25 Eylül 2011 Pazar

Matrakçı Nasuh Kimdir?


Kanunî Sultan Süleyman döneminde Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa ailesinin bir üyesi olmuştu artık. İşte o parlak dönemde bir Türk minyatür sanatçısı çıktı ortaya ve eserlerinde Doğu ile Batı’nın buluşmasını sağladı. Adı, Matrakçı Nasûh’du...

Bir gerçek var ki, o da Matrakçı Nasûh’un Rönesans İtalyası’nın seçkin evrensel aydınları gibi çok yönlü biri olduğu. Tarihçi, matematikçi, hattat ve ressam olmasının yanı sıra, aynı zamanda bir silahşör ve sporcuydu. “Matrakçı” dendi ona, çünkü o, matrak oyununu bulan kişiydi... Yani tahta, kılıç ve kalkan yerine, yuvarlak yastık kullanılarak yapılan, zarif dans adımlarıyla bir tür eskrim karşılaşmasının... Nasûh bu oyunda öyle ustaydı ki, 1529’da Kanunî bir fermanla onun matrak oyununda tek ve eşsiz olduğunu belirtmişti.

MİNYATÜRLERLE KENT PLANLARI

Bizi burada asıl ilgilendiren, Nasûh’un topoğrafik minyatürleri. Matrakçı Nasûh’un eserlerinin kiminde kuş, tavşan gibi hayvanlar yer alsa da hiçbirinde insan yoktur. Kent minyatürlerinde çok usta olan sanatçı, eşsiz teknik ve yöntemiyle yepyeni bir tür yaratmıştır. O kadar ki, onun minyatürlerinde bir kentin binalarını tek tek görmek, çevresindeki doğa ve bitki örtüsünü incelemek mümkündür. Bunları bir plan gibi kuş bakışı yaparken, aynı zamanda bir resim gibi cepheden de göstermiştir.

Onun minyatürlü dört tarih kitabından en önemlisi, Kanunî Sultan Süleyman’ın 1534-35’teki 1. İran-Irak seferidir... Ordunun İstanbul’dan önce Bağdat’a, sonra Tebriz’e gidişi, dönüşte de Halep, Eskişehir üzerinden İstanbul’a varışı resmedildiği gibi, yolların üzerindeki tüm kentler de eserde yer almıştır. Bu eşsiz eserin tek nüshası, şimdi İstanbul Üniversitesi Kitaplığı’nda bulunuyor.

BAŞTAN BAŞA İSTANBUL


Nasûh’un iki sayfa üzerine yaptığı İstanbul minyatürü ise başlı başına bir şaheser... İstanbul, Galata ve Üsküdar’ın küçük bir bölümü olmak üzere üç kesimde gösterilen şehrin bina, bahçe, meydan, külliye ve sarayları yer alıyor minyatürde. En önemlisi, günümüze kalmayan yer ve binalarla ilgili bilgileri, burada ayrıntılı olarak bulabiliyor olmamız. Örneğin Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’da yaptırdığı ilk saraydan günümüze tek bir iz yok. Oysa Nasûh’un minyatüründe, bugün İstanbul Üniversitesi’nin merkez binasının olduğu yerde bulunan Eski Saray’ı ayrıntılarıyla görebiliyoruz.

Matrakçı Nasûh’un ikinci minyatürlü kitabı ise Sultan Bayezid Tarihi... İçinde 10 minyatür bulunuyor. Kili, Akkerman, İnebahtı, Modon ve Gülek kale ve kentleri ile Osmanlı donanmasının minyatürleri yer alıyor.

Kaynak: Tarih Kulübü




Halvet Nedir?

 
Halvet tasavvufta yalnız bir kenara çekilip dua ve ibadetle meşgul olmak anlamına gelmektedir. Dini bir terimi ne yazık ki cinsellikle ve cinsel ilişki ile birleştirerek gerçek anlamını bozmuş durumdalar. Bu da üzücü bir durum. Halbuki halvet kişinin kendi ile başbaşa kalıp kendi iç haline dönebilmesidir.

Dizide geçen osmanlıda padişahın halvet'i durumuna ise Sahih halvet denilir. Yani eşlerin hiç kimsenin göremeyeceği ve istekleri dışında kimsenin giremeyeceği (dizi ekibide dahil) kapalı veya kapalı sayılan bir yerde yalnız kalmaları demektir. Bazı bakımdan gerdek gecesi ile aynı sonuçları doğurmaktadır. Hükmü gerdek (zifaf) diyebileceğimiz bu durumda da kadının mehrin tamamı üzerindeki hakkı kesinleşir.

Karı ve kocanın birinde cinsel ilişkiyi engelleyen bir durum bulunmazsa halvet sahih olur. engel ya hastalık, küçüklük, çelimsizlik gibi ferdi bir durum veya farz olan namaz, farz olan oruç, hacda ihramda bulunma, hayız ve nifas gibi şer'i bir hüküm olabilir. Yanlarında kör, uykuda çocukta, biri olsa ve yukarıdaki engellerden bir bulunursa halvetin sağlığını bozar. İktidarsızlık halvet mani değildir.
...

Sahih halvet, gusül almayı, kızların erkeğe haram olmasın üç talakla boşanmış eşin ilk kocasına dönüşünü ve mirasçı olmayı gerektirmez. Sadece iddet beklemeyi, nafaka ve mehri gerektirir.

Sahih bir evliliğin ardından mehir borcunun doğabilmesi için evlenen kadın zifaf için hazır olmalı ve aralarında sahih halvet vuku bulmalı ve taraflardan birisi nikahtan hemen sonra ve ve zifaf veya halvetten önce ölmüş bulunmalıdır.

Nikah akdi yapıldıktan sonra, fakat zifaf veya sahihi halvetten önce bir ayrılık vuku bulursa ayrılığa kimin sebep olduğuna bakılır. Eğer ayrılığa erkek sahip olmuşsa mehirin yarısını kadına ödemelidir. Kadın olmuşsa bir şey gerekmez.
Faydalanılan Eserler1) İlmihal İslam ve Toplum, Türkiye Diyanet Vakfı İslami Araştırmalar Merkezi
2) Büyük Kadın İlmihali, Rauf PEHLİVAN

ABD'nin Simgesi Sam Amca Kimdi?


Genellikle uzun beyaz saçlı, fraklı, yelekli ve çizgili pantalonlu, uzun şapkalı bir karikatürle betimlenen ve ABD'nin simgesi haline gelen Sam Amca figürünün nereden kaynaklandığı kesin olarak bilinmemekle birlikte, New York eyaletinin Troy kentinde yaşamış Samuel Wilson adlı bir işadamıyla ilişkilendirilir.
Sam Amca 1767 de New Yorkta doğan ve daha zengin bir et toptancısı olan bir iş adamıdır. Peki nasıl olmuştu da bu iş adamı Amerikanın simgesi olmuştur?

1812 Savaşında Wilson, onu Amerikan ordusunun Levazım müfettişi olarak atadı. Görevi, ordu için toplanan etleri teftiş edip üzerine "EA-US" damgası basmaktı. "EA", tedarikçi Elbert Anderson'u ve "US", alıcı ABD'yi simgeliyordu. Askere alınan bir çok asker, varillerin üzerindeki US'nin anlamı sorulduğunda müfettişin adını gösterdiğini söylüyorlardı: Uncle Sam (espri anlamında Sam Amca)... Bu lakap savaş yıllarında yayıldı ve sonunda ABD hükümeti için kullanılır oldu. Sam Amca 1832 de ABD bayrağındaki yıldızlarla beraber siyasi karikatürlerde boy göstermeye başladı.

... Sam Amca 1854 de öldü...
1870'lerden sonra Sam Amca figürüne son şeklini veren ABD'li ilk çizerin Thomas Nast olduğu sanılır. James Montgomery Flagg'in I. Dünya Savaşı'na asker toplamak amacıyla hazırladığı, altında I Want You (İngilizce: Sizi İstiyorum) yazılı Sam Amca afişleri II. Dünya Savaşı'nda da kullanıldı ve 20. yüzyılın en çok bilinen Sam Amca çizgilerinden biri oldu.

Kaynak: Tarih Kulübü

Şah İsmail'in Yavuz Sultan'dan Son İsteği


 
 
Yavuz Sultan Selim hiç kimsenin beklemediği bir şekilde Memluk devletine son vermişti. Çünkü Memluk Devleti yıkılmaz, yenilmez bir devlet olarak görülüyordu. En önemli başarıları o güne kadar kimsenin yapamadığını yapıp Moğolları 1260’da Ayn-ı Calut savaşında durdurmuşlardı. Ayrıca onları koruyan Sina çölünü geçmek büyük cesaret ve güç isteyen bir işti. Yavuz Sultan yenilmez denilen Memluk Devletini yendi, aşılmaz denilen çölü aştı.

İki yüz elli yıllık koskoca Memluk Devletinin bir anda tarih sahnesinden silinmesi Şah İsmail’i büyük endişeye sevk etti. Çaldıran savaşında kendisi Osmanlı’nın gücünü Memluk devletinden önce test etmişti. Yavuz Sultan Selim’in kendi üzerine geleceğini tahmin ediyor ve bu durumdan kurtulmanın yollarını arıyordu. Esasen Şah İsmail bu düşüncesinde haklı idi. Mısır işini halleden Yavuz Sultan Selim doğuda artık sorun bırakmak istemiyordu. Hatta Çaldıran savaşından sonra Şah İsmail’in barış tekliflerini bu yüzden reddetmişti. Şah İsmail Yavuz Sultan Selim Mısır seferinden dönerken Şam’a elçilerini ve hediyelerini gönderdi. Gönderdiği mektupta adeta yalvarıyordu. Kısaca Mektubunda :

-‘’Sen birçok belde ve tebaya malik oldun; bilhassa Mısır’ı almakla Hadim-i Haremeyn-i Şerifeyn ünvanını aldın. Şimdi sen arzın İskender’isin ; aramızda geçen geçmiştir ;bir daha avdet etmez ; sen memleketine git, ben de memleketime gideyim ; aramızda Müslümanların kanlarını dökmeyelim, arzun ve maksadın ne ise onu ben yerine getiririm.’’(1) diyordu.
...

Yavuz Sultan Selim Şah İsmail’in sözlerine güvenmedi. Fakat asker yorgun olduğu için o tarafa yönelmedi ama tedbiri de elden bırakmadı. Vezir-i azam Piri Mehmet Paşa’yı hem gözdağı vermek hem de kontrol için sınır bölgesine yolladı. Piri Mehmet Paşa Fırat boylarında bir süre kaldı birkaç kale aldı fakat Şah İsmail hiç ortalarda görülmedi. Bunun üzerine veziriazam aldığı emir doğrultusunda ordusu ile birlikte İstanbul’a doğru yola çıktı ve Edirne’de padişah’ın yanına ulaştı.

Kaynak: İsmail Çal-Dünya Bülteni
(1)Osmanlı Tarihi (Ord.Prof. İ.H.Uzunçarşılı, cilt II, sahife 296)

13 Eylül 2011 Salı

Osmanlı Kültür Hayatından Örnekler



İnsanlarımız eskiden edeplerindeki inceliklerine binaen ‘Işığı yak’ demezlerdi. Çünkü yakmak olumsuz bir kelimedir. Bunun yerine ‘Işığı uyandır’ derlerdi.

Geceleyin yatarlarken de ‘Lambayı (mumu) söndür.’ demezler (Allah kimsenin ışığını söndürmesin.),çünkü söndürmek olumsuzluk çağrıştırdığı için ‘Lambayı dinlendir’ derlerdi.

Aynı şekilde ‘Kapıyı kapat’ denilmez (Allah kimsenin kapısını kapamasın) ‘Kapıyı ört’ veya ‘Sırla’ derlerdi.
Kapıların üzerinde de‘ kapılar açan, müşküller gideren, kalplere inşirah veren’ manasında ‘’Ya Fettah’’ yazılırken günümüzde “itiniz” gibi manasız ve faydasız, boş bir kelime yer almaktadır.

Batı kültüründe sahip olunan asaleti, makamı öne çıkarma varken mesela General Patton, Matmazel Eleni, Kont Ferdinand gibi… Bizim kültürümüzde esas olan şey ise ‘eşrefi mahlukat’ olan insandır unvan değil. Önce isimler gelir sonra unvanlar. Mesela Süleyman Paşa, Ayşe Sultan, Yunus Ağa, Süleyman Çelebi gibi…
Eskiden evlere misafirler geldikleri zaman ev sahibi onların ayakkabılarının burunlarını dışarıya doğru değil içeriye doğru baktırırdı. Böyle yapmakla ‘’Biz sizin misafirliğinizden çok hoşnut kaldık, evimizi yeniden şereflendirmenizi bekleriz” demek isterlerdi.’’

Eski zamanlarda insanlarımızın evlerinin ekserisi ahşap gibi dayanıksız malzemelerden, boylarının servi boyunu ve edeben mahalle mescidini geçmeyecek, kıdem hakkına riayet ederek komşusunun manzarasını kapatmayacak şekilde inşa edilirlerdi.

Bunun bir hikmeti de, ahşabın insan mayası olan toprak ile iletişimin kesmeyen geçirgen bir malzeme olmasından dolayıdır. Çağımız insanın yaşadığı betonarme binalar ise bu özelliğe sahip olmadığından dolayı, insanın enerji boşalımını sağlamamakta stres, depresyon, anksiyete vs gibi hastalıklara zemin hazırlamaktadır.

Kaynak: Ulu Çınarın Gölgesinde – İbrahim Refik Kaynak Y. 2007