23 Mayıs 2012 Çarşamba

Fatih'in eşinden oğluna mektup


Osmanlı tarihini pek iyi bilmeyenlerin sorduğu sorulardan bazıları "Sarayda nece konuşulurdu?" yahut "Osmanlının dili Türkçe midir?" gibi sorulardır. Bu sorulara en güzel yanıt olabilecek bir mektubu yayınlıy
oruz. Mektubu gönderen Fatih'in eşi II.Bayezid'in annesi Gülbahar Sultan'dır.* Mektubun üzerinde tarih bulunmamakla birlikte Bayezid'in tahta çıkışından sonra yazılmıştır. Bayezid tahta çıkmadan önce Amasya valisi idi. Gülbahar Sultan, Şehazde Bayezid'in yanına Amasya'ya gitmiş, mektup da Amasya'dan gönderilmiştir. Mektupta Gülbahar Sultan 40 gündür oğlunu göremediğini kendisini de İstanbul'a aldırmasını yahut doğuya sefere çıkarsa en azından "bir iki gezcik" yüzünü görmek istediğini yazmıştır.

Bad'el dua benim devletlum,

Ciğer köşem çok selâm ve dua edüp iki şah gözlerinden öperim kabul kılasız. Benim sultanım nevruz dahi mübarek olsun, Hemişe bunun gibi mübarek günler ve şerif saatlere yetişin devletle. Benim devletim göresim geldi; sizin göresiniz gelmediyse bizim geldi. Devletlû başımız içün gelin göreyim. Benim beyceğizim yakın sefer dahi ederseniz, sağlıklarla bari bir iki gezcik devletlû yüzünüzü görelim gitmeden. Kırk günden artucak oldu kim, görmedim.Benim sultanım küstahlığımızı ma'zur dutasız. Benim dahi sizden gayri kimimüz var, siz sağ olun. Baki devlet-i ebedi ve saadet-i sermedi.

Kemter Kemine Valideniz

*II. Bayezid'in annesi üzerinde çeşitli itilaflar mevcuddur. İlber Ortaylı "Son İmparatorluk Osmanlı" kitabında II.Bayezid'in annesini Sitti Hatun olarak yazmakta fakat M.Çağatay Uluçay "Padişahların Kadınları ve Kızları" ve Mehmet Süreyya Bey "Sicill-i Osmani"de Gülbahar Hatun'un Bayezid'in annesi olduğunu yazmaktadır. Bir iddiaya göre Sitti Hatun, Bayezid tahta çıkmadan önce ölmüş ve Gülbahar hatun Bayezid'in üvey annesi olmuştur. Sitti Hatun'un Bayezid tahta çıktıktan sonra Edirne'de bir camii yaptırması (1484) ve oraya gömülmesi, Bayezid'in gerçek annesinin Gülbahar Hatun olduğunu doğrular niteliktedir.

Resim: Sultan II. Bayezıd Arnavutluk dönüşü atı üzerinde ilerliyor.
Kaynaklar: M.Çağatay Uluçay, Haremden Mektuplar; syf;19, M.Çağatay Uluçay; Padişahın Kadınları ve Kızları; syf; 18,19,20, Mehmet Süreyya Bey, Sicill-i Osmani syf;15(a.s)

İstanbul'un Fethine Dair


İstanbul'un fethinden sonra üç gün yağma yapıldı mı?

- Siz daha önce gazayı açıkladınız ama yine de karşı çıkanlar iddiada bulunanlar çok. İstanbul'un fethinden sonra üç gün yağma yapıldı mı?
- Kendimizi suçlamak son zamanlarda moda oldu. ...
Evvelce anlattım, sultan fıkha, İslam hukukuna karşı gelemezdi. İslam hukukuna göre, İslami emir şudur, halk ve ordu buna inanmıştır: Eğer bir kale kuşatılırsa, düşmana üç defa teslim teklifi yapılır. Bu üç başvuru reddedilirse o zaman kahren, zorla fetih meşrudur, İslam için o şehir fethedilir. Kahren fethedilen yerin ahalisi esir edilebilir ve malları ganimettir. Fatih bunu önleyemezdi, üç kere müracaat etti. Hatta İsfendiyaroğulları'ndan İsmail Bey ile haber gönderdi; imparator, "Benim elimde değil, Cenevizliler-Venedikliler izin vermiyor" dedi. Fetih yapıldı, İstanbul'un bütün halkı esir edildi. Bir kaynak diyor ki; İstanbul halkı fethin ilk günü dışarıda, çadırlardaydı.

- Ahşap çadırlara mı götürülmüşler? Esir çadırları mı?
- Mesela Eskişehirli Ali, üç kişiyi alıp çadırına götürüyor, satacak. Din cevaz* vermiş. O dönemde Hıristiyan tarafında da aynı kurallar uygulanmakta. Cenevizlilerin Rum esirlerini Pera'da sattıklarına dair elimizde belge var.
 
- O dönemin yaşam biçimi böyle yani, bugünle değerlendiremeyiz. Peki çok büyük bir yağma yapılmış mı?
- Tabii, her taraf yağmalandı. Ortaçağ insanını, gerçek tarih, günümüzün idealleriyle değerlendirmemeli. Hatta imparator, askeri müdafaanın başındaki Cenevizli Justiniani ismindeki kumandanın yaralanıp kaçtığını görünce çöküş olduğunu anladı, hemen sarayına koştu. Kasalarındaki mücevheratı aldı ve birkaç adamıyla, Haliç'te kaçması için bekleyen gemiye doğru yöneldi. Azap Yokuşu'ndan aşağı inerken gemilerden çıkan azepler, yani deniz erleri de aynı yoldan yukarı çıkıyordu, saldırdılar. İmparatoru öldürüp elindeki kasaları aldılar. Ama bütün Rum ve Batı kaynakları, imparator Konstantin, Cenevizli komutan Justiniani kaçtıktan sonra surlarında üzerine çıktı ve son nefesine kadar elinde bayrak kahramanca çarpışarak öldü, der.

- Sizin kaynağınız hangisi?
- O zaman Fatih'in yanında, meşhur Beylerbeyi Hamza Bey'in oğlu, Mahmut Paşa'nın katibi Tursun Bey. Tursun Bey Tarih-i Ebu'l-Feth'de gerçeği anlatıyor. İmparatorlar o zaman kırmızı çizme giyerlerdi. Ölüsünü çizmelerinden teşhis ediyor, getiriyorlar. Fatih fetihte saltanat rakibi Emir Süleyman oğlu Orhan'ı da yakalattı ve idam ettirdi.

- Orhan kim hocam?
- Orhan, Bayezid'in oğlu Süleyman Çelebi'nin oğlu. İstanbul'a sığınmış, sultanlık iddia ediyordu. Fatih'e karşı surlarda savaştı. Fatih'in ilk işlerinden biri imparatorun ölüsünü buldurmak ve Orhan'ı buldurup idam ettirmek.. Çelebi Mehmed'in soyundan gelenler saltanatın hakiki sahibidir, Fatih bu soydan gelir. Halbuki Orhan, Çelebi Mehmed'in kardeşi Süleyman Çelebi'nin oğludur.

Kaynak: Emine Çaykara, Tarihçilerin Kutbu, "Halil İnalcık Kitabı",
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Nehir Söyleşi 16,
2005, Sayfa 460-461.

*Cevaz: İzin, müsaade.

Osmanlı ve Demokrasi



"Osmanlılarda insan en değerli varlık. Çünkü Kur'an böyle diyor. Bu durumda insana baskı ve şiddet uygulanabilir mi?" (İngiliz yazar Th. Thornton, 1807.)

"Kur'an hükümleri zulüm ve istibdada karşı çok kuvvetli bir engeldir. Savaş ya da barışla Osmanlı hakimiyetine giren Hıristiyan milletlerin malları ve mülkleri güven altına girer. Padişah Hıristiyan ahalinin haklarının da m
uhafızlığını yapmak zorundadır. Bu durumda keyfi bir istibdat manzarası görmeye imkan yoktur." (İngiliz yazar M.Porter.)

"Tarihçilerimiz, Osmanlı padişahlarının diktatör olduklarının dünyaya ilan ediyorlar. Halbuki Osmanlı Devlet sistemiyle diktatörlük arasında en ufak bir bağ yok. Nasıl olsun ki, Padişahın maiyetinde bulunan ve adına 'Kapıkulu' denen askeri teşkilatın (yeniçeri ve sipahileri kastediyor) gerek eski padişahlardan kalma kanunlar mucibince, gerekse kendi gelenekleri gereği padişahı tahttan indirebiliyor, zindana bile atabiliyorlar. Osmanlı Devleti bir aristokrasi değil, bir demokrasi devletidir." (Comte de Marsigli, Letat militaire de l'Empire Ottoman, ses progres et sa decadence, 1732, La Haye, 28-29.)

"Osmanlı Devleti şeklen mutlak bir saltanat olmakla beraber, esasına bakıldığı zaman her şeyden önce müesseseleriyle saltanatın tabi olduğu şartlardan ve ondan sonra da dünyanın hiç bir yerinde misli görülmemiş derecede hükümet yetkililerini tadil ve hatta sınırlarından örf ve adetlerinden dolayı yumuşak bir idaredir.. Bütün Osmanlılar içinde hayat şartlarının eşitsizliğinden şikayet edebilecek yegane insan padişahtır. Aynı zamanda hem herkesten üstün, hem herkesten aşağı bir vaziyette bulunan padişah istediği gibi bir evlilik yapma yetkisinden bile mahrumdur." (A. Ubicini, La Turquie actuelle, 1855, Paris, 12-122.)

"Bütün Doğu'nun son derece geniş sahalarıyla Hıristiyan Batı'nın birçok zengin eyaletlerine hakim olan Osmanlı cemiyetine demokrasi zihniyetinin hakimiyeti ilk günlerinden itibaren hiç bir fasılaya uğramadan devam etmiştir. (Nicolae Jorga, Les voyageurs français dans l'Orient europeen, Paris, 1928, 44.)

"Osmanlı ülkesinini hiç bir tarafında halktan üstün sayılabilecek beylerle asilzadelerden oluşmuş hiç bir yüksek tabaka yahut soylular sınıfı yoktur." (Chalcondyle, Histoire generale des Turc, Paris, 1662.)

"Osmanlı memleketini gezerken, bütün insanların eşit olduğunu ilan eden İslam kanununun dürüstçe uygulanışı karşısında derin düşüncelere daldım." (James Baker, Turkey in Europe, Londra, 1877.)

Kaynak: Cem Küçük & Münir Üstün, Resmi Tarih Yalanları,
Profil, İstanbul, 2009, Sayfa: 136-142.

16 Mayıs 2012 Çarşamba

Kadın Sultanlar


'Kadın sultanlar' denilince akıllara bir elin parmağını geçmeyecek kadar az isim gelir. Hürrem, Kösem ve Nurbanu sultanlar hafızalara kazınmıştır ama ya diğerleri? Tarihçi Necdet Sakaoğlu'nun yeni kitabı 'Bu Mülkün Kadın Sultanları' işte bu soruya cevap veriyor.

Fehime Sultan
, uzun yıllar göz hapsinde tutulmuş bir hanedan mensubu. Babası 5. Murat'la birlikte neredeyse hiç rahat yüzü görmemiş. Çırağan Sarayı'nda adeta bir zindan hayatı yaşamış. Hanedanlık kaldırılınca Osmanlı topraklarını terk etmek zorunda kalmış ve Nice'e yerleşmiş. Fehime Sultan'ın sürgün yıllarına 'sefalet' damgasını vurmuş. Kocası tarafından terk edilmiş. Narin bedeni gurbette çektiği sıkıntılara daha fazla dayanamamış. Vereme yakalanmış. Yanından hiç ayrılmayan dadısı, ilaç almak için geceleri Nice sokaklarında dilenirmiş. Dört yıl boyunca hastalıkla boğuşan Sultan, öldüğünde bilinmeyen bir yere gömülmüş.

'Kadın sultanlar' denilince akıllara bir elin parmağını geçmeyecek kadar az isim gelir. Hürrem, Kösem ve Nurbanu sultanlar hafızalara kazınmıştır ama ya diğerleri? Tarihçi Necdet Sakaoğlu'nun yeni kitabı "Bu Mülkün Kadın Sultanları" işte bu soruya cevap veriyor. Kitap, bu alanda yapılmış en kapsamlı çalışmalardan biri. Oğlak Yayınları'ndan çıkan eser, Osmanlı hanedanında ismi geçen 564 kadın sultan, valide sultan, kadınefendi ve sultanefendinin hayatını konu alıyor.
Sakaoğlu için bu kitabın ayrı bir de değeri var. Çünkü yaklaşık kırk yıl önce böyle bir eser yazma kararı almış. Geçen bu süre içerisinde çok titiz bir şekilde çalışmış, belge toplamış. Kitabın hikâyesini, "Çok zahmetli oldu." diyerek özetliyor. Sakaoğlu'na göre Osmanlı Devleti'ne bakış açımız seferler, yenilgiler, aziller ve idamlarla sınırlı. Padişahların anneleri, hanımları ve kızlarıyla ilgili yeterli bilgiye sahip değiliz. İsimleri sıkça anılan kadın sultanlar da maalesef önyargıların kurbanı.

Necdet Sakaoğlu, "Hürrem Sultan'ı ne kadar tanıyoruz? Onun İstanbul'a kazandırdığı medreseleri, hanları, ibadethaneleri biliyor muyuz? Hacca gidenler Mekke ve Medine'ye ilk suyolunu Hürrem Sultan'ın yaptırdığının farkında mı?" diye soruyor. Hürrem Sultan, çok modern bir hanımefendi, modayla, sanatla arası çok iyi. Nurbanu Sultan'ın sadece Yahudi sarraflarla olan ticaret ilişkilerini gündeme getiririz, ama Üsküdar'a kazandırdığı tarihi kimlikten hiç bahsetmeyiz.

Sakaoğlu, kitapta Osmanlı Devleti'ni 'hatasız' olarak gösterme gibi bir kaygısının olmadığını söylüyor. Yazara göre her devletin sevapları ve günahları var. Ancak 21. yüzyılın mantığıyla 16. yüzyılı anlamaya çalışmanın büyük bir hata olduğunu ifade ediyor. "Neslimiz, Kösem Sultan'ı, 'oğlunu öldüren bir cani' olarak tanıyor. Bunda ders kitaplarının büyük etkisi var. Kimse o günün atmosferini düşünmüyor. Devletin geleceği için Kösem Sultan'ın yaptığı büyük fedakârlık göz ardı ediliyor." ifadelerini kullanıyor.

15 Mayıs 2012 Salı

Hz. Rabia ve Hırsız


Bir gün namazda iken evine hırsız giren Hz. Rabia, namazını bitirinceye kadar hırsızın bir şey bulamayıp eli boş döndüğünü anlayınca seslendi: "Ey muhtaç adam, bari ibrikteki sudan abdest alıp iki rekat namaz kıl da emeğin büsbütün boşuna gitmesin..."
Hırsız şaşırmış ve korkuyla karışık bir ruh haline kaplanmıştı. Hemen abdest alıp orada namaza durdu. Hz. Rabia bundan sonra ellerini kaldırıp dua etti:
"Ya Rab, bu muhtaç, benim evimde alacak bir şey bulamadı, onu Sen'in kapına gönderdim. Sen elbette benim gibi değilsin. Onu boşçevirmezsin."
Namazı bitiren hırsızın, tövbe etmeye başladığını duyunca, bu dfa da şöyle yalvardı Hz. Rabia:
"Ya Rab, bu adam kapında birkaç dakika bekledi, hemen kabul ettin; ama bu aciz, bütün ömür boyu kapındaydı, hala böyle kabul edilemedim!" O sırada kalbine doğan söz şöyleydi:
"Üzülme! Onu senin hürmetine kabul ettik."
Kaynak: Aşkın Gözyaşları Tebrizli Şems - Sinan Yağmur (209. sayfa)

Birisi "Allah" deyince onun dudağı tatlanırdı. Şeytanın ona, "Ey çok konuşan herif! Bu kadar Allah demene karşı O'ndan hiç 'buyur kulum' diye biavallı adam şeytanın bu sözlerine çok üzüldü ve ağladı. Rüyasında Hızır (a.s.) göründü ve ona "Neden Allah demeyi bıraktın?" diye sorunca adam, "Bana O'ndan hiç cevap gelmiyor. Ne yapayım? Sonra O'nun kapısından kovulmaktan korkuyorum." dedi. Hızır (a.s.), "Senin 'Allah' demen zaten O'nun 'Kulum ben buradayım' demesidir. Senin niyazların, yakarışların ve dertlerinin hepsi ona haberci olarak ulaşır." deyip adamı teselli etti. Allah her an haır ve nazır olduğu için O'nun cevap vermesi gerekmez. Kelimesiz ve sessiz duygular hep O'na ulaşır.
Kaynak: Aşkın Gözyaşları Hz. Mevlana - Sinan Yağmur (234. sayfa)

Riyadan Uzak Durmak


Vaktiyle bir derviş,bir Ramazan akşama iftara davetliydi. Derviş, yatsıya yakın evine döndü ve karısından mümkünse kendisi için sofra hazırlamasını istedi. Karısı:
- Sen davette değil miydin? Ne yemeği?
- Sorma! Çok yersem arkamdan "Halis derviş değilmiş" diye konuşmalarından korktuğum için pek birşey yiyemedim.
- Tamam. Sen şu akşam namazını kıl da ben o arada sofrayı hazırlayayım.
- Ama, ben akşam namazını orada kılmıştım.
- Sen arkamdan kötü konuşurlar diye pek yemek yiyemediğine göre, arkamdan iyi konuşsunlar diye namazı da uzatmışsındır. Hadi, akşam namazını bir daha kılıver de o arada sofrayı hazır edeyim.
Riayet edilir ki, hanımının bu ikazından sonra dervişin aklı başına gelmiş ve riya derdinden kurtulup halis bir derviş olmuş.
Beklentisi olmayanın hayalkrıklığı olmaz. Aşkın kapısına varmayanın yarası asla olmaz.
Kaynak: Aşkn Gözyaşları Hz. Mevlana - Sinan Yağmur (237. sayfa)

11 Mayıs 2012 Cuma

Ayıkla Pirincin Taşını

(Bir zorluğu çözümlerken, bir engeli ortadan kaldırmaya çalışırken bazen hiç beklenmedik sürpriz olaylar çıkar ve daha büyük engeller karşınıza dikilir. Böyle durumlarda bu deyim kullanılır.)

Deyimin öyküsü Osmanlı tarihine dayanır. Yavuz Sultan Selimin Yemen’i Osmanlı topraklarına katmasından bir süre sonra Yemen’de isyan çıkmış, uzun uğraşmalar sonunda Yemen Fatihi Sinan Paşa duruma hakim olmuş; Yemen bundan sonra 400 yıl Osmanlı egemenliğinde kalmıştı.
Söylentiye göre Sinan Paşanın askerleri bir gün çölde konaklamış. Yemek pişirmek üzere hasır torbalar içindeki mısır pirinçlerini yere serdikleri büyük bir çadırın üstüne dökmüş ve taşlarını ayıklamaya başlamışlar.
Bu sırada bir fırtına çıkmış ve rüzgarın savurduğu bir kum bulutu pirinçlerin üstüne inerek, ufak bir tümsek halinde yığılmış.
Kumların altında kalan pirinçlere bakakalan yeniçeriler arasından şakacı bir asker, arkadaşlarına:
-Biz Allah’ın nimetini taşlı diye beğenmiyorduk, bizim gibi günahkar kullara üç beş taş az bile gelir. Asıl şimdi ayıklayın bakalım pirincin taşını. Ulu tanrımız, Kabe’ye hücum eden fil sahiplerinin başına ebabil kuşlarından taş yağdırmıştı. Bizim başımıza da daha büyük taş yağdırmadan hemen tövbe edelim, diyerek arkadaşlarını güldürmüş.

Mimar Sinan'nın Nargile Keyfi ve Dehası


Mimar Sinan, Sultan Süleyman döneminin yetiştirdiği en büyük usta.

Malûm Kanuni Sultan Süleyman, imparatorluğunun gücünü ve ihtişamını göstermek adına Süleymaniye Camii'ni inşa ettirmişti.
Bu cami ve külliyesi 7 senede bitirildi. 7 yıllık bu uzun süre, Kanuni'nin canını sıkmıştı. Sinan'ın yapıyı neden bir türlü açmadığını anlamamıştı.
O sırada her taraftan da dedikodular yağmaya başladı Sultan'a. Kanuni, durumu kendi gözleriyle görmek için bir ikindi vakti Süleymaniye'ye gitti. Muhteşem yapının içine girdiğinde Sinan tam da söylendiği gibi caminin ortasında oturmuş nargilesini tüttürmekteydi. Sultan gözlerine inanamadı.
Tok sesiyle ve bütün haşmetiyle "Bu ne iştir Mimarbaşı" diye haykırdı. Oysa Mimar Sinan'ın içtiği nargilede tömbeki yoktu. İçtiği sadece suydu. Usta mimar, nargilenin fokurtularını dinleyerek caminin akustiğini ölçmeye çalışıyordu. Mihraptaki imamın sesini, aynı oranda bütün camiye nasıl ulaştıracağını hesaplıyordu. Bunun için Anadolu'nun değişik köşelerinden 65 tane dev turşu küpü getirtti. Bu küpleri içleri boş, ağızları dışarıya gelecek şekilde kubbenin eteklerine dizdirdi. Amacına ulaşmıştı Mimarbaşı. Sesi, yüzlerce metrekarelik mekânın her köşesine, en iyi şekilde yaymayı başarmıştı. Kanuni de, Sinan'ın niyetini anlamış, ustasını hemen bağışlamıştı.
Bu anlattıklarımı, Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu "Süleymaniye'nin Sırları" başlığı altında e-postama gönderdi. "Sırlar" şöyle devam ediyor:
Mimar Sinan yapının içine bir de hava koridoru inşa etti. Elektriğin henüz bulunmadığı o yıllarda, Süleymaniye 275 dev kandille aydınlatılıyordu. Sinan, bu kandillerden çıkan is camiye zarar vermesin ve cemaati rahatsız etmesin diye, orta kapının üzerine küçük bir odacık yaptırdı. Binanın değişik köşelerine açtığı oyuklardan giren islerin bu odada toplanmasını sağladı. Şaşırdınız değil mi? Durun, daha bitmedi...Ve adına da "İs Odası" denilen bu bölmenin içine özel bir nemlendirme sistemi kurdu Sinan. Odada toplanan islerden, dönemin en kaliteli mürekkebini damıttı.

Süleymaniye'nin duvarlarında gördüğünüz o muhteşem kalem işleri, yazılar, süslemeler, caminin kandillerinden çıkan isten damıtılan o mürekkeple yapıldı. Bütün bunlar günümüzden yüzyıllar öncesinin bilimiyle, teknolojisiyle gerçekleştirildi.

Kaynak: Tarih Kulübü

İNGİLİZ ÇİVİSİ VE MEHMETCİĞİN ÇARIĞI


İngilizler, Müslüman askerleri için Kurtuluş savaşında özel ürettikleri zehirli çivilerle savaş suçu işlemiş! Tarihin en korkunç yöntemlerinden biri olan bu çiviler, uçaklar vasıtasıyla cephelere dağıtılmış.

Çanakkale’de zaten ayağında doğru dürüst çarık dahi olmayan binlerce mehmetçik, yukarıdan atıldığı zaman mutlaka bir tarafı dik kalan bu zehirli çivilere basarak kangren olmuş.

Bu çiviler dört taraflı olup,her bir kancasında zehir bulunmaktadır.Ayrıca her ne şekilde atılırsa atılsın,bir kenarı mutlaka ayağa saplanacak şekilde üretilmiştir.

Bu zehirli çiviler yüzünden 12 bin askerin bacağı testereyle kesilmiş ve ateşle dağlanmış olmasına rağmen Mehmetçik savaşmaya devam etmiştir

Kaynak: Tarih Kulübü

Tiyatro Tutkunu


Yaşadığı şehirden, bulunduğu ortamdan kısacası yaşantısından sıkılan bir adam, cebindeki az miktar para ile yanına hiçbir şey almadan bulunduğu kenti terk edip daha önce hiç bilmediği bir ülkeye gitmiş. Oraya henüz alışmaya çalışırken birde...n bir ses duymuş. Bir çığırtkan, avazı çıktığı kadar meydanda bağırıyormuş:

- Tiyatro! Gelin! Kaçırmayın! Bu akşam Tiyatro!...

Adam hayatında hiç tiyatroya gitmemiş ve inanılmaz derecede merak etmiş. Biletin nereden alındığını öğrenmiş. Bilet fiyatı cebindeki tüm para kadar olmasına rağmen hiç tereddütsüz bileti almış. Başlamış merakla oyunu izlemeye... Oyun bitmiş, herkes dağılmış ve bizim meraklı öylece kalmış, izlediği muhteşem oyun karşısında. O sırada temizlikçi tarafından salonu boşaltmak için ikaz almış.
Adamsa:
- Bana müdürünüzün yerini söyler misiniz? Onunla bir şey konuşmam gerek... demiş.

Seyrettiği oyunun etkisi ile müdür ile konuşmuş ve ne olursa olsun, ne iş olursa olsun buranın bir parçası olmak için çalışmak istediğini belirtmiş. Müdür çok şanslı olduğunu, şu sıralarda bir temizlikçi aradığını fakat önce onu denemesi gerektiğini ifade etmiş ve denemek üzere aylardır el değmemiş bir kütüphanenin temizliğini uygun bulmuş.

- İşte burayı temizle. Eğer beğenirsem seni işe alırım... demiş ve gitmiş.
Tiyatro aşkının verdiği şevk ile temizlik beklenenden kısa sürede bitmiş. Müdür odayı görmeden adamın samimiyetine inanmamış. Onu diğerleri gibi işi savsaklayan biri sanmış. Fakat odanın temizliğini görünce hayretler içinde kalmış. Aylardır içeriye girilmeyen oda gıcır gıcır oluvermiş. Müdür bu çabuk ve becerikli adamı işe almaya karar vermiş.

- Tamam seni işe alıyorum
- Fakat benim yatacak yerim yok.
- O zaman burada yatarsın ve işe daha erken başlarsın.

İstediği olan tiyatro tutkunu, huzurlu bir şekilde odayı terk ederken müdür.

- Adın neydi senin buraya yazalım.... demiş. Aldığı cevap ise,
- William! william SHAKESPEARE!...

Kaynak: Tarih Kulübü

Osmanlı Tokadı

 
Osmanlı tokadı, Osmanlı Ordusu askerlerinin silahsız savunma ya da saldırı durumunda kullandıkları, elin her iki yanıyla yapılabilen düşmanı sersemletmek amacıyla uygulanan bir vuruştur. El ve kolun açısız ve omuzdan hızla hareketiyle hedeflenen noktaya el ile yapılan temasla yapılır. En çok yüzün her iki yanına ve enseye yapılır. Vuruşun şiddetine göre öldürücü olabilir.
Osmanlı Ordusu’nda genellikle savaşlarda birebir ve yüzyüze yapılan mücadeleler esnasında...
sık sık yaşanan silahın elden düşmesi ya da kırılması durumunda kullanılmıştır. Osmanlı kültüründe bir kavgada taraflar asla birbirlerine yumrukla müdahale etmezlerdi. Yüze kalıcı zararlar verme ihtimalinden dolayı birine yumrukla saldırmak son merhalede yer alır ve yumrukla ilk saldıran ayıplanırdı. Tıpkı yatağan kılıcı olanların dövüşlerde karşılarındakini aşağılamak için kılıcın kesmez yanı ile saldırmaları gibi, tokat ancak yeri zamanı, kavgadaki taraflarca bilinen kurallarla kullanılırdı. Kavgada büyük olan karşısındakini sesi etraflıca duyulan şiddetli bir tokatla uyarır ve bu durum genellikle yeterli olurdu.

Osmanlı Ordusunda meydan savaşlarında en ön safta yer alan, azab askerlerinin, esas amaçları olan karşıdaki düşmanın elit birliklerini yorma görevleri sırasında hafif silahların kısa zamanda kullanılmaz duruma gelmesi ve ağır silahların kuşanmalarının aldığı zaman çoğu kez bulunamadığında tokat atmaya başlamaları ile askerler arasında yiğitliğin eriştiği son nokta olarak görülmeye başlanmış ve bunun üzerinde popülarite kazanmıştır. Sesi ile düşmanın üzerinde yarattığı psikolojik etki sebebiyle zamanla geliştirilmiştir. Bu askerler daha eğitim safasında mermer döverek yetiştirildikleri için, çok kuvvetli ellere ve kol yapısına sahip olurlar.(Osmanlı ordusunun En büyük tokatçıları Başıbozuk (Delibaş) diye adlandırılan bir düzensiz ordudur)
 
Kaynak: Tarih Kulübü

Tatlı ve Tuzlu Suyun Ayrıldığı Yer?

Cebeli Tarık'ta tatlı ve tuzlu suyun birbirinden ayrıldıgı yer... Gözle görüp inanmamak mümkün mü?..

9 Mayıs 2012 Çarşamba

Dingo'nun Ahırı

 
 
Atlı Tramvaylar zamanında, tramvaylar 2 atla çekilirken dik Şişhane yokuşunu çıkabilmek için Azapkapı'dan takviye at alarak yokuşu çıkabilirlermiş.

Tramvay bu haliyle Taksim e kadar gelir, burada çıkartılan atlar, bu gün Taksim alanının batı kısmındaki sular idaresi maksemi ile Fransız konsolosluğu arasında bir ahırda bir süre dinlendirildikten sonra tramvaya bağlanmadan boş olarak Azapkapı ya g...
ötürülürlermiş.

Taksim deki bu ahırı Dingo adlı bir rum vatandaş işletirmiş. Gün boyu bir sürü atın girip çıkmasından dolayı dilimizdeki '' Burası Dingo' nun ahırı mı giren çıkan belli değil '' sözünün buradan geldiği söylenir.
 
Kaynak: Tarih Kulübü