştir ;bir daha avdet etmez ; sen memleketine git, ben de memleketime gideyim ; aramızda Müslümanların kanlarını dökmeyelim, arzun ve maksadın ne ise onu ben yerine getiririm.’’(1) diyordu.
...

Yavuz Sultan Selim Şah İsmail’in sözlerine güvenmedi. Fakat asker yorgun olduğu için o tarafa yönelmedi ama tedbiri de elden bırakmadı. Vezir-i azam Piri Mehmet Paşa’yı hem gözdağı vermek hem de kontrol için sınır bölgesine yolladı. Piri Mehmet Paşa Fırat boylarında bir süre kaldı birkaç kale aldı fakat Şah İsmail hiç ortalarda görülmedi. Bunun üzerine veziriazam aldığı emir doğrultusunda ordusu ile birlikte İstanbul’a doğru yola çıktı ve Edirne’de padişah’ın yanına ulaştı.

Kaynak: İsmail Çal-Dünya Bülteni
(1)Osmanlı Tarihi (Ord.Prof. İ.H.Uzunçarşılı, cilt II, sahife 296)

13 Eylül 2011 Salı

Osmanlı Kültür Hayatından Örnekler



İnsanlarımız eskiden edeplerindeki inceliklerine binaen ‘Işığı yak’ demezlerdi. Çünkü yakmak olumsuz bir kelimedir. Bunun yerine ‘Işığı uyandır’ derlerdi.

Geceleyin yatarlarken de ‘Lambayı (mumu) söndür.’ demezler (Allah kimsenin ışığını söndürmesin.),çünkü söndürmek olumsuzluk çağrıştırdığı için ‘Lambayı dinlendir’ derlerdi.

Aynı şekilde ‘Kapıyı kapat’ denilmez (Allah kimsenin kapısını kapamasın) ‘Kapıyı ört’ veya ‘Sırla’ derlerdi.
Kapıların üzerinde de‘ kapılar açan, müşküller gideren, kalplere inşirah veren’ manasında ‘’Ya Fettah’’ yazılırken günümüzde “itiniz” gibi manasız ve faydasız, boş bir kelime yer almaktadır.

Batı kültüründe sahip olunan asaleti, makamı öne çıkarma varken mesela General Patton, Matmazel Eleni, Kont Ferdinand gibi… Bizim kültürümüzde esas olan şey ise ‘eşrefi mahlukat’ olan insandır unvan değil. Önce isimler gelir sonra unvanlar. Mesela Süleyman Paşa, Ayşe Sultan, Yunus Ağa, Süleyman Çelebi gibi…
Eskiden evlere misafirler geldikleri zaman ev sahibi onların ayakkabılarının burunlarını dışarıya doğru değil içeriye doğru baktırırdı. Böyle yapmakla ‘’Biz sizin misafirliğinizden çok hoşnut kaldık, evimizi yeniden şereflendirmenizi bekleriz” demek isterlerdi.’’

Eski zamanlarda insanlarımızın evlerinin ekserisi ahşap gibi dayanıksız malzemelerden, boylarının servi boyunu ve edeben mahalle mescidini geçmeyecek, kıdem hakkına riayet ederek komşusunun manzarasını kapatmayacak şekilde inşa edilirlerdi.

Bunun bir hikmeti de, ahşabın insan mayası olan toprak ile iletişimin kesmeyen geçirgen bir malzeme olmasından dolayıdır. Çağımız insanın yaşadığı betonarme binalar ise bu özelliğe sahip olmadığından dolayı, insanın enerji boşalımını sağlamamakta stres, depresyon, anksiyete vs gibi hastalıklara zemin hazırlamaktadır.

Kaynak: Ulu Çınarın Gölgesinde – İbrahim Refik Kaynak Y. 2007

11 Ağustos 2011 Perşembe

Sultan Abdülhamid'in Albümünden Topkapı Sarayı

Arz Odası

Arz Odası Dış Görünüş

 
III. Ahmed'in Odasındaki Şömine

Ağalar Kapısı

Bahçe Köşkü

Çeşme ve Şömine

Konsey Odası 

Okuma Odası

Sünnet Odası

Tatil Esnasında Kullanılan Taht

Konsey

Orta Kapı

Mustafa Paşa Köşkü

Özel Kahve ve Pişirme Fırını

Kule Kapısı

9 Ağustos 2011 Salı

Sarayda Ramazan


Sarayda ramazandan bir hafta evvel hazırlıklar başlar, temizlikler yapılırdı. Ramazanlarda sarayın genel teşkilatında büyük değişiklikler olurdu. Her şeyden  önce kahvaltılıklar , öğle yemekleri kaldırılırdı. Buna mukabil sahur yemekleri de bir iftar sofrası haline getirilerek tatlısı ile , böreği ile, kıymalı yumurtası ile , çeşitli çorbaları , reçelleri ,çerezleri ile son derece itinalı olarak hazırlanırdı.

Kiler-i Hümayun ‘ dan bütün dairelere büyük sürahiler içinde türlü türlü şuruplar ve birçok iftariyelikler gelirdi.

Ramazanın birinci günü , tebrik niyeti ile gelen vükela ve müşirlere iftardan sonra beşer yüz; sadrazam, şeyhülislam ve seraskerlere bin’er lira diş kirası verilirdi. Bu geceden itibaren her akşam Yıldız civarındaki kışlalardan Selimiye , Gümüşsuyu , Taksim ve Taş Kışla’lardan ve Bahriye Kışlası ile gemilerden gelen zabitler ve askerler Yıldız Meydanı’nda iftar eder,namaz kılarlardı.

Ramazan hangi aya rastlarsa rastlasın, at cambazları, sirkler, pandomim, hokkabaz grupları da o mevsimde şehre akın ederlerdi.  Kahvehanelerde , çayhanelerde büyük temizlik yine ramazanı karşılayan haftalar içinde yapılırdı.

Ramazan gelince ,pek nadir sokağa çıkan kadınlar bile eğlencelere katılırlardı.
Sarıklı, cübbeli, şalvarlı, mintanlı, İstanbulin, setre pantolonlu, kürklü, hırkalı, poturlu; hülasa asker, katip, esnaf, köylü, külhani herkes ramazan eğlencelerine katılırdı.

Ramazan gecelerinde halkın eğlenmesi için Karagöz, ortaoyunu ve sonraları da tiyatrolar başata gelirdi. Karagöz hemen her mahallenin bağlı olduğu çarşı kahvelerinde boş arsalarda kurulan çadırlarda oynatılırdı. Tiyatrolar ise Şehzadebaşı’nda toplanmıştı. Girenler içeride, giremeyenler de önünde kalabalığı arttırarak eğlenirlerdi. İçeriye para ile girilirdi. Kahve önlerinde durmak, davul-zurna ile mızıkalarını ayakta dinlemek ise parasızdı. Kimileri tiyatroya giderken, kimileri de musiki fasıllarına katılırlardı. Hanımlar kalabalık olan bu mekanlara giremezdi; onlar sadece kalabalık gruplar halinde gezebilirlerdi.

Ramazan cami avlularında hazırlanan sergiler de çok ilgi çekerdi. Bunların en gösterişlisi Bayezid Camii’nde olurdu.Sergilerin yalnız içi değil , dışları bile halkla dolar,kadınlar da örtülü olarak sergiyi gezerlerdi;fakat önleri açık dükkanlarda oturamaz,hatta bu dükkanlara giremezlerdi.
Sergilerde Çini Fabrika-i Hümayunu ve Kütahya çinileri, Bursa, Hereke ve Karamürsel kumaşları, Edirne, Kayseri, Selanik, Girit,Trabzon, Halep yiyecekleri , Yemen kahvesi, Hicaz , Bağdat Trablusgarp baharları, gülyağları, çiçek suları ve sair bulunurdu.
Kadir Gecesi’nden sonra sergilere rağbet azalırdı. Zira artık herkes bayram hazırlıklarına ve alışverişine başlardı.

Ramazan akşam eğlencelerinden sonra ve sabah ezanından önce çalınan davullar mü’minlere gecenin son yemeği olan sahuru yemenin zamanı geldiğini hatırlatırdı.Anadolu’da, Rumeli’de sahur yemeklerinde ekseriyetle gözleme ve börek yerlerdi.Kadınlar gece hamuru yoğurur, gözlemeleri , börekleri sofraya taze taze getirirlerdi. İstanbul’da asla sahurda börek yenilmezdi. Sahur sofralarına kazandibi,çörek ile kaşar peyniri , gerdan ve dil söğüşü konurdu. Bir akşam pilav,bir akşam taygan denilen makarna pişerdi. Herkes birer kase yoğurt,birer kase hoşafla pilavı ve makarnayı yedikten sonra ağzını çalkalayıp niyet etmeden önce bir kase hoşafı içer, "Yarabbi , sana şükürler olsun!."Niyetten sonra sabah namazına kadar hatim sürerler, sabah ezan okununca nazma kılıp yatarlardı.

O devirlerde ramazanlarda,devlet binaları,mektepler,dükkanlar öğleden sonra açılırdı.

Kaynak: Selda Sarıbaş - tarihseverler

Osmanlı Sultanlarının Aşk Mektupları


Muhteşem Yüzyıl’da Hürrem’in Kanuni’ye yazdığı aşk mektupları çokkonuşulmuştu. Topkapı’dan çıkan arşivler de gösterdiki dizide yazılan aşk mektupları aslında gerçek. İşte aşkın mektupları.

Tarihçi Orhan Özdil, Topkapı Sarayı arşivlerinde yer alan Hürrem Sultan, Birinci Abdülhamid ve Pargalı İbrahim Paşa’nın aşk mektuplarını gün yüzüne çıkardı. Mektuplarda İbrahim Paşa Hatice Sultan’a ‘Kadınların en yücesi hanımefendi’, Hürrem ise Kanuni’ye ‘Allah’tan tek dileğim’ diye seslenmiş.

Yüzümü yere koyup ayağına kapandığım sultanım hazretleri, güneşim ve mutluluk kaynağım, ayrılık acısıyla ciğeri kebap olmuş, gecesi gündüzüne karışmış, hasret denizinde boğulmuş bu çaresiz kulunuzun halini sorarsanız, biliniz ki sultanımdan ayrı kaldığım için inleyen, feryat ve figan eden bir bülbül gibiyim. Allah çektiğim bu acıyı kimseye yaşatmasın…” Bu mektup Osmanlı’nın en güçlü hükümdarlarından Kanuni Sultan Süleyman’ın eşi Hürrem Sultan’a ait… Kanuni seferdeyken bu satırları kaleme alan Hürrem, mektuplarında hem aşkını anlatıyor, hem sarayda neler olduğuna dair bilgiler veriyor.

Tarihçi Orhan Özdil, Topkapı Sarayı’nda yaptığı araştırmalarda Hürrem’in Kanuni’ye yazdığı aşk mektuplarının yanı sıra Birinci Abdülhamid’in Ruhşah adlı cariyesine ve sadrazam Pargalı İbrahim Paşa’nın Hatice Sultan’a yazdığı toplam 26 mektubu gün ışığına çıkardı.

Hürrem yetenekli bir şair

Özdil, Kanuni Sultan Süleyman dönemini anlatan Muhteşem Yüzyıl dizisinden sonra bu araştırmayı yapmaya karar verdiğini söylüyor. Kanuni ile Hürrem Sultan’ın aşkının Osmanlı İmparatorluğu’nda çok önemli bir yere sahip olduğunuanlatan Özdil “Topkapı Sarayı’nda Hürrem Sultan’a ait altı mektup bulunuyor. Aşkını süslü cümlelerle anlatıyor. Yazdıklarına bakarak onun yetenekli bir şair olduğunu bile söyleyebiliriz. Kanuni, yazılanlar karşısında mest oluyor. Bu mektuplarda bir kölenin hükümdara nasıl hakim olduğunu görebiliyoruz” diyor.

Kanuni sürekli seferde olduğu için Hürrem Sultan ile sık sık mektuplaştıklarını söyleyen Özdil, Hürrem Sultan’ın yazdıklarında bazı isteklerde bulunduğunu da anlatıyor: “Bir mektubunda padişahtan kendi adına yaptırdığı hamam için paraistiyor. Ancak en önemlisi Kanuni’nin çocukluk arkadaşı ve sadrazamı Pargalı’yı idam ettirmesine neden oması. Kendi oğlu Murat’ın sultan olmasını istiyordu. Bu hırsı Pargalı’nın idamına dahi sebep oldu. Saraydan haberler de veriyor. Hatta bir mektubunda Kanuni’nin ilk eşi Gülfem Sultan’ın kolonyayı nasıl kullanılacağını bilmediği için içtiğini ve iki gün hasta olduğu için yattığından söz etmiş.”

Bu elbiseyi hatırım için giyesiniz

1526 yılında Hürrem Sultan, Kanuni Sultan Süleyman’a yazdığı bir mektupta gözyaşını damlattığı bir elbise gönderdiğinden bahsediyor: “Ömrüm, azizim, sultanım, Allah’tan tek dileğim ve yüreğimin biricik arzusu, size tekrar kavuşabilmek ve ışık saçan yüzünüze bir defa daha bakabilmektir. Rabbimden elbette dilerim ki benim sultanım, candan ve gönülden sevdiğim şahım, dünyada ve ahirette hep mutlu olsun. İyi biliyorum ki benim sultanım, bu kulunu, kaderin bir cilvesiyle gördü ve sevdi, bu kuluna mutluluk ve huzur ihsan etti. Bu yüzden, mutlu olacağım gün, sadece size kavuşacağım gündür. Size, gözyaşlarımı damlattığım bir elbise gönderdim. Hatırım için giyesiniz. Fakir ve hakir cariyeniz Hürrem”

Ölüm daha hayırlıdır

1770’Lİ yıllarda Birinci Abdülhamid’in cariyesi Ruhşah’a yolladığı mektup ise şöyle: “Fesübhanallah, yalnızca senden şefkat beklerken ziyaretine gelmiyorsun. Yüce Allah’a yemin olsun, benim acılarıma ancak sen son verebilir, ateşimi ancak sen söndürebilirsin. Sen bana merhamet etmezsen kim etsin? Vallahi her gece uykusuzum. Sabahlara kadar ayaktayım. Böyle perişan beklerken senin gelmeyişine Allah razı olmaz. Düşmanlarım şu halimi görse onlar bile üzülür. Böyle yapacaksan vallahi ölüm bana daha hayırlıdır.”

Abdülhamid Ruhşah’a aşık

Topkapı Sarayı’nda Birinci Abdülhamid’in sekiz mektubuna rastladıklarını belirten Özdil, padişahın Ruhşah adında bir cariyeye aşık olduğunu söylüyor. Özdil, Abdülhamid’in cariyeye “Abdülhamid Ruhşah’ına kurban olsun” diye seslendiğini anlatıyor: “Abdülhamid, idari hayatta olduğu gibi aşk hayatında da yenilgisini kabul etmiş ancak kadınlara düşkün biri. Yüzlerce cariyesi vardı. Yazılı kaynaklarda başkadınları Nüket Seza ve Hümaşah’ın adları geçiyor amaaşk mektuplarını Ruhşah cariyeye yazmış. Çünkü Ruhşah’a sırılsıklam aşık. Mektuplarda sürekli ‘Senden şefkat beklerken sen ziyaretime gelmiyorsun. Sen bana merhamet etmezsen kim etsin?’ diyor. Sonuçta bir cariyeye aşkını mektuplarla yazması Abdülhamid’in Osmanlı ağırlığından çok da nasiplenmediğinin göstergesi.”

Geçmişten günümüze ulaşan aşk mektupları arasında Sadrazam (Pargalı) İbrahim Paşa’nın Kanuni’nin kardeşi Hatice Sultan’a yazdığı mektuplar da bulunuyor. Özdil 12 mektubu incelediklerini söylüyor: “Bu mektupları Pargalı, Hatice Sultan ile evlendikten sonra yazmış. Hatice Sultan’a hep ‘Kadınların en yücesi’ diye hitap ediyor. Sultana, abisinden dolayı saygı duyduğu açık. Genelde mektuplarını seferdeyken yazmış. Hatice Sultan’ı çok sevdiği ve ona büyük özlem duyduğu belli…”

Kaynak: Star - Pazar

-->

Osmanlı İstanbul'unda Ramazan

 
İstanbul’da ramazanın gelişi neşe ve mutluluk ile karşılanır, şehir geceleri adeta bir şenlik alanına dönüşürdü. Normal zamanlarda yatsı namazından sonra sokağa pek çıkılmaz insanlar erkenden evlerinde istirahata çekilirlerdi. Fakat ramazanda durum birden bire değişir geceleri, sahura kadar özel olarak aydınlatılmış sokaklar, caddeler insan kaynardı. Hatta devlet resmi dairelerde ramazan mesaisi düzenlemesi yapardı.

Sözü burada yine biz Balıkhane nazırı Ali Rıza Bey’e bırakalım. İşte onun İstanbul’da ramazan hakkında anlattıkları:
‘’- Ramazanın ilanından sonra büyüğünden küçüğüne bütün Müslümanların sevinç içerisinde birbirlerini tebrik etmeleri adettendi.

Büyük camilerin minarelerinde kandil uçurtmaları bulunurdu. Bu uçurtmalar iplerinin bir ucu minarelerin şereflerine, diğer ucu da cami avlusunun şerefeye karşı bir yerinde yüksek bir yere bağlanır, uçurtmacı teravih’ten sonra bunu uçurtmaya başlar, seyirciler cami avlusunda birikir, uçurtmacı da o sırada kandil ipini avluya bağlı olduğu yere kadar salıverirdi. Seyirciler de kandil kutusunun bir tarafına şeker veya kurabiye gibi şeyler koyup uçurtmacıya hediye gönderirlerdi. Camilerin hele Ayasofya camiinin kubbeye kadar olan kısmındaki kandiller ortadaki top kandillerle beraber yakılır, içlerinde de mahya kurulurdu.

Ramazanın ilk günü bütün devlet daireleri tatil edilir, gazeteler çıkmazdı. Ramazanlarda bütün resmi dairelere memurlar sıra ile devam ederlerdi. Kış ramazanlarında günler kısa olduğu için resmi daireler gece açık bulundurulurdu.

İstanbul’da Avrupa’da olduğu gibi, gece hayatı olmadığından, yatsıdan sonra herkes evine uykuya daldığı halde, Ramazan geceleri halk sokaklara dökülür, kahveler, dükkanlar sahura kadar açık bulunurdu. Dükkanların içerisi hıca hınç dolu olurdu. Bunların kandilleri, fanusları, lambaları ile caddeler aydınlanır, bazı kahvelerin önüne resimlerle süslü ve kağıttan yapılmış fenerler konur, aileler Ramazan gecelerinde birbirlerine misafir giderlerdi. Bu sebeple ıssız olan sokaklar bile karşılıklı evlerin kafesleri arasından sızan ışıkla aydınlanırdı.

Geceleri sokakların aydınlık bulunması her hususta iyi olduğundan, çarşılarda bulunan dükkanların önüne kandil asılması ve kimseyi zorlamadan, istekli olanların evlerinin kapılarına fener asmaları 1846 yılında ilan edildiği gibi, 1856 tarihinde de Dolmabahçe Gazhanesinden Beyoğlu caddesine havagazı boruları çekilmek suretiyle bu cadde ışıklandırılmıştı. İstanbul – Üsküdar ve Boğaziçi köylerinin sulu gazla aydınlatılması için beher lambaya yirmi iki buçuk kuruş alınmak ve bu para mahalle imamları tarafından toplanmak ve Zabtiye veznesine teslim edilmek üzere 1864 yılında Mösyö Hirş adında bir ecnebiye taahhüt ettirilmişti.

Ramazan gecelerinin başlıca eğlencesi, Karagöz, Orta oyunu, çalgı ve son dönemlerde tiyatro idi. Ramazan geceleri çarşı hamamları da açık olurdu.

Ramazan geceleri caddelerin kalabalığı , sahur vaktine kadar devam eder, herkes istediği yerde gezip, istediği eğlenceye giderek vakit geçirirdi. Büyükler de Vükela konaklarına giderler ve karşılıklı birbirilerini konaklarda ziyaret ederek, vakit geçirirlerdi. Bu gibi toplantılarda ekseriyetle hoş sohbet misafirler de bulunur, böyle meclislerin eğlencelerine doyum olmazdı. En kalabalık yerler Aksaray, Divanyolu, Tophane, Şehzadebaşı, Direklerarası, Galata’da ki Çeşme meydanı idi.

Camilerde mukabele okunmasına Ramazandan onbeş gün önce başlanırdı. Halkımızın bazıları da sabah namazlarını büyük camilerde kılmayı adet ettiklerinden semtlere göre, Ayasofya, Beyazıt, Süleymaniye, Fatih, Eyüp camilerine giderlerdi. Ekseri halk sabah namazından sonra yatıp uyku ile günü geçirmek isterlerdi. Mamafih adet değişikliğinden dolayı önceleri kimi uyumaya çalışıp da, uyuyamadığından, gözleri kızarmış ve kimisi tiryakilik titizliği ile evde kavga çıkarmış olduğundan hiddetle sokağa fırlarmış. İlk günlerinde herkeste bir değişiklik meydana gelir, bazıları Ramazan’ın intizamı bitimiyledir derlerdi. ‘’

Yazarımız İstanbul’da o zamanlar ramazanda yaşananları bu şekilde anlatmaktadır. Daha çok anlatılanlar dönem 19. Yüzyılı kapsamaktadır.

Kaynak: Bir Zamanlar İstanbul - Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey; Hazırlayan: Niyazi Ahmet Banoğlu, terc.yay.

8 Ağustos 2011 Pazartesi

Hukukta İlk Kıyas

Yemen'e kadı ve öğretmen gönderilecekti. Peygamberimiz bu öğretmeni Muaz bin Cebel olarak belirledi. Muaz 25 yaşındaydı. Peygamberimiz, görev yerine gitmeden önce Muaz'ı sınav yaptı. Ona, hükümlerini neye göre vereceğini sordu. Muaz, peygamberinin ilk sorusunu:
- Allah'ın kitabına göre hüküm veririm, diye cevapladı.
- Onda bir hüküm olmazsa neye göre verirsin?
- Resulullah'ın sünnetine göre hüküm veririm.
- Ya Allah Resulü'nün sünnetinde de hüküm bulamazsan ne yaparsın?
- Kendi görüşüme göre cevap veririm.
Peygamberimiz, Muaz'ın bu soruya verdiği cevaptan son derece memnun oldu. Muaz, İslam hukukunda hüküm vermenin esasını oluşturmaktaydı.Başka bir ülkeye, İslam'ı anlatmak ve İslam'i hukukla hükmetmek için görevlendirilen bir genç, İslam hukukundaki ilk kıyas sistemini de belirlemiş oluyordu.

O (a.s.m.) biliyordu... Genç, iyi yönlendirilirse onun muhakemesinin ne kadar güçlü olduğunu. Genç iyi yetiştirilirse onun başaramayacağı görevin olmadığını...

Kaynak: Nesil

2 Ağustos 2011 Salı

Muğlalı Çiftçinin Oğlu Dünyanın En Büyük Amirallerinden Biri Oldu!


Menteşeli, yani Muğlalı Veli adlı bir çiftçinin oğlu olan ve 1485'te dünyaya geldiği rivayet edilen Turgut Reis, o dönemde yaşayan pek çok Türk denizcisi gibi kariyerine korsanlıkla başladı, daha sonra yeteneklerini keşfeden Barbaros Hayrettin Paşa tarafından yetiştirildi.

Korsika'da 1540'ta İspanyollara esir düşen ve uzun süre kürekçi olarak çalıştırıldıktan sonra Cenova'da hapsedilen büyük Türk denizcisi, ustası Barbaros Hayrettin Paşa tarafından kurtarıldı, hapisten çıktıktan sonra Tunus ve Trablusgarb arasındaki pek çok bölgeyi fethetti ve Cerbe Adası'nı kendisine üs yaptı.

Daha sonra İstanbul'a gelen Turgut Reis, Kanuni Sultan Süleyman'a biat edip elini öptü, hükümdar da genç denizciye Karlıeli Sancakbeyliği ve emrindeki Uluç Ali, Sancaktar Reis, Gazi Mustafa, Kara Kadı, Mehmed Reis, Deli Cafer ve Hasan Kelle gibi reislere de günlük 80 akçe maaşla kadırga reisliği vererek Osmanlı hizmetine aldı.

1551'de Trablusgarb'ı fetheden Turgut Reis, Osmanlı donanmasıyla Akdeniz'de pek çok sefere katıldı. 1565'in 15 Haziran'ın da başına isabet eden taş parçasıyla ağır yaralandı ve beş gün sonra şehit düştü. Avrupalılar'ın adını "Dragut" diye telaffuz ettikleri, Barbaros Hayrettin Paşa'nın ise "Benden ileridir" diyerek onurlandırdığı Turgut Reis'in cenaze namazı Malta'da kılındıktan sonra, naaşı Trablusgarb'a götürülerek bizzat yaptırdığı caminin avlusundaki türbesine defnedildi. 

 Bu büyük Türk denizcisi Turgut Reis, 1550'de Andrea Doria komutasındaki Haçlı donanması tarafından Cerbe Adası'nda kuşatılınca, gemileri döşettiği yağlı kazıklarla karadan yürüterek adanın diğer tarafından Akdeniz'e açılmış ve teslim olmasını bekleyen düşmanların gemilerini yağmalamıştı.

Kaynak: Aykut CAN (HaberTürk Tarih - 20.Şubat.2011 - Sayı:39)

31 Temmuz 2011 Pazar

Sırpsındığı Zaferi'ni Kazanan Kumandan Hacı İlbeyi


Sayıları 60 bin ile yüz bin arasında olduğu tahmin edilen büyük Haçlı ordusu Edirne'nin kuzeydoğusundan Meriç kenarındaki Sırpsındığı mevkiine gelmişti. Buradan Edirne üzerine yürüyüp Edirne'yi alacak, daha sonra Müslümanları Anadolu'dan çıkaracaklardı. Hayalleri buydu. Ve gördükleri kadarıyla önlerinde bir engel de yoktu. Çünkü yüreklerine korku salan şanlı bir devletin padişahı Sultan I.Murad büyük ordusuyla birlikte Bursa'da idi. Rümelinde bulunan Lala Şahin Paşa'nın kuvvetleri de sınırlıydı. İşte bütün bunları hesap ederek büyük bir sevinçle içip eğlenmeye koyulmuşlardı. Onların bu durumunu yakından takip eden Osmanlı Devletinin gazalarda pişmiş şanlı bir kumandanı vardı; Hacı İlbeyi. Keşifte bulunmak üzere on bin gazi dervişiyle yola çıkmış ve düşmanın konakladığı yere yakın ormanlıkta askerlerini mevzilemişti.

Düşman sarhoş olmuştu. Hepsi kendilerinden geçmişti. Bu durumu gören Hacı İlbeyi kendilerinden on misli kalabalık düşmana hücum ederek imha etmeyi planlamış ve bu planını askerlerine şöyle açıklamıştı:"Arkadaşlar, düşmanımız savaşa değil, düğüne gider gibi gelmekte. Geceleri şarap içip sarhoş olmaktalar. Bunlar ordu değil, bir yığın sarhoş sürüşüdür. Bir sürü koyun, bir kurt'a birşey yapamaz ama bir kurt bir sürü koyunu parça parça eder. Hele bu sürüye saldıracak olanlar sizin gibi aslan yürekli bir alay şahbaz yiğit olursa, düşman, güneş karşısında kalmış kar gibi erir, dayanamaz. Gece yarısından sonra düşmana üç koldan, dağılmadan ve topluca saldıracağız. Bir vurup kenara çekileceğiz. Düşman bocalayacak ve şaşıracaktır. Sonra tekrar saldıracağız. Allah bizimle beraberdir. Biz buralara kadar Allah'ın ismini yükseltmek ve İslâmı yaymak için geldik. Düşmanın çokluğuna bakmayınız. Ecdadımız Alparslan koca bir orduyu mağlup etti. Krallarını da esir aldı. Ben, güneş zulmeti boğar, dünyayı nura gark ederken, Balkan dağlarının ufkunda zaferin kucak açıp bizi beklediğine inanıyorum."


Bu konuşmadan sonra Hacı İlbeyi Mehteran'ın ceng havası çalmasını emretmiş ve yeri göğü inleten ceng havalan çalınmaya başlar başlamaz, "Bismillah, hücum!" diyerek askerlerini üç koldan hücuma geçirmişti. Sarhoş ve uyku sersemliğinde iken aniden hücuma uğrayınca neye uğradığını şaşıran düşman askerleri paniğe kapılmış ve telaştan birbirlerini kırmaya başlamışlardı. Onlar Sultan Murad'ın ordusuyla gelip hücuma geçtiğini zannetmişlerdi.

On bin gazi dervişin kılıçlan yıldırım gibi işlemekteydi. Haçlı ordusunun büyük bir kısmı kısa bir zamanda imha edilmiş, kalanları ise can havliyle kaçışmaya başlamıştı. Macaristan kralı I.Layoş da kaçanlar arasındaydı.
1364'te kazanılan bu zafer Anadoluda büyük sevinçle karşılandı.

İşte Sırpsındığı'nda Haçlı Ordusunu imha eden bu namlı kumandan Osmanlı devletinin Rumelindeki fetihlerinde büyük payı bulunan Hacı İlbeyi'dir.

1305 yılında Balıkesir'de dünyaya gelen Hacı İlbeyi'nin babası Karasi Beylerindendi. Kendisi de Karasi Beyi Dursun Beyin emirlerinden birisiydi. Hac vazifesini ifa ettikten sonra "Hacı İlbeyi" diye anılır olmuştu. Orhan Gazi zamanında Karasi Osmanlılara geçince Hacı İlbeyi de Karasi Beyi tayin edilen Şehzade Süleyman'ın maiyetine girmişti.

Süleyman Şah ve Evranos Gazi ile birlikte Rumeli fütuhatına katılan Hacı İlbeyi, Sultan I.Murad Hüdavendigâr tahta çıkınca Rumeli kumandanı olmuştu.

Gözüpek ve mahir bir kumandan olan Hacı İlbeyi maiyetindeki gönüllü askerlerle fetihten fetihe koşmaya başlamıştı. Sırasıyla, Dimetoka, İskeçe, Kavala, Dırama, Yenice, Dedeağaç ve Serez'i fethederek Osmanlı topraklarına dahil etti. Sultan Murad da fethedilen bu topraklara, Anadoludan müslüman aşiretleri gönderdi.
Hacı İlbeyi Edirne'nin fethinde de bulundu ve fetihte büyük rol oynadı.

Gazalarda pişmiş serdengeçtilerle sınır boylarında at koşturan Hacı İlbeyi, Kırklareli, Tekirdağ, Çorlu ve Kuleliburgaz'm Osmanlı topraklanna katılışında büyük rol oynadı.

Osmanlı Devletinin Avrupa kıtasındaki büyük fetihlerinde onun kılıcının ve maharetinin payı vardır.
Rumeli fâtihlerinden Hacı İlbeyi 1364'te vefat etmiştir.

Kaynak: sevde.de

Balkanlar Fatihi Sultan Murad Hüdavendigar


Orhan Gazi zaferlerle dolu ömrünü ikmal edip beka âlemine göçünce, fetih sancağını oğlu Murad Hüdâvendigâr devir almıştı. Sultan Murad, atasından devraldığı mirasa layık olduğunu göstermiş, Anadolu ve Balkanlardaki fetihleriyle Osmanlı Devletini muhteşem bir imparatorluk haline getirmiştir. 27 yıllık saltanatı müddetince 37 muharebeye iştirak etmiş ve maharetle idare ettiği bu muharebelerin hepsini kazanmıştır.

Balkanlar fâtihi olarak tarihe geçen Sultan Murad Hüdâvendigâr 1326'da doğmuştur. Annesi Nilüfer Hatun'dur.

Mükemmel bir tahsil gören Şehzade Murad, küçük yaşından itibaren babası Orhan Gazi ile birlikte savaşlara katılmıştır. Kardeşi Şehzade Süleyman'la birlikte Rumeli fütuhatında bulunmuş, kardeşinin vefatı üzerine fetih harekâtını kendisi idare ederek büyük başarılar kazanmıştır.

Orhan Gazi'nin 1362'de vefatı üzerine, Devlet ricali tarafından Bursa'ya davet edilmiş ve hükümdar ilan olunmuştur.

Bursa'ya giden Murad Gazi'nin Rümelinden ayrılmasını fırsat bilen Bizans kuvvetleri Burgaz, Çorlu ve Malkara'yı ele geçirmiş, Ahiler de ayaklanarak Ankara'yı geri almışlardı.

Murad Hüdâvendigâr ilk olarak Devlet idaresini düzene koydu. Ankara'yı tekrar ele geçirdi. İsyan eden kardeşleri Şehzade Halil ile İbrahim'i bertaraf etti.

Anadoluda hakimiyyeti tesis ettikten sora yeniden Rumeline geçerek fetih harekâtına başladı. Bizanslıların eline geçmiş olan yerleri geri aldı. Çorlu ve Lüleburgaz'ı 1363'te zaptederek buraya Anadolu'dan göçmenler getirterek yerleştirdi. Bu suretle ele geçirdiği her yerde sağlam temeller atıyor ve oraya kök salıyordu.

Bu esnada Evranos; Malkara, Keşan ve İpsala'yı, Hacı İlbeyi ise Dedeağacı ve Dimetoka'yı fethetmişti. Daha sonra Edirne'nin fethi kararlaştırıldı. Babaeski ile Pınar Hisar arasındaki Sazlıdere'de Rum ve Bulgar askerlerinden oluşan düşman ordusu perişan edildikten sonra Edirne fazla karşı koyamadı ve teslim oldu.

Edirne'nin fethinden sonra fetih hareketleri süratle devam etti. Beylerbeyi Lala Şahin Paşa Filibeyi; Batı Trakya taraflarının fethine memur edilen Evrenos Bey de 1364'te Gümülcine'yi fethetti.

Osmanlı Devletinin Balkanlardaki muazzam fetihlerinden telaşa kapılan haçlı dünyası bir ordu teşkil ederek, Edirne'ye doğru yola çıktı. Yüzbin kişilik bu haçlı ordusunu Sırp-Sındığı mevkiinde yakalayan Hacı-İlbeyi on bin kişilik kuvvetiyle üç koldan baskın yaptı ve haçlı ordusunu tamamen imha etti.

1367'de Kara Timurtaş Bey Bulgarlara ait, Kızılağaç ve Yanbolu'yu, Lala Şahin Paşa, Samakov'u, Sultan Murad da, Bulgarların elindeki, Aydos, Karnâbâd, Sözebolu kasabaları ile Bizanslılara ait Hayrebolu şehrini fethetti.

1371'de Çirmen zaferi kazanıldı. Böylce Mekadonya yolları da açılmış oldu. Makedonya ve Trakya'nın bir kısmı fethedildi. Vezir Hayreddin Paşa Kavala, Drama, Zihne ve Serez'i fethetti.
1372'ye doğru Trakya fütuhatı tamamlanmıştı. Bulgaristan krallığı da Osmanlı Devletine bağlanmak mecburiyyetinde kalmıştı. Bu suretle, on yılda Gelibolu'dan Sırbistan'a gelinmiş ve Adriyatik'e kadar nüfuz ve tesir sahası oluşturulmuştur.

1376'da Bursa'ya giden Sultan Murad, Anadolu Beylikleriyle temaslarda bulunarak devletin nüfuzunu arttırmak için teşebbüslerde bulunmuştur. Bu maksatla oğlu Yıldırım Bayezid'e Germiyanoğlu Süleyman Şah'ın kızını aldı. Germiyanoğlu kızına çeyiz olarak Kütahya ve mülkiyatını, Simav, Eğrigöz ve Tavşanlı ile mülkiyatım verdi. Bu suretle Osmanlı Devleü Anadolu içlerinde yeni topraklar kazandı.


Sultan Murad Anadoludaki temaslarını tamamladıktan sonra tekrar Balkanlara yöneldi. Mükemmel hazırlanmış plan gereğince kararlaştırılan yerler birer birer fethedildi. 1380'de İştip, 1382'de Sofya, 1385'te Manastır ve Ohri fethedildi.

Vezir-i Azam Çandarlı Halil Hayreddin Paşa 1385/1386'da Arnavutluk üzerine sefere çıktı. II.Balşa'mn kumandasındaki Arnavutluk ordusunu yenilgiye uğrattı. 1386'da, Akçahisar, İşkodra başta olmak üzere bütün Kuzey Arnavutluk fethedildi. Sultan Murad merkezden uzak yerde ordunun Venediklilerle harbe girmesini istemediğinden İşkodra Venediklilere geri verildi.

Sultan Murad 1388'de Bulgaristan üzerine sefere çıktı ve Bulgaristan'ın büyük kısmını fethetti.
Bütün bu fetihler neticesinde bütün Balkanlar Osmanlı nüfuzuna girmişti. Sultan Murad Batıda fetihlerle meşgulken fırsatı ganimet bilen Karamanoğlu Alâeddin Bey, Osmanlı Devleti aleyhine faaliyetlere başlamıştı. Bunun üzerine Sultan Murad Anadoluya döndü ve süratle Karamanoğlu üzerine yürüdü. 1386'da Konya yakınlarında Karaman kuvvetlerini perişan etti. Bunun üzerine Karaman Beyi, zevcesi Sultan Murad'ın kızı Melek Hatun'u ricacı göndererek affını istedi ve Sultan Murad'm elini öperek özür diledi. Böylece Anadoludaki huzursuzluk da bertaraf edilmiş oldu.

Avrupa'daki Osmanlı fütuhatından dehşete kapılan haçlı dünyası bir araya gelmeye karar vermiş ve bu maksatla bir haçlı ordusu teşkil etmişlerdi. Macaristan, Lehistan, Sırbistan, Bosna Krallığı, Eflak, Boğdan, Hırvatistan, Bohemya ve Bulgaristan Krallığından müteşekkil bu büyük ordu ilerlerken, Sultan Murad da beylere ve kumandanlarına haber salarak ordusunu topladı. İki ordu Kosova'da karşı karşıya geldi.
Sultan Murad, savaştan bir gün önce yatsı namazını kıldıktan sonra Dergâh-ı İlâhiye el açarak şöyle dua etti:"Ya Rabbi! Sen ol padişahlar padişahısın ki yeryüzündeki insanların sığınağısın ve bütün kulların ümit kapışısın. İslâm sancağını düşman elinde parçalatma ve bu zayıf, kuvvetsiz kulunu cihan içinde adı kötüye çıkmış bir insan etme..." Şanlı padişah'ın dudaklarından daha sonra şu mısra'lar dökülmüştür:"Âb-i rûyi Habib-i Ekrem için,
Kerbelâ'da revan olan dem için,
Ehl-i İslama ol muin-u zahir,
Dest-i a'dâyi bizden eyle kasîr.
Bakma ya Rab, bizim günahımıza,
Nazar et can-u dilden âhımıza.
Mülk-i İslâmı payimal etme,
Menzil-i fırka-i dalâl etme.
Din yolunda beni şehîd eyle,
Âhirette beni saîd eyle..
Keremin çoktur ehl-i İslama
Dilerim kim irişe itmama..."
Bu muharebe neticesinde Balkanların hâkimiyeti ya Osmanlılarda kalacak veya Haçlıların eline geçecekti. Mağlubiyet halinde Osmanlı Devletinin Anadoludaki durumu da tehlikeye düşecekti.
20 Haziran 1389'de Kosova ovasında başlayan muharebe 8 saat bütün şiddetiyle devam etti.
Osmanlı ordusu bütün kanatlarda Haçlı ordusunu darmadağın etmiş, çembere aldığı düşman ordusunu imha harekâtına başlamıştı. Bu savaş hengâmesinde Sultan Murad'a yaklaşan Miloş isimli bir Sırplı aniden kolundan çıkardığı hançeri Sultan Murad'ın kalbine saplamıştı.
Sultan Murad, Allah'ın rızasını kazanmak için kendini kurban adamış ve bir gün önceki duasında da bunu taleb etmişti. Muharebenin zaferle neticelendiğini görmüş, fakat kendisi şehid düşmüştü.
Sultan Murad'ın şehid olması üzerine Yıldırım Beyazıd çağrılarak padişah ilan edildi.
Şehit padişahın cenazesinin çürümeden Bursa'ya getirilebilmesi için iç organlarının çıkarılması gerekiyordu.

20 Haziran 1389'da şehadet şerbetini içen Gazi Hünkârın iç organları Kosova Sahrasına gömüldü. Bugün de "Meşhed-i Hüdâvendigâr" diye bilinen bu mekan ziyaretçilerle dolup taşmaktadır.
Padişahın cenazesi Bursa'ya nakledilerek Çekirge'deki türbesine defnedildi.

Sultan Hüdâvendigârın şehâdeti bütün İslâm âleminde üzüntüyle karşılandı. Çünkü şehid padişah, ömrü boyunca İslâmiyeti fethettiği beldelerde hâkim kılmak için çalışmıştı. İslâm âleminin meseleleriyle yakından ilgilenmiş ve onlarla sıkı dostluk kurmuştu.

Saltanatı müddetince zaferden zafere koşan Sultan Murad devletin hudutlarını Anadolu'da ve Rumeli'de çok genişletmiş ve babasından bir beylik halinde aldığı ülkeyi imparatorluk halinde oğullarına bırakmıştır.

Adliye, maliye ve orduya ehemmiyet vererek, devrin en mükemmel teşkilatını kurmuştur.
Sultan Murad azim ve irade sahibi, vakur, cesur, müşfik, açık sözlü mizacıyla herkes tarafından sevilirdi. En tehlikeli anlarda bile, soğukkanlılığını muhafaza ederek, ne suretle hareket edilmesi icap ettiğini bilirdi. Bütün işleri devlet ricaliyle danıştıktan sonra karara bağlardı. Herhangi mühim bir işte, ileri sürdüğü fikre karşı yapılan itirazları dinler ve münasip olanı tatbik ederdi.Neşri, eserinde bu şanlı padişah hakkında şunları söylemektedir:"Gazi Murad Han dahi atası gibi sâhib-i hayr idi, âdil ve kâmil, din-Perver, âlî himmet, fakir-dost, düşkünlere yardımcı, rey ve tedbir sahibi, pehlivan idi. Bütün ömrünü gazaya sarfetmiştir. Nesl-i Osmanîde bu etdüğü gazayı hiçbir padişah etmedi şol kadar himmet ve sahâ-i nefsi var idi ki, hiç bir ahad kapısına gelip, mahrum gitmez idi. Fethedilen beldelerdeki ahaliye mülâyemetle (yumuşaklıkla) hareket ederek etrafındaki tesiri, muhabbete tebdil etti ve bunun neticesinde zaptedilen yerlerdeki halk, kendisine bağlılık göstererek, imparatorun idaresini aramaz oldu."

Kaynak: sevde.de