30 Kasım 2010 Salı

Kanuni'nin Korkusu



Kanuni Sultan Süleyman'ı en ziyade müteessir eden haber, mağlubiyetti. Serhat boylarındaki sayısız kalelerimizden biri istilaya uğrarsa gözüne uyku girmez, kalenin istirdadı için derhal tedbirler aldırırdı. Sultan Süleyman, bir gün hamama girmek için soyunmuştu. Kolundaki elmas bazubandını da gömleğin üzerine koymuştu. Kendisi içeride yıkanırken, dışarda elbisesini toplayan hizmetkarlardan biri bazubandı yere düşürmüş, elmas parçalanmıştı. Hizmetkar, darüssaade ağasına koşarak haber vermişti. Ağa ne yapacağını şaşırmıştı. Bazubant çok kıymetli bir şeydi. Hizmetkar bunu ancak hayatı ile ödeyebilirdi. Sultan Süleyman yıkanıp dışarıya çıktığı zaman, adamlarını meyus ve mükedder görünce:
- Ne için gamkinsiniz? Yoksa düşman taşrada bir kale mi aldı, yahut bir bed haber mi geldi? diye sormuştu.
Bazubandın parçalandığını öğrendiği zaman içi ferahlamıştı.


Kaynak: Yeniçağ

Tavusu Çalan Adam



Adamın birinin tavus kuşunu çalmışlardı. Ama kimin ne zaman nasıl çaldığı bilinmiyordu. Adam çok değer verdiği tavusunu kurtarmak için bir şeyler yapmak istiyor fakat elinden de bir şey gelmiyordu.
Doğru İmam-ı Azam'a müracaat edip, bir akıl vermesini istedi. İmam-ı Azam hazretleri:
- Sen bunu kimseye söyleme, ben çaresine bakarım, dedi.
Bu hadisenin ardından İmam Cuma günü camide cemaate vaaz ederken bir ara durduk yere cemaate karşı şöyle seslendi:
- Ey benim komşumun tavus kuşunu çalan adam! Daha çaldığın kuşun tüyleri bile başında iken camiye gelmekten utanmıyor musun?
Bunun üzerine cemaatten biri, kendisinden şüphelenerek eliyle başında kuşun tüylerini aramaya başladı. İmam-ı Azam Hazretleri kuşu kimin aldığını anlamıştı:
- Git hemen çaldığın tavus kuşunu teslim et de ondan sonra camiye gel, dedi ve böylece hırsızı meydana çıkarmış oldu.

Kaynak: Nesil Takvim

Eşkiya Buz Dağlarını Basınca Sarayda Pişen Yemekler Koktu!

Buzdolabının varolmadığı zamanlarda, yiyecekler ve içecekler buz kalıplarının içerisine konur, İstanbul sarayında da bu işi "Karcıbaşı" yapardı. Karcıbaşı'nın adamları dağlardan İstanbul'a buz taşırdı ama 1768 Eylül'nde yaşanan bir kaçırma olayı yüzünden saray buzdan mahrum kalmıştı.

Sadece saray değil, İstanbul halkı da buza meraklıydı ve kar ile buz o kadar çok talep ediliyordu ki, şehirde büyük bir buz sektörü doğmuştu. 16. yüzyılın ortalarında İstanbul'a gelen Pedro adındaki bir İspanyol, anılarında "kar ve buz satan dükkanların sayılarının kasaplar kadar olduğunu" yazacaktı.

Meyve satıcıları, yaz aylarında "karlık" denilen buz depolarından buz ve kar alır, meyveleri müşterilerine buzlarla birlikte verirlerdi. Buz kalıpları bugünün çeyrek ekmeği büyüklüğünde olur, su ve şerbet satıcıları da sattıkları içeceklerin içerisine bu kalıplardan atarlardı.

Tarihçi Ahmed Refik Altınay tarafından bundan senelerce önce yayınlanan bir arşiv belgesinde, saraya buz getirmek için dağa çıkan buzcuların başlarına gelen ilginç bir hadiseye rastlıyoruz.

Tahta III. Mustafa'nın bulunduğu 1768 Eylül2ünde, saray buzcuları buz kesmek için Gemlik'teki Katırlı Dağı'na çıkmışlar, ama burada eşkiyanın saldırısına uğramışlardı. Buzcuları ve hayvanlarını rehin alan eşkiya karcıbaşıya haber göndererek adamlarını serbest bırakmak karşılığında 5 bin kuruş fidye istemiş, fidye ödenmediği taktirde hem rehineleri, hem de hayvanları öldürme tehdidinde bulunmuştu. Tehdit bu kadarla da kalmıyordu: Eşkiya, saraya "Bu parayı vermezseniz, Katırlı Dağı'ndan bundan böyle buz nakline izin vermeyeceğiz." demişti.

Zamanın Osmanlı hükümeti, derhal harekete geçerek Gemlik Kadısı'na devlet karcılarının kurtarılması ve eşkiyanın cezalandırılması emrini verdi, ama o günlerden kalma belgeler burada son buluyor. Yani rehinelerin akıbetinin ne olduğu ve sarayın buzsuz kalıp kalmadığı konusunda elimizde bir bilgi bulunmuyor.

Kaynak: HaberTürk Tarih

25 Kasım 2010 Perşembe

Süzülmüş Gün Işığı



Hey Tanrım! Ben hepsini unutmuşum. Kırk sekiz yıllık ömrümü de, ömrümün yarıdan çoğunu dolduran memurluk hayatımı da unutmuşum. Unutmuşum, bu odadan gelip geçenlerin yüzlerini, seslerini… Ya da anımsamayı gerekli görmemişim, Bilmem ki niçin… Öyle işte. Oysa Yenidoğan’la Bakanlıklar arasındaki uzun yolu, sabahlı akşamlı yürürken düşünecek şey gerekiyor insana. Eski günleri asfaltın üstüne çize çize yürüdüğüm zamanlar, bir buçuk saattan biraz daha çok çeken, yol kısalıyor gibiydi. Sabahın serinliği sırtımda, kendimi bakanlığın kapısı önünde buluyordum. Demek eski arkadaşları, seslerini, konuşmalarını, kalem tutuşlarını, gülüşlerini unutmamışım. Gelgelelim bu beklenmez yaratığı getirip karşımdaki masaya oturttukları dakikada bunların hepsi silindi belleğimde. Sanki eski bir betiğin ilk cildini kapamışım da ikinci cildine hazırlanmışım gibi, öyle bir ferahlık, mutluluk doldu içime.

Pek ahım şahım da güzel miydi? Ölçülerimi de yitirmiştim belki. Hiç bir yerini, hiç bir kadınınkine benzetemiyorum. Hoş, daha geldiği günün akşamı da bundan vazgeçtim. Sonra sonra, ucuz ketenden yapılıp da ezilmiş, örselenmiş olduğunu ayırt ettiğim, belki de hafifçe kirli, az nemli küçük karelerin yan yana gelmesinden meydana gelmiş rubası, yaka yönünden biraz bolcanaydı derim. Makinenin üstüne eğilmeden de bir yanı, dur bakayım, sol yanı belli belirsiz kabarıyordu. Öyle derisinin biraz daha ilerisi, aşağısı, noktalı ışığı alıveriyordu. Gözlerinin üstüne de, kaşına da, kalın, enli boyalar sürüyordu. Bu boyanın fabrikasında, onun için yapılmış olacağını yüz kere düşündüm. Öylesine ki, onu boyasız düşlemek elde değildi. Bu yüzden boyalı olduğunu da aklıma getiremiyordum. Bönlüğümden mi? diyelim, dudaklarının boyasını istediğim zaman siliyor, istediğim zaman yeniden sıvıyordum. O da bir parlak, bir kızıldı ya, gövdesinden ayrıt edilebiliyordu.

Bilmem kimin, daire müdürüne, kim bilir hangi yolla gönderdiğini söyledilerdi. Günlerce sözü edildi; kulak kesilip dinledim de. Dedim ya, gereksiz sigara dumanları gibi tümü siliniverdiler; kısa sürede. İlk günü daireden çıkıp evin yolunu tuttuğum dakikaları ömrüm oldukça unutamayacağım ama. Bu ha? Bir kuyunun dibinden bol sularla taşarak yeryüzüne, gün ışığına çıkmışım, ben ha? Karımın, zorlana zorlana yanak çukurlarına yapışıp kalmış, o tatlı gülümseyişi… Okullarından döner dönmez tulumba başında gıcır gıcır ayakları, elleri, enseleri yıkanan çocuklarımın takunya tasmalarından sarkan beyaz parmakları… Alçacık, yer yer morarmış ama, ak sıvası taptaze tavanlarımız… Ne kerte yorgun olsanız da, nice sinirli, öfkeli olsanız da, hemen ense kökünüzden terli sırtınıza akıveren o billur soluklu pencereler, perdeler, saksılar. Hayır, bir sandık kapağı kapanmış, yeni yeni bir kapaklar, bir dolaplar, bir sokaklar açılmış.

Tam da karşımdaki masaya oturtmuşlardı. Gözünü uzun uzun kucağında, yumruğunda tuttuktan sonra, kaldırıp bana baktı. Yola çıktığım sıra düşündüm bu bakışı da. Düz yoldan gitmeyi sıkıntılı buldum. Geniş caddeden vurup Cebeci’yi tutsam, sonra Ulucanlar’ı yukarı doğru sürüp Atpazarı’ndan park yoluyle Bentderesi’ne insem… Rüzgâr da bana yoldaş, kıpır kıpır çenemde oynar. Ayakkabılarım hiç ağır gelmiyor artık. Topuğu vurmuyor, bağları da gevşemiyor. Birtakım dağ deliklerinin içinden gün boyu, ömür boyu taban teperek, binde bir ışıyıveren dar mazgalları bekle babam bekleyerek, kaplumbağalar gibi mi yaşıyoruz biz, dininizi severseniz? Bir açılsın şöyle doruklar, bir yıkılsın yükler, çözülsün ipler… Ohh! Söylemesi güç de inandırması daha güç, belki de yolu yok. Burnumdan kalem odasının kokusunu silip almasın diye o rüzgârdan, o annece sıvazlayıştan da vazgeçerdim. Yanımdan yöremden sıra sıra akıp giden insanların sayısından, sesinden adamakıllı kurtulmuştum. İyiden iyiye duyuyordum ki şehirden de, sokaktan da kurtulmuştum. Birisine çarpmamak için denge kurmaktan öte, her türlü düşünceyi de atmıştım kafamdan. Böylesine tüy bir gün, bir saat, bir soluk daha yoktu belleğimde. Nasıl olurdu da bu benzersiz gölgesiz yaratık, yılların tozuyle bunalmış o kalem odasına düşerdi? Tanrı benimle eğleniyor muydu yoksa! Bir geldi; serçe kuşları etlice butlarını nasıl çukurlaştırarak yandaki dala uçarlarsa, öyle aktı şefin masasına doğru. Şef de onu aldı, yarı yola kadar yürüyüp masasını gösterdi. Ne olduysa o zaman oldu işte. Dar, o daktilo sandalyeleri… Ama bunun için sanki genişlemiş, çukurlaşmıştı. Makinenin silindirinden belki biraz daha kalıncaydı beli. Öyle, bir sıkımlık. Şaşıracaksınız ya, aklıma ilk saldıran düşünce, o belin kasnağında bağırsaklar nasıl barınır; karaciğer ne eder; dalak, işkembe nice sığışır; burasını düşündüm. Kavrulmuş bozkırların ortasında bir çalı, kök çalı, günün birinde düşünmek çabasına tırmanırsa, kesin, benden ayrıntısı olmaz. Kökünü topraktan çekmeye uğraşsın istediği kadar, çırpınsın kuzey rüzgârının önünde; boştur. Nedir; üçüncü gününü süren sakalım bile o akşam, o akşam hani, avuçlarıma yapışmıyor. Seyrek saçlarımın her kılının Samanpazarı esintisinde pır pır ettiğini duyuyorum. Hem vallah, hem billah! Ellerim paltomun ceplerinde, bir avcumda ufak paralar, ötekinde sıcacık, kocaman kapı anahtarı. Sabahlı akşamlı taksilere binenler acep yaylı, böyle hafif, böylesine oynak mı olurlar? Bir küçücük meşin çantası var. İkide bir açar; beyaz güller gibi tomurmuş mendiller çıkarır; burunlarını, gerdanlarını siler. Bir kez daha bakardı yüzüme. Sanki “o sana yeter!” demek istedi. Yetmedi mi sanki? Parklarda, ıslak sıraların üstünde oturdum. Oturdum da donuk akşam güneşine batmış kuru dalların nasıl da güzel, güzellemesine güzel, ömrümde ilk olarak güzel olduğunu seziverdim. Dokuma gömlek de terden karnıma yapışıp kalmıştı, o ayazda. Ama karnım hiç yok, çöküvermiş. Sinema oyuncularının kaburgaları altında göbekleri nasıl çukurlaşıveriyorsa, benimki de öyle. Eriyivermiş. Tığ gibi kalkmışım sıradan… Yolun gittikçe kısalmasından üzgün, insanlara doğru yaklaşmaktan umutsuz, Dağ mahallesinin dar asfaltına vurmuşum.

O kurşunî, kirli duvarla, perdeler gibi havaya kalktı da, pembemsi bulut rengi tüllü çitler indi odaya. Ter kokulu üç kadınla terlik gibi eskimiş dokuz arkadaş, birbirimize sokulduk derim. Öylesine yılmışız. Bize onca yürek vermeye uğraştı ya, yatışabilir miyiz? Pörsümüş davul gibi püf püf eden ikinci mümeyyizimiz de ertesi gün teslim oldu. Bin yıl yaşasam orada, o hokkanın başında, o kara ciltli defterin içinde, rezil olmayacağımı bilsem, benden iğrenmeyeceğine aklım kesse, yerinmem. Yok saydırırım kendimi; paspas olup serilirim. Tek, saat başında bir, o da kaçamak, yakasının kabarık yanına bir bakayım…

Gece yarısına doğru varmışım eve. Kadın lambayı kısmış, patiskanın arkasında, fesleğenin gölgesinde, bekler. Çocuklar yatmış. Köşedeki mangalın külünde tıkır tıkır edip durur yemeğimiz. Bir tatlı karı bu, bir usanılmaz insan; bitirir. Koparıp koparıp getirmişler, üfleyip püfleyip temizlemişler, gülleyip takmışlar buna. Nasıl da ben getirmeden o geliyor buraya? Nasıl da esintileriyle karşıladı beni, sokak kapısından. Yaka aralığı da öyle, yanak çukuru da. Beli? Kokular içinde, utancımdan geri geri çekilerek, yaratığın belini düşünüyorum. Bağırsaklar, işkembe, karaciğer, belki de dalak, yürek, mide… Acep onların derisi de öyle peripembe midir! Kuş yumurtası kadar mıdır midesi, beyaz ipekten kaytanlar gibi midir bağırsakları!

Çocukların takunyaları kapı ardında dizili. Bizimki de bu akşam alacalı peştemal atmış başına. “Caddeye kadar indim de sana baktıydım…” diyor. İki de bir yüzüme bakıp bakıp “Sende bir hal var, içtin mi yoksa?” Ona anlatmayı nasıl da isterdim. Nasıl gönlüm çekti, ona başından sonuna kadar anlatmayı. Anlatmadım. Belki sabah ışırdı, horozlar öterdi. Belki pencereleri de açıp Yenidoğan’ın o ısırıcı yelini göğüslerimize çekerdik. Kim bilir nasıl kokardı, selvi süzgecinden süzülüşü. Bütün gün bitmezdi öyküm. Bütün hafta bitmezdi. Anlatmadım.
Yattık.

Bir güzelliği yoktur yün yatağımızın. Babacığım da bu yatakta dinlendirmiş sırtını. Ama sıcaklık derseniz, iliklerine sinmiştir. Karımı içine alır da yetinmez; o canlı ekşiliğini sulandırıverir, eritir. Üç çocuğu kalça kemiklerinin arasında besleyip yetirmiş insan diyemezsiniz ona. Kolları koltuklarına doğru yumrulaşır, sertleşir, nemlenir. Vazgeçmek aklımızın kenarından da geçmez. Nidersin ki, süzgeçlerin altında kıpranmaya gücün olmaz. Sabahı düşünürsün. Yol boyu kavaklar, ayaza meydan okuyan iğdeler, kerpiç duvarlar, canlanıp kalkınmak için beni beklerler. İnsanlarla böcekler, ayak tırnaklarını bileyerek, çapak söküp dirsek dikerler; ben geçeceğim diye. Ta ötelerde, kim bilsin hangi apartmanlı yolların gölgesinde, o da daireye doğru yürür. Bunu bile bile uzatma sıtmasına tutulursun da; bu kez İncesu deresinin yosunlu izini sürdürme tutkusuna düşersin. Daha geç varmanın sıvı, lekeli tadını içirdin mi iliklerine; dünyalar senindir. Benim! Gayrı ondan kesik, ondan uzak, onunla ilgisiz semtlerin adamı olurum. Ya da kulu kölesi. Zincirlere çakılı yaşamanın, yürümenin, sonra da varıp çökmenin baygınlığı. âdem babamız gibi beni de bin yıl yaşatsa, yeğ! Söküm söküm atkestanelerinden süzülüp gelen gün ışığı, birkaç dakika içinde, bir gür saksıyı havalandırmaya yeter de; ondan bana doğru vuran kalorifer ısısının mucizesine bir türlü erişemez.

Karım, birbirine ilikli günlerin dikişini çözmeyi, tam kendine yakışır olgunluk içinde, olduğu yerde bırakıverir; gece yarılarından sonra çorap yamama oyalantısına dalar. Gözü kaymaz mı bana? Çocukları, tulumba başından telâşla çekip sandık odasında doyuruvermesinin sonra da şiltelerine gömüvermesinin hikmeti ne ki? Selvilerden süzülen ay ışığı değil artık, gün ışığı. Bilip duruyor. Kanatlarını dışarlara karşı gererek, insanı çabucak huylandıran oyunlarına usul usul başlıyor. Anlatacağım ona. Kime anlatabilirim başka? Çaylakların, saksağanların, belki de kırlangıçların, sapanlardan, ökselerden ürkmeden, “Şimdi geçecek, kıpırdamayın yavrularım!” gibilerden, benim yoluma baktıklarını kimler, nasıl anlarlar? Vazgeçemeyeceğim tek insan, nasıl da bunalmış, yıkılmış dakikamda beni bulup, “çorabını çıkar, topuğu açılmış gene…” diyebilir. O beni bitirir işte, topuğuma bakan o kadın beni yer. Bütün dünyanın daktiloları, noktalı tenlerinin korkutucu ışığını açarak üstüme saldırsalar, topuğumdan beni yakalayacak, sökecek, götürecek olan, o!

Yarı karanlıkta, kavakların ışığını gözlerimize sindirerek, karşı karşıya oturuyoruz. Bu ot yastık da bu akşam ne kadar yumuşak? Sabah olsa da manavlar, “Uğurola ağabey!” gibilerden, mutluluğumu trafiğe vursalar! İskeletim kıpırdıyor: Sabah olsa da ekmekçiler, sandıklı beygirlerini durdurup “İyi günler komşu!” diye, biraz da yılışıkçasına, güneşin süzmelerine yol açsalar! Kirli kedilerle köy boynundan nafaka aramaya çıkmış uyuz köpekler, iki yana dizilip “Yolun açık olsun, mutlu adam!” diyesiye, kuyruklarını sallasalar!

Anlatamadım. Onu sıyırıp başkasına, beni anlaması için yalvarmak da geçti aklımdan, yalvaramadım. Ot yastığa, daha bir rahat, daha bir bezgin diyelim, suların yüzüne upuzun serilip uzanır gibi yaslandım. İçimin içinden Yaradan’a kısık kısık haykırdım: Şükürler olsun sana!

(*) Türk Dili, Ağustos 1961, Sayı: 119′dan, Türk Dili Dergisi Türk Öykücüğü Özel Sayısı: 286, Temmuz 1975, ss. 334-338


...alıntıdır...

Yarın Diye Birşey Yoktur - Tarık Buğra



Kendimi hafifçe heyecanlı hissediyordum: Bir sürü sigara içmiştim; son olsun diye bir tane daha yaktım. Bu biter bitmez yatağa girmeliydim: Yarın vücudum dinlenmiş, zihnim açık olmalıydı.

Sigarayı içerken Hâmid’den ve mesela bir Davalaciro diskuru veya Ankara’nın ünlü eleştirmecisinden, kendi diliyle yazılmış bir söyleşi okuyayım dedim; ama baktım ki heyecanım bütün anlayışsızlığımı seferber etmiş ve ben en açık alay unsurlarını bile atlayıp geçiyorum, hattâ kabalaşacağım; bıraktım. Bu heyecan, şiddetle ihtiyacım olan uykuyu gocundurabilir, onu nasıl defetmeli?

Islık çalayım veya bir türkü mırıldanayım dedim; ama ortaya yeni, yâni içime doğuveren besteler çıktı: yarına bağlı ihtimallerin, yarın olabileceklerin besteleri…. ve ben, bu arada, sigarayı tazelediğimi gördüm. Sinirlendirici bir şey… bu sigaradan ne umuyordum yâni? Uyku masa başında gelecek değildi ya? hem de ışık böyle pırıl pırıl yanıyorken?

Daha ikinci çekişini yaşayan sigarayı geberttim, ışığı söndürdüm, yatağa girdim ve Allah’ı hatırladım; bana uyku ihsan eylesin diye.

Uyumazsam çok kötü olacaktı; hemen uyumalı idim. Bunun için de uykuya en elverişli durum ve şartları gözetmem gerekti: Midemi gözeterek sol yanıma uzanmış ve heyecanımı yatıştıracak bir konu armaya başlamıştım. Çok geçmeden kalbimin de sol yanda olduğunu hatırladım, sağa döndüm. Bedenim böyle daha rahattı, ama kafamda bir eksiklik var gibiydi: Kafam gözlüğünü unutmuş, biri iyice miyop, öteki iyice hipermetrop bir çift göz gibi, utangaç bir panik içindeydi… evet, kafam.

Ve, kafam kendi kendini zorladı, sebebi buldu: Sol yana yatarken çevirdiği film kopmuştu. Ekledi:
Film bir tabiat manzarası idi ve bu benim eski bir yöntemimdi: Uykunun altın olduğu askerlik günlerinde onun sâyesinde pek iyi sonuçlar elde etmiştim; on dakikalık molalarda bile mışıl mışıl uyurdum. Rastgele bir yere şöyle uzanıverir, doğduğum kasabayı, bu kasabadaki kocaman çınarlı bir tepeyi düşünür, ovanın bu tepeden görünüşünü düşünür, böylece de sinirlerim gevşemiş, rahat ve mahzun, dalar giderdim.

Bu bir kanundu; çünkü her denenişinde ayni sonucu verirdi. Ama işte şimdi iflas ediyordu; işe yaramıyordu:
Eskiden ve bütün hallerde orayı düşünmek yeterdi bana. Şimdi ise o çocukluk kasabamda olmak istiyor, başka hiç bir şeyi değil, ancak ve yalnız bunu istiyordum.

Durum böyle olunca da, bu kalleş sıla özlemini söküp atmaktan başka yol yoktu; ben de böyle yaptım. Böyle yaptım ama, ufukta uykuya benzer, hattâ uyku habercisi bir şey görünmüyordu; ufuk bile görünmüyordu: Ufuk, bir toz duman ardında, atomik bir hızla kaynaşan öfkeler, kızgınlıklar, kırgınlıklar, hoşlanışlar, tiksintiler, umutlar, umutsuzluklar, sevgiler ve acılar ardında eriyip gitmişti.

Beni çileden çıkarabilirdi bu: Yeniden sol yanıma döndüm. Ve bütün bu yüzleri, bu anışları, bu düşünceleri sağ yanımda bırakayım dedim… bırakırım umdum. Ne çare ki, bunların pek çoğu da benimle birlikte sola üşüştüler. Ben de , o zaman, bir hiç değilse yarım sigara içmenin iyi olup olmayacağını düşünmeye başladım. Bu arada aklıma içtiğim sigaraların sayısını bulmak sevdası düştü: uzun uzun uğraştıktan sonra, ikindiden bu yana içtiklerimin sayısını tam ve kesin olarak bilmek zorunda olduğumu anladım; yoksa içim bir de bu yüzden mıncıklanıp duracaktı.

Bir paket bitmişti. Bunu biliyordum. İkinci de ne kadar kaldığını, yâni ne kadarını içtiğimi anlamak için kalktım, ışığı yaktım: Pakette sekiz sigara vardı. Demek ikindiden bu yana otuz iki sigara içmişim. Elimde olmadan, “patla” dedim. Sonra da, avunayım diye, bir sürüsü otlakçılara gitmiştir diye düşündüm. Ama, aksine, aklıma hep arkadaşlardan içtiklerim geliyordu.

Bu iş de bir çıkar yol göremeyince yatmaya karar verdim. Masadan kalkarken gözüm yine sigara paketine takıldı ve ben, sigaraları lâf olsun diye bir daha sayınca, yedi tane olduklarını gördüm. Şaşılacak bir şeydi bu; çünkü, daha az önce sekiz saymıştım. Allah, Allah diyerek sigaramdan derin bir nefes daha çektim ve saate baktım: Akreple yelkovan, sarmaş dolaş, tek çizgi! Telâşlandım, sigarayı, ışığı söndürdüm. En geç yarım saate kadar uyumalı idim. Uyuyamazsam çok kötü olacaktı.

Yatağa girerken, bir dergide okuduğum “sayı sayma usûlü’nü denemeye karar vermiş bulunuyordum. Bunu şimdiye kadar hiç yapmamıştım; ama yazarın uyku tutmayanlara hararetle tavsiye ettiğini iyice hatırlıyordum.
Bu sisteme göre, sayılar yüzden başlanarak aşağıya doğru sayılacaktı. Ben, daha sağlama gitmek için, beş yüzden başlamaya karar verdim ve derhal işe giriştim:
Beş yüz, dört yüz doksan dokuz…. dört yüz doksan sekiz…
Aman ne güzel! Ben daha iki yüze inmeden, daha iki yüz elli bir demeden kafama hoş bir tenhalık gelmeye başladı ve ben yumuşacık bir hazla, anamdan ninni söyler gibi, sürdürdüm saymayı:
İki yüz yirmi iki… iki yüz yirmi bir… iki yüz yirmi… iki yüz yirmi… iki yüz yirmi… bozuk bir plâk gibi… iki yüz yirmi… ve ben, ne güzel… enfess…. mükemmel derken, iki yüz yirmi… çünkü iki yüz yirmi… lira benim… iki yüz yirmi-.
İğneyi plâğın çiziğinden kurtarabiliyorum. Çok şükür diyeceğim; ama içime, belli belirsiz de olsa bir tedirginlik gölgesi düşmüş gibi: Hızlı hızlı saymaya koyuluyorum; şükretmeye bile vakit kalmamalı; hattâ şükretmeyi düşünmemeliydim bile:
İki yüz on yedi… iki yüz on altı… iki yüz on beş… işler düzelir gibi oluyor.
Yüz iki… yüz bir… burnun içini gıcıklayan derin nefesler… beyninde her şeyin dibe, derinlere, el değmedik, gün düşmedik kuytulara doğru çekilişi… ağır ağır.
Seksen bir… seksen… yetmiş dokuz… derken… imkân yok, yetmiş sekiz’i geçemedim. Nasıl çiğner geçersin kardeşim, nasıl?
Yetmiş sekiz benim okuldaki numaramdı:
Yetmiş sekiz, on iki ile on beş yaş arasındaki çocuktur. İldeki okulda geçen üç kıştır. Biri şair, biri milli futbolcu, biri pilot, biri cumhurbaşkanı yapan dört aşktır. Kasabadan, sokak arkadaşlarından, evden üç defa ayrılış, üç defa anaya dönüştür. Mektuplar, sınavlar, “geçtim” diye şarkı söyleyen telgraflardır, babaya. Yetmiş sekiz…

Attığım gibi yorgana tekmeyi, yataktan fırladım; ışığı yaktım, iki tane de sigara yaktım: Uykuymuş, uyumakmış, yarınmış, sağlam vücut, sağlam kafa teorisiymiş ve bütün teorilermiş; artık bana vız geliyordu… hepsi de. Saate benden başka kim bakarsa baksın, iki otuz beş derdi, ama ben, inadıma hiç bir şey demiyordum. Demiyecektim de.

Yarın, yarın diye sayıklayıp durmuştum; işte yarının eşiğinde idim ve nerdeyse tanyeri ağaracaktı… ağaracaktı da ne olacaktı? Yarın, öbür gün, bir yıl beş yıl ne imiş? Bütün mesele yetmiş sekiz’de. Yetmiş sekiz nerede?
Yetmiş sekiz, iki yüz lira aylıklı, aşçıya, bakkala borçlu; tek kat elbiseli, pençesi delik papuçlu ve… aşksız, arkadaşsız bir gazete musahhihi olmak için var olmuştu?

Umutların, hayallerin, projelerin -yedi rengi bin bir birleşim ile- ışıl ışıl aydınlattığı gelecek yılların billurları, içlerinden böyle soluk benizli, ezik ve horlanmış yarınlar çıksın diye mi yetmiş sekiz’in rüyalarına sıra sıra dizilmişti?

Yetmiş sekiz sigaram olmayışına lânet okuya okuya bütün sigaralarımı içtim, bitirdim; sonra da, uykuysa, uyumak bir mârifetse, al uykuyu diyerek akşama kadar uyudum.
(Nisan 1950)


(*) Tarık Buğra, Yarın Diye Bir Şey Yoktur, Ötüken Yayınları, İstanbul 1979, ss. 73 – 79

...alıntıdır...

Eskici - Refik Halid KARAY

Vapur rıhtımdan kalkıp tâ Marmara’ya doğru uzaklaşmaya başlayınca yolcuyu geçirmeye gelenler, üzerlerinden ağır bir yük kalkmış gibi ferahladılar:
-Çocukcağız Arabistan’da rahat eder.
Dediler, hayırlı bir iş yaptıklarına herkesi inandırmış olanların uydurma neşesiyle, fakat gönülleri isli, evlerine döndüler.
Zaten babadan yetim kalan küçük Hasan, anası da ölünce uzak akrabaları ve konu komşunun yardımıyle halasının yanına, Filistin’in ücra bir kasabasına gönderiliyordu.
Hasan vapurda eğlendi; gırıl gırıl işleyen vinçlere, üstleri yazılı cankurtaran simitlerine, kurutulacak çamaşırlar gibi iplere asılı sandallara, vardiya değiştirilirken çalınan kampanaya bakarak çok eğlendi. Beş yaşında idi; peltek, şirin konuşmalarıyle de güverte yolcularını epeyce eğlendirmişti.
Fakat vapur, şuraya buraya uğrayıp bir sürü yolcu bıraktıktan sonra sıcak memleketlere yaklaşınca kendisini bir durgunluk aldı: Kalanlar bilmediği bir dilden konuşuyorlardı ve ona Istanbul’daki gibi:
-Hasan gel!
-Hasan git!
Demiyorlardı; ismi değişir gibi olmuştu. Hassen şekline girmişti:
-Taal hun ya Hassen,
diyorlardı, yanlarına gidiyordu.
-Ruh ya Hassen…
derlerse uzaklaşıyordu.
Hayfa’ya çıktılar ve onu bir trene koydular.
Artık anadili büsbütün işitilmez olmuştu. Hasan, köşeye büzüldü; bir şeyler soran olsa da susuyordu, yanakları pençe pençe, al al olarak susuyordu. Portakal bahçelerine dalmış, göğsünde bir katılık, gırtlağında lokmasını yutamamış gibi bir sert düğüm, daima susuyordu.
Fakat hem pür nakıl çiçek açmış, hem yemişlerle donanmış güzel, ıslak bahçeler de tükendi; zeytinlikler de seyrekleşti.
Yamaçlarında keçiler otlayan kuru, yalçın, çatlak dağlar arasından geçiyorlardı. Bu keçiler kapkara, beneksiz kara idi; tüyleri yeni otomobil boyası gibi aynamsı bir cila ile, kızgın güneş altında, pırıl pırıl yanıyordu.
Bunlar da bitti; göz alabildiğine uzanan bir düzlüğe çıkmışlardı; ne ağaç vardı, ne dere, ne ev! Yalnız ara sıra kocaman kocaman hayvanlara rast geliyorlardı; çok uzun bacaklı, çok uzun boylu, sırtları kabarık, kambur hayvanlar trene bakmıyorlardı bile… Ağızlarında beyazımsı bir köpük çiğneyerek dalgın ve küskün arka arkaya, ağır ağır, yumuşak yumuşak, iz bırakmadan ve toz çıkarmadan gidiyorlardı.
Çok sabretti, dayanamadı, yanındaki askere parmağıyla göstererek sordu; o güldü:
-Gemel! Gemel! dedi.
Hasan’ı bir istasyonda indirdiler. Gerdanından, alnından, kollarından ve kulaklarından biçim biçim, sürü sürü altınlar sallanan kara çarşaflı, kara çatık kaşlı, kara iri benli bir kadın göğsüne bastırdı. Anasınınkine benzemeyen, tuhaf kokulu, fazla yumuşak, içine gömülüverilen cansız bir göğüs…
-Ya habibi! Ya ayni!
Halasının yanındaki kadınlar da sarıldılar, öptüler, söyleştiler, gülüştüler. Birçok çocuk da gelmişti; entarilerinin üstüne hırka yerine elbise ceket giymiş, saçları perçemli, başları takkeli çocuklar…
Hasan durgun, tıkanıktı; susuyor, susuyordu.
Öyle haftalarca sustu.
Anlamaya başladığı Arapçayı, küçücük kafasında beliren bir inatla konuşmayarak sustu. Daha büyük bir tehlikeden korkarak deniz altında nefes almamaya çalışan bir adam gibi tıkandığını duyuyordu, yine susuyordu.
Hep sustu.
Şimdi onun da kuşaklı entarisi, ceketi, takkesi, kırmızı merkupları vardı. Saçlarının ortası el ayası kadar sıfır makine ile kesilmiş, alnına perçemler uzatılmıştı. Deri gibi sert, yayvan tandır ekmeğine alışmıştı; yer sofrasında bunu hem kaşık, hem çatal yerine dürümleyerek kullanmayı beceriyordu.
Bir gün halası sokaktan bağırarak geçen bir satıcıyı çağırdı.
Evin avlusuna sırtında çuval kaplı bir yayvan torba, elinde bir ufacık iskemle ve uzun bir demir parçası, dağınık kıyafetli bir adam girdi. Torbasından da mukavva gibi bükülmüş bir tomar duruyordu.
Konuştular, sonra önüne bir sürü patlak, sökük, parça parça ayakkabı dizdiler.
Satıcı iskemlesine oturdu. Hasan da merakla karşısına geçti. Bu dört yanı duvarlı, tek kat, basık ve toprak evde öyle canı sıkılıyodu ki… Şaşarak eğlenerek seyrediyordu: Mukavvaya benzettiği kalın deriyi iki tarafı keskin incecik, sapsız bıçağıyle kesişine, ağzına bir avuç çivi dolduruşuna, sonra bunları birer birer, Istanbul’da gördüğü maymun gibi avurdundan çıkarıp ayakkabıların altına çabuk çabuk mıhlayışına, deri parçalarını, pis bir suya koyup ıslatışına, mundar çanaktaki macuna parmağını daldırıp tabanlara sürüşüne, hepsine bakıyordu. Susuyor ve bakıyordu.
Bir aralık nerede ve kimlerle olduğunu keyfinden unuttu, dalgınlığından anadiliyle sordu:
-Çiviler ağzına batmaz mı senin?
Eskici başını hayretle işinden kaldırdı. Uzun uzun Hasan’ın yüzüne baktı:
-Türk çocuğu musun be?
-Istanbul’dan geldim.
-Ben de o taraflardan… İzmit’ten!
Eskicide saç sakal dağınık, göğüs bağır açık, pantalonu dizlerinden yamalı, dişleri eksik ve suratı sarı, sapsarıydı; gözlerinin akına kadar sarıydı. Türkçe bildiği ve Istanbul taraflarından geldiği için Hasan, şimdi onun sade işine değil, yüzüne de dikkatle bakmıştı. Göğsünün ortasında, tıpkı çenesindeki sakalı andıran kırçıl, seyrek bir tutam kıl vardı.
Dişsizlikten peltek çıkan bir sesle tekrar sordu:
-Ne diye düştün bu cehennemin bucağına sen?
Hasan anladığı kadar anlattı.
Sonra Kanlıca’daki evlerini tarif etti; komşusunun oğlu Mahmut’la balık tuttuklarını, anası doktora giderken tünele bindiklerini, bir kere de kapıya beyaz boyalı hasta otomobili geldiğini, içinde yataklar serili olduğunu söyledi. Bir aralık da kendisi sordu?
-Sen niye burdasın?
Öteki başını ve elini şöyle salladı: Uzun iş manasına… ve mırıldandı:
-Bir kabahat işledik de kaçtık!
Asıl konuşan Hasan’dı, altı aydan beri susan Hasan… Durmadan, dinlenmeden, nefes almadan, yanakları sevincinden pembe pembe, dudakları taze, gevrek, billur sesiyle biteviye konuşuyordu. Aklına ne gelirse söylüyordu. Eskici hem çalışıyor, hem de, ara sıra “Ha! Ya? Öyle mi?” gibi dinlediğini bildiren sözlerle onu söyletiyordu; artık erişemeyeceği yurdunun bir deresini, bir rüzgarını, bir türküsünü dinliyormuş gibi hem zevkli, hem yaslı dinliyordu; geçmiş günleri, kaybettiği yerleri düşünerek benliği sarsıla sarsıla dinliyordu.
Daha çok dinlemek için de elini ağır tutuyordu.
Fakat, nihayet bütün ayakkabılar tamir edilmiş, iş bitmişti. Demirini topraktan çekti, köselesini dürdü, çivi kutusunu kapadı, çiriş çanağını sarmaladı. Bunları hep aheste aheste yaptı.
Hasan, yüreği burkularak sordu:
-Gidiyor musun?
-Gidiyorum ya, işimi tükettim.
O zaman gördü ki, küçük çocuk memleketlisi minimini yavru ağlıyor… Sessizce, titreye titreye ağlıyor. Yanaklarından gözyaşları birbiri arkasına, temiz vagon pencerelerindeki yağmur damlaları dışarının rengini geçilen manzaraları içine alarak nasıl acele acele, sarsıla çarpışa dökülürse öyle, bağrının sarsıntılarıyle yerlerinden oynayarak, vuruşarak içlerinde güneşli mavi gök, pırıl pırıl akıyor.
-Ağlama be! Ağlama be!
Eskici başka söz bulamamıştı. Bunu işiten çocuk hıçkıra hıçkıra katıla katıla ağlamaktadır; bir daha Türkçe konuşacak adam bulamayacağına ağlamaktadır.
-Ağlama diyorum sana! Ağlama.
Bunları derken onun da katı, nasırlaşmış yüreği yumuşamış, şişmişti. Önüne geçmeye çalıştı amma yapamadı, kendini tutamadı; gözlerinin dolduğunu ve sakallarından kayan yaşların, Arabistan sıcağıyle yanan kızgın göğsüne bir pınar sızıntısı kadar serin, ürpertici, döküldüğünü duydu.
(Şişli 1938)



(*) Refik Halid Karay, Gurbet Hikâyeleri, İstanbul 1965, s. 8 -11

...alıntıdır...

Düşlerin Yüreği

01 Kasım 2010 - Edebistan

MEHMET KIZILAY

Düşler; karanlıktan aydınlığa, hüzünden mutluluğa, sevinçten gözyaşına, soğuktan sıcağa, hayattan ölüme sürekli bir yolculuk halinde yaşarlar. Yolculuk en çok düşlere yakışır. Bütün düşlerin bir seyir çizgisi vardır. Düşler durağanlığı asla kabullenemezler. Durağanlığın olduğu yerde; yerinde sayarak temposunu korumaya, ritmini güçlü vurgularla geliştirmeye çabalarlar.

Düşlerin, sahiplerine göre aldıkları renkler, yansıttıkları ışıklar vardır. Gökkuşağının bütün renkleri düşlerin kullanım alanına dâhildir. Bu konuda asla engellenemezler. Ama bahar mevsiminde hemen hemen herkesin düş ışıklarının kırık tayfları arasında tüm renklerin yeşil bir haleye dolanmış vaziyette uzadığını, her nesneye yeşilden bir hayat eklemlediklerini görürüz.

Baharın doğasından gelen bu özelliktir belki de, yeryüzündeki bütün canlıların içine ve dışına sirayet etmesini sağlayan. Belki de budur herkesi bahar tutkunu, bahar aşığı yapan.

Düşler yağmur, kar ve doğadan gelen bilumum yağışları bir misafirperverlik gösterisiyle karşılar ve onları, saçak altlarına, şemsiye kalkanlarına, araba mahpuslarına, ev sığınaklarına, feda etmezler. En çok ta Nisan yağmurlarını severler. O yağmurlarda adeta senelik temizlik yaparlar. Evlerin, damların, halıların ve diğer ev eşyalarının senelik bakıma ihtiyaç duydukları göz önünde bulundurulursa, bunun tersi durumun anormallik olacağı sonucuna kolaylıkla ulaşabiliriz. Düşlerini bu mevsimde tazelemekten uzak duramaz insanlar. Aynı düşleri yeni baştan okuyup, yeni yorumlarla bezeyerek yeni bir ruh vermek düşleri tazelemekle eşdeğerdir.
Düşler en çok hüzünle beslenirler. Düşleri açlık sorunu yaşamayanlar, özellikle sanatkârlardır. Hele edebiyat üstatları…

Düşler yalnızlıktan hoşlanır. Düş kalabalıklarında bile, her düş ayrı bir dünyada farklı meşgalelerle bir hasbıhal halindedir. Düş zenginliklerinde düş ülkesinde bir seferberlik hali yaşanır. Bu dönemlerde düşler, omuz omuza vererek, ait oldukları zihinlerin arka planında çok somut açılımlara yol açabilirler.

Düşler ışık saçsa da karanlığı sever, doğalarındaki ışığı soyuttan somuta geçiş için berhava etmezler. Karanlıkta, daha bir aydınlık olur düşlerin etrafı. Ortalık karardıkça çevresi aydınlanır düşlerin.
Düşler çekingendir. İçe kapanıktır. Kapalı olmak niteliğini bile isteye bir derece yukarılara tırmandırır ve bunu sorun etmezler. Alengirli işlerden hoşlanmazlar.

Düşler bazen kendi kendini kandırır ve bunun farkındadır. Yanlış yapabilme hakkının korunması ve gerektiğinde kullanılması noktasında sahibini ikna eder, yanlışın da yapılması gereken bir doğruluk olduğunu hatırlatır, dururlar. Özünde, her daim dürüst olmaya, büyük özen gösterir düşler.

Düşler ağlamaklı olur çoğu kez. Saçlarına düşen yağmur tanesinden sonsuz anlamlara kapı aralayabilen düşlerin, gökyüzünün ağlayışından ilham almayacağını düşünmek düşleri tanımamak veya fazlaca safdillik olmaz mı?

Düşler her daim gençtirler. Üzerlerinden yıllar geçse de, tazeliklerini korumayı çok iyi bilirler. Çoğu kez artık bizden geçti diyenler aslında haylaz bir çocuk görünümündeki düşlerini sadece farklı bir dille ifade etmiş olurlar

...alıntıdır...

I. Ahmet'in Annesi Handan Sultan



Handan Sultan ( 1576- 1605) Osmanlı padişahı I. Ahmet'in annesi, Valide Sultan ve III. Mehmet'in eşidir.

Handan Sultan 1576 yılında doğdu. Rum asıllıdır ve doğduğu zamanki ismi Helen'dir. 1603 yılında oğlu I. Ahmet 13 yaşında tahta çıkarılınca Valide Sultan oldu. 2 yıl boyunca oğlu adına bizzat Osmanlı Devletini yönetti. Kendisine Devletlu İsmetlu Handan Valide Sultan Aliyyetü'ş-şân Hazretleri olarak hitap edilirdi. Handan Sultan oğlunun çocuk yaşta tahta çıkmış olması bakımından çok güçlü bir konuma sahip olmasına rağmen hiç bir zaman kayınvalidesi Safiye Sultan veya gelini Kösem Sultan kadar güçlü olmadı. Handan Sultan'ın oğlu tahta geçtiğinde Safiye Sultan hala hayattaydı. Leslie Pierce'e göre Handan Sultan oğlu adına bizzat devleti yönetmesine rağmen ancak 1000 akçe maaş almaktayken, aynı dönemde babaanne Safiye Sultan 3000 akçe maaş alıyordu. Bu güçsüzlüğün bir kaç nedeni vardı: Handan Sultan'ın eşi olan III. Mehmet hiç bir cariyesini haseki (padişahın gözdesi) düzeyine yükseltmemişti. III. Mehmet'in padişahlığı döneminde hep Safiye Sultan'ın sözü geçmişti. Ayrıca I. Ahmet çocuk yaşta tahta geçmesine rağmen babası gibi annesinin etkisi altında kalmadığını kanıtlamak konusunda çok titizdi. Kuvvetli bir kişiliği vardı. Annesinin sözünü her zaman dinlemezdi.

Handan Sultan oğlunun saltanatı sırasında fazla yaşamadı. İki yıl sonra 1605 yılında genç yaşta öldü. O yüzden de gücünü arttıracak fazla zamanı da olmadı. Aynı yıl Kösem Sultan saraya girdi ve kısa zamanda eşi I. Ahmet'in gönlünde taht kurdu. Yarım yüzyıla yakın bir süre boyunca ( 1605- 1651) kocası, oğulları ve torununun saltanatı döneminde Osmanlı Devletine damgasını vurdu.

Kaynak:
http://www.amazon.com/gp/product/019...e&n=283155|The Imperial Harem : Women and Sovereignty in the Ottoman Empire 1993, Oxford University Press, ISBN 0195086775.

I. Mustafa'nın Annesi Fuldane Hatun

I. Mustafa'nın annesi ( 1576- 1623) Osmanlı padişahı I. Mustafa'nın annesi, Valide Sultan ve III. Mehmet'in cariyelerinden biridir. Oğlunun akli dengesi bozuk olduğu için sarayda önemli bir rol oynamıştır. Ancak ismi bilinmeyen nedenlerle tarihe geçmemiştir. Bazı güvenilmeyen kaynaklarda isminin Fuldane Sultan olduğu belirtilmiştir. Abaza asıllı olduğu bilinmektedir. I. Mustafa tahta geçtiğinde babaannesi Safiye Sultan hala hayattaydı. Safiye Sultan hem eşi III. Murat hem de oğlu III. Mehmet zamanında saray politikasında çok etkili olmuş bir Valide Sultan'dı. İki torununun da padişahlığını gördü. Osmanlı geleneğine göre padişahın babaannesi değil, annesi Valide Sultan olarak devletin en güçlü kadını oluyordu. Ancak Safiye Sultan'ın eşi ve oğlu zamanına dayanan etkinliği ve karizması iki torununun da annelerinin güçlerine gölge düşürdü. İki gelininin de eşi olan III. Mehmet tarafından haseki (padişahın eşi veya gözdesi) düzeyine yükseltilmemiş olmalarının da bunda etkisi vardı. O yüzden Safiye Sultan'ın iki gelini de ( I. Ahmet'in annesi Handan Sultan ve I. Mustafa'nın annesi) oldukça güçsüz Valide Sultanlık dönemleri geçirdiler. Leslie Peirce'ye göre I. Mustafa'nın annesinin maaşı oğlu tahttan indirilir indirilmez 3000 akçeden 2000 akçeye indirmişti. Oysa Safiye Sultan oğlunun ölümünden sonra kendi ölümüne kadar düzenli olarak 3000 akçe maaş almağa devam etmişti. I. Mustafa'nın annesi oğlunun ikinci padişahlık döneminde vefat etti.

Kaynak:
http://www.amazon.com/gp/product/019...e&n=283155|The Imperial Harem : Women and Sovereignty in the Ottoman Empire 1993, Oxford University Press, ISBN 0195086775.

Kanuni Sultan Süleyman'ın Eşi ve II. Selim'in Annesi Hürrem Sultan



Hürrem Sultan yada Hürrem Haseki Sultan (D. 1506, Ö. 1558), gerçek adı Alexandra Lisowska, Osmanlıca adı Hürrem Sultan, Avrupa'da tanındığı isim ise Roxelana'dır. Osmanlı padişahı I. Süleyman'ın (Kanuni Sultan Süleyman) eşi ve sonraki padişah II. Selim'in annesidir. Bir Osmanlı padişahı ile nikahla evlenmiş ilk kadın olma ayrıcalığını taşır.

Lehistan Krallığı'nın sınırları içerisinde bulunan Rohatyn'da doğdu. Tatar akıncılar tarafından 1520 yılında Rohatyn'den kaçırılmış ve daha sonra Kırım Hanı tarafından Osmanlı sarayına sunulmuştur.

16. yüzyıl kaynaklarına göre kızlık ismi bilinmiyordu. Ama daha sonraki kayıtlara göre mesela 19. yüzyılın Ukrayna'daki ilk kayıtlarına göre Anastasia (kısaca Nastia), Polonyalıların geleneğinde Alexandra Lisowska olarak bilinir. Genelde Hürrem Sultan ya da Hürrem Balsaq Sultan olarak bilinirdi; Avrupa dillerinde Roxolana, Roxelane, Rossa, Ruziac, Türkçe'de Hürrem (Farsça kökenli Khurram), neşeli olan kişi ve (Arapça'da Karima) soylu olan kişi anlamına gelir. Roxelana, onun gerçek adı olmayabilir ama takma adı onun Ukraynalı soyuna ait olan (Günümüze ait yaygın isim Ruslana) ve Doğu Slav ismi olan Roxolany yada Roxelany, şimdiki Ukrayna halkında 15. yüzyıldan sonra kullanılıyordu.

Hürrem Sultan, sarayda özel bir eğitim gördü. Güzelliği, zekası ve becerisi ile padişahın dikkatini çekmeyi bildi. Harem kadınları ve saray ileri gelenleri arasında da kendine yer edindi. Hürrem Sultan saraya geldiğinde Kanuni'nin cariyelerinden biri olan Mahidevran Sultan'dan Mustafa isimli bir oğlu vardı. Mustafa zamanla çok sevilen bir şehzade haline geldi. Mustafa'nın Kanuni'den sonra padişah olmasına kesin gözüyle bakılıyordu. Bu da Mahidevran Sultan'ın Valide Sultan olacağı anlamına geliyordu. Oysa Hürrem sultan her bakımdan Mahidevran Sultan'ın önüne geçti ve Kanuni'nin güven ve sevgisini kazanarak onun nikahlı eşi oldu.

Hürrem Sultan kızı Mihrimah Sultan'ı Vezir-i Azam Rüstem Paşa ile evlendirerek Vezir-i Azam'la bir ittifak oluşturdu. Kanuni, yeniçeriler tarafından pek sevilen oğlu Mustafa'yı kendisini tahttan indirmeyi planladığı inancıyla öldürttü. Hürrem Sultan'ın Kanuni'yi bu kararda etkilediği inancı yaygındır. Şehzade Mustafa'nın öldürülmesinden sonra Mahidevran Sultan iyice gözden düştü. Yaşamının büyük bir bölümünü fakir olarak oğlunun mezarının bulunduğu Bursa'da geçirdi. Ancak Hürrem Sultan'ın ölümünden sonra Hürrem Sultan'ın oğlu II. Selim, Mahidevran Sultan'a maaş bağlattı ve oğlu Mustafa'nın türbesini yaptırttı.

devlet yönetiminde etkili olan Hürrem Sultan, İran Savaşı'nı destekledi. Ruslar ve Lehlerle barış içinde yaşanılmasını sağladı. Bu dönemde Rus Kazan ve Astrahan Hanlıklarına hakim olup doğuya doğru yayılmaya başladılar.

Hürrem Sultan, 18 Nisan 1558 tarihinde, eşi Kanuni Sultan Süleyman'dan önce 52 yaşındayken öldü. Oğlu II. Selim'in tahta çıkışını göremedi. Süleymaniye Camisi Külliyesi içinde kendisi için yaptırılan türbeye gömüldü. Türbenin iç duvarları bir cennet bahçesini tasvir eden İznik çinileri ile kapladır.

Kaynak: Wikipedia

24 Kasım 2010 Çarşamba

Kanuni Sultan Süleyman'ın Annesi Ayşe Hafsa Sultan



Ayşe Hafsa Sultan'ın kökeni hakkında çeşitli kaynaklarda iki değişik teori yer almaktadır. Bunlardan birincisine göre, Ayşe Hafsa Sultan'ın Kırım hanı Mengli Giray'ın kızı olduğu öne sürülmüştür. Ancak ikinci bir teoriye göre, Kanuni Sultan Süleyman Mengli Giray'ın kızından değil de, Yavuz Sultan selim'in başka bir eşi olan Avrupa kökenli bir cariyeden dünyaya gelmiştir.

Ayşe Hafsa Sultan (1479 - 19 Mart 1534), Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim'in eşi, Kanuni sultan Süleyman'ın annesi ve valide Sultan'dır.

Ayşe Hafsa Sultan, Kanuni Sultan Süleyman 1520 yılında tahta çıkınca Valide Sultan oldu. Bu sıfat ile anılmış ilk padişah annesidir. 14 yıl Valide Sultan kaldı. Her ne kadar Valide Sultanlık döneminin sonları Kanuni'nin çok etki sahibi eşi Hürrem Sultan'ın zamanına denk gelmişse de, Kanuni'nin annesine sık sık danıştığı ve fikirlerine büyük önem verdiği bilinmektedir.

Yavuz Sultan Selim, ünlü;

Şirler pençe-i kahrımda olurken lerzan
Beni bir gözleri ahuya zebun etti felek

mısralarını Hafsa Sultan için yazmıştır.

Manisa'da 1522 yılında tamamlanan bimaristanı ile ünlü külliyesinin yanısıra, gelirlerini bu külliyeye vakfettiği Urla'da bir mescid yaptırdı. Marmaris'teki Osmanlı Kervansarayı'nı da, kitabesi 1545 tarihini taşımakla birlikte, Hafsa Sultan2ın ismi ile anılmaktadır.

19 Mart 1534 tarihinde oğlunun saltanatı sırasında öldü. İstanbul'daki Sultan Selim Camii'ndeki türbeye gömüldü.

Kaynak: Türkçe Bilgi

Fatih Sultan Mehmed'in Eşi ve II. Bayezid'ın Annesi Gülbahar Hatun


Gülbahar Hatun Camii ve Türbesi

Gülbahar Hatun'un Arnavut, Sırp veya Fransız asıllı olduğu sanılmaktadır.

Gülbahar Hatun, Osmanlı padişahı II. Bayazıd'ın annesi ve Fatih Sultan Mehmed'in eşlerinden birisidir. O dönemde henüz Valide Sultan ünvanı kullanılmaya başlanmamıştı. O zaman Edirne'de bulunan Osmanlı Sarayı'na 1446'da girdiği sanılmaktadır. Sonradan Fatih Sultan Mehmed olarak anılacak olan Şehzade Mehmed'le olan evliliği büyük ihtimalle Fatih'in tahta çıkışının ardından tahtı tekrar babasına (II. Murat) geri bırakması sonrasında gerçekleştiği tahmin edilmektedir. Bu tarihten yaklaşık bir sene sonra 3.Aralık.1447 tarihinde Edirne yakınlarındaki Dimetoka Sarayı'nda Şehzade Bayezid'i dünyaya getirdi. Gülbahar Hatun'un II. Bayezid'den başka, Akkoyunlulara gelin giden Gevherhan Sultan'ın da annesi olduğu bilinmektedir.

Şehzade Mehmed 1450 yılında Edirne'de Dulkadiroğlu Süleyman bey'in kızı Sitti Mükrime Hatun'la bir evlilik daha yaptı ve yeni eşiyle birlikte gelenek üzere padişah II. Murat tarafından sancak beyliği yapmak üzere gönderildi. Gülbahar Hatun'un Şehzade Mehmed ile birlikte Manisa'ya gidip gitmediği bilinmemektedir. Fatih Sultan Mehmed, padişah olup 1453'te istanbul'u aldıktan sonra, Osmanlı devleti'nin başkentini İstanbul'a nakletti. Ancak Gülbahar Hatun'un küçük yaştaki oğlu Bayezid ile birlikte Edirne'de kalmış olduğu sanılmaktadır. Bayezid 9 yaşına geldiğinde gene yukarıda sözü edilen gelenek üzere 1456 yılında babası tarfından Amasya'ya sancak beyliğine atandı. Gülbahar Hatun oğlu ile birlikte Amasya'ya taşındı ve 1481 yılında oğlu tahta çıkana kadar orada yaşadı. Yaşamının geri kalan kısmını ise İstanbul'da geçirdi.

Gülbahar Hatun'un oğlunun padişahlığı sırasında etki sahibi olduğu bilinmektedir. Oğluna yazdığı elimizde mevcud olan iki mektuptan birinde Hersekzade Ahmet Paşa aleyhinde, diğer mektupta da oğlunun lalası Ayas Paşa ve Hızırbeyoğlu Mehmed Paşa leyhinde oğluna tavsiyelerde bulunduğu açıkça görülür.

Gülbahar hatun, yaklaşık 1492 yılında vefat etti ve İstanbul'da Fatih Camii avlusunda Fatih Türbesi karşısında kendi adıyla anılan türbesine gömüldü. Ölümünden sonra II. Bayezid Tokat'ta annesinin hatırasına Hatuniye Camii'ni ve bir de okul yaptırdı.
...Alıntıdır...

Fatih Sultan Mehmed'in Annesi Hüma Sultan



Fatih Sultan Mehmed'in annesi Hüma Hatun, yabancı tarihçiler tarafından adı eskiden Despina olan bir Rum olsa da aslında Candaroğulları soyundandır.

Bizanslı tarihçilerin ve kaynak olarak yerli kaynakları incelemeyerek, yabancı tarihçilerin yazdıklarını kaynak olarak kabul eden yerli yazarların iddeasına göre, Fatih Sultan Mehmed'in annesi daha sonra Hüma Hatun ismin alan "Mara Despina" adlı bir Rum'muş ve Fatih'te gizli bir Hristiyanmış. Ve Hüma Hatun hayatının son dönemlerini Aya İrini Kilisesinde geçirmiş ve Hristiyan mezarlığına gömülmüş.

Olayın Gerçek Şekli Aşağıdadır:

Çelebi Mehmed'in 1421 yılında ölmesi ile Osmanlı tahtına II. Murat geçti. II. Murat2ın hedefi bütün Anadolu'yu Osmanlı topraklarına katmaktı. 1424 yılında Bolu yakınlrında karşılaşan Osmanlı ve Candaroğlu kuvvetlerinin savaşından İsfendiyar Bey yenik ayrıldı ve Sinop'a çekildi. Osmanlı ordusu'na karşı gelmekten pişmanlık duyan İsfendiyar Bey, sultandan affını isteyerek oğlu Tacettin İbrahim Bey'in güzellii ile ünlü kızını (Hatice Alime Hüma Hatun) şerri nikahla kabulünü rica etti. Bunun üzerine II. Murat mektup ve hediyeleri kabul ederek, düğün hazırlıklarının yapılmasını istedi.

İsfendiyar Bey'in mektup ve hediyelerinden memnun kalan II. Murat kırgınlıkları unutarak, Candaroğulları topraklarına dokunmadı. Çaşnigir başı Elvan Bey başkanlığında bir heyeti birçok hediye ve mihr ile birlikte 1423'te Kastamonu'ya gönderdi. Derekani'ye geçen heyet Çayırcık Köyü'ne geldi. Sultan Murat ile Hatice Alime Hüma Hatun'un düğünü Çayırcık Köyü'nde yapıldı. Derekani'deki düğün töreninden sonra gelin yükte hafif pahada ağır birçok hediye ile Bursa'ya gönderildi. Bursa'da ise II. Murat'ın kızkardeşlerinden biri İbrahim Bey'in oğlu İsmail Bey'e, birisi Anadolu beylerbeyi Karaca Paşa'ya, üçüncüsü de Candarlızade Halil Paşa'nın oğlu Mahmut Çelebi'ye verildi. Düğünlerin hepsi 1424 yılında aynı anda yapıldı. II. Murat ile evlenen Hüma hatun'dan 1431 yılında Sultan Mehmed Han (Fatih) dünyaya geldi.

* Bu olayın anısına her yıl Mayıs ayının son haftasında Çayırcık Mahallesinde fetih şölenleri düzenlenmektedir.
Fatih'in ve annesi Hüma Hatun'un türbeleri Fatih Külliyesi'ndeki Fatih Camii'nin yanındadır.

...Alıntıdır...

Genç Osman'ın Aldığı Beddua



16. Osmanlı Padişahı Sultan II. Osman (Genç Osman), tahta çıkınca amcası eski hakan I. Mustafa'nın kardeşlerine bir şey yapmamış, kardeş ölümünü rıza gösteren kanunname hükümlerini tatbik etmemişti. Ancak, Polonya seferine giderken, kendisinden birkaç ay küçük kardeşi Şehzade Mehmed'i, kendisine rakip olur korkusu ile 1621'de idam ettirmişti. Müftü Esat Efendi, bu kardeş katlini meşru göstermek için istenen fetvayı vermemiş, müftünün yerinde gözü olan Rumeli Kazaskeri Kemalettin Efendi, padişahın arzusunu derhal yerine getirmişti.

Şehzade Mehmed, cellatların hücumu karşısında "Osman, dilerim Allah'tan hayat ve saltanatından mahrum ol, beni nasıl öldürüyorsan, seni de öyle öldürsünler!" diye bağırmıştı. Zaman geçmiş, kim bilir, belki de Şehzade Mehmed'in ahı tutmuştu. Bir yeniçeri isyanının sonunda Sultan II. Osman da aynı akıbete uğrayarak hayatını kaybetmişti.

Kaynak: Muhittin Nalbantoğlu - Tarihin Işığında - Yeniçağ

Devlet Adamlarının Dürüstlüğü



III. Ahmet, bazı menfaatperest ve gammaz kimselerin sözlerine kanarak, millet ve memleketi için çalışan sadrazam Köprülüzade Numan Paşa'yı (1710) huzuruna çağırdı. Öfkeli bir tavırla:
- Mahremi esrarım olan kimselerden işittim ki, vergi varidatı azaltılmış. Bu hal devam eder, hazinemde açık olursa möhri hümayunumu alırım, diye bağırır.
Bu sözler paşanın gücüne gider. Padişahtan perva etmeden ve her şeyi göze alarak:
- Dürüst adamların işten el çekmesi ile devlet işte bu hale geldi. Benden evvelki padişahları memnun etmek için milleti haksızlıklarla ezip harap ettiler. Fakat ben kulun, Sultanıma sadakatle hizmet ederken reayaya da geniş bir nefes aldırmak isterim. Kulunuzun sadrazam olduğunu duyan Rumeli ve Anadolu'nun haksızlık görmüş, ayağı çarıklı fakirleri İstanbul'a doldular, hak ve adalet isterler. Bu halin ıslahı için beni vezir edinen sizsiniz. İstemezseniz möhri hümayununuzu geri alırsınız ve mahremi esrarlarınızdan birini vezir edinirsiniz; demiştir.

Kaynak: Muhittin Nalbantoğlu - Tarihin Işığında - Yeniçağ

Osmanlı Loncalarında Ceza



İmparatorluk devrimizde, her sanat erbabı Lonca denilen Bir kuruluşta kayıtlı bulunurdu. Loncaların kendine özel disiplin kuralları bulunur ve herkes bunlara uyardı. Uymayanlar hakkında ağız cezalar verilirdi. Her loncanın reisi durumunda olan bir kahyası, fiyat ve inzibat işlerine bakan bir de yiğitbaşısı vardı. Yiğitbaşılar esnafı kontrol ederler, hile yapanları şiddetle cezalandırırlardı. Bir defasında kılıççı esnafından birisinin, sakız ağacından yaptığı kılıç kabzasını boyayarak, abanoz ağacından yapılmış süsünü verdiği görüldü. Derhal işine son verilerek, ebediyyen o mesleği yapmamak üzere loncadan ihraç edildi.

Kaynak: Muhittin Nalbantoğlu - Tarihin Işığında - Yeniçağ

23 Kasım 2010 Salı

Osmanlıların İlk Kanunu



Osman Gazi'nin istiklalini ilan edip, beyliğini kurduğu ilk günlerde bir adam geldi. Osman Gazi'ye pazarın bac'ını bana satın, dedi. Osman Gazi," bac nedir" deyince:
- Pazara kim mal getirirse, ondan para almaktır.
- Sebep nedir ki bunlardan para alınsın?
- Bu padişah adetidir, bunu toplayan da içinden hisse alır.
- Bu hal Allah'ın emri midir?
- Hayır padişah töresidir.
Osman Gazi, adamın bu konuşmalarına sinirlenir ve:
- Hemen buradan defol ki sana bir ziyanım dokunmaya, bir kişi ki malını kendisi kazanmış bana ne borcu ola, dedi.
Fakat, maiyetinde bulunanlar Osman Gazi'yi ikna ederek, bu paranın devlet için lüzumlu olduğunu belittiler. Sonunda ilk Osmanlı kanunu çıktı.Kanun şöyle idi:

"Her kimse ki bir yüklü sata iki akçe versün. Eğer satmaya, hiç akçe vermesün."

Kaynak: Muhittin Nalbantoğlu - Tarihin Işığında - Yeniçağ

Sultan I. Murat'ın Duası



Sultan I. Murat, 1389 yılında Kosova Sahrası'nda Haçlı kuvvetleri karşısına gelmişti. Düşman kuvvetleri çoktu. Dağlar, taşlar düşman askeri ile doluydu. O gece ordu istirahat ile vakit geçirdi. Sultan I. Murat da çadırına çekildi. Fakat uyuyamadı. Yatsı namazından sonra, seccadesiin üstünde gözleri yaşlı Allah'a dua ve niyazda bulundu. Duasında:
- Allah'ım, Hz. Peygamber'in hatırı için bize yardımcı ol. Senin için savaşan gazilerine yardım et. Onları düşmanın kılıcından koru ya Rabbi! Orduma zafer ihsan eyle. Şehit lazımsa ben şehit olayım. Yeter ki, İslam diyarını kafirlere çiğnetme! diye Allah'a yalvardı.
Allah, Sultan'ın duasını kabul etti. Düşman mağlup ve perişan oldu. Fakat Sultan I. Murat da harp meydanında şehadet şerbetini içti. Allah onların şefaatine bizleri de nail eylesin.

Kaynak: Muhittin Nalbantoğlu - Tarihin Işığında - Yeniçağ

II.Murat'ın Annesi Emine Hatun

II.Murat'ın Türbesi
 Emine Hatun (ölümü 1449) Osmanlı padişahı II. Murat'ın annesi, Valide Sultan ve I. Mehmed'in eşidir.

Dulkadiroğlu Nasıredddin Muhammed (Mehmed) Bey'in kızıdır. Oğlunun saltanatının büyük bir bölümünde hayattaydı. Ancak Osmanlı devleti'nin ilk dönemlerinde Valide Sultan'ların önemi henüz artmamıştı. 1449 yılında oğlunan 2 yıl önce öldü. Cenazesi Bursa'da Muradiye Camii'nde Hatuniye Türbesi'ne gömüldü.

Kaynak: Vikipedi


22 Kasım 2010 Pazartesi

Yıldırım Bayezid'in Eşi Devlet Hatun



Devlet Hatun (ölümü 1411), Osmanlı Padişahı I. Mehmed'in annesi ve Yıldırım Bayezid'in eşidir.

Germiyanoğulları hükümdarı Şah Çelebi'nin kızı, II. Yakup Bey'in kızkardeşidir.

Kütahya civarında hüküm sürmüş germiyanoğulları Beyliği hükümdarı ve kurucusu Yakup bin Ali Şirin'in 1341 yılında ölmesi üzerine yerine oğlu Mehmed bey, onun da ölümünden sonra 1361'de büyük oğlu Süleyman Şah (Şah Çelebi) hükümdar oldu. Osmanlılarla ilk ilişkiler Şah Çelebi zamanında kuruldu. Şah Çelebi, Karamanoğulları'nın istilasından korkarak Osmanlılarla uyuşmuş, kızı Devlet Hatun'u I. Murat'ın oğlu Yıldırım Bayezid'e vermiş, çeyiz olarak da Kütahya ile beraber Simav, Emet, tavşanlı kazalarını Osmanlılar'a bırakmıştır.

Devlet Hatun Fetret Devri'nde öldü. Oğlunun padişahlığını göremedi. Cenazesi Bursa'da yapılan Devlet Hatun Türbesi'ne gömüldü.

Kaynak: Türkçe Bilgi

Yıldırım Bayezid'in Annesi Gülçiçek Hatun



I. Murat'ın (Hüdavendigar) eşi ve Yıldırım Bayezid'in annesidir. Aslen Rum olan Gülçiçek Hatun'un türbesi Bursa'da bulunmaktadır.

Türbasi, Bursa Altıparmak semtinde Sarıklı Değirmen Sokağı'nda bulunur. Padişah hanımları içinde türbesi olan ilk kadındır. Mermer söveli bir revaktan içerisine girilen türbe 6.00x6.00 m. kare planlıdır. Üzerini oldukça yüksek sekizgen kasnaklı bir kubbe örtmektedir. Duvarları üç sıra tuğla, bir sıra köfeki taş dizisi ile örülmüştür. Türbenin her cephesinde ikişer tane olmak üzere toplam sekiz penceresi bulunmaktadır. Pencere aralarına da tuğladan kurs motifleri yerleştirilmiştir.

Gülçiçek Hatun'un sandukasından başka türbede kime ait olduğu bilinmeyen üç sanduka daha bulunmaktadır. Türbe en son 1958 yılında onarılmıştır.

Kaynak: Vikipedi

Esma Hatun



Esma Sultan, Osmanlı tarihinde saltanata aday gösterilen tek kadındır. Sultan I. Abdülhamid'in kızı ve II. Mahmut'un kardeşidir. Ortaköy'deki yalısı kendisine 10 yaşında iken hediye edilmiştir. Günümüzde sadece iskeleti kalan bu yalı büyüleyici bir güzelliğe sahipti.

25 yaşında dul kalan Esma Sultan bir daha hiç evlenmedi. Kardeşi Sultan II. Mahmut zaman zaman latife ile "Hemşirem, eğer sen erkek olsaydın, işte o zaman benim vay halime. Asla saltanat yüzü göremezdim." derdi. Zira Yeniçeriler isyan çıkarıp Topkapı Sarayı'na saldırdıklarında, saray muhafızları da Yeniçerileri engellemeye çalıştıkları sırada ilginç bir hadise yaşanmıştı. Saray muhafızları, isyancı Yeniçerilerin elebaşlarına "Ne yapıyorsunuz? Sultan Mahmud'u öldürürseniz kim padişah olacak? Hanedanda başka erkek yok?" dediklerinde Yeniçeriler şöyle cevap vermişlerdir: "Olsun. Biz de Esma Sultan'ı padişah yaparız." Daha önce de birçok defa yeniçeri isyanı yaşanmıştı sarayda. Tahtan indirilen padişahlar olmuştu lakin mahlu padişahın yerine hiçbir zaman bir şehzadeden başkası gelmemiştir. Lakin Yeniçeriler Osmanlı'da hiç olmamış birşeyi bile göze almışlardı: Esma Sultan'ı padişah yapmayı. Osmanlı'da ilk defa bir kadın padişah olacaktı.

Yeniçeriler Kazan Kaldırıyor

Hadise şu şekilde gelişmişti: Sultan III. Selim'in Nizam-ı Cedit ıslahatlarını istemeyen yeniçeriler, Kabakçı Mustafa liderliğinde ayaklanmış ve "Moskof oluruz Nizam-ı Cedit olmayız" diyerek saraya saldırmışlardı. Sultan III. Selim'i tahttan indirip, Şehzade Mahmud ile birlikte hapsederek, Sultan IV. Mustafa'yı tahta çıkardılar. 14 ay sonra Rusçuk Ayanı Alemdar Mustafa Paşa'nın Sultan III. Selim'i tekrar tahta çıkarmak için İstanbul'a 20.000 kişilik bir orduyla geldiğini duyan yeniçeriler, Sultan III. Selim'i önce kementle boğarak daha sonra da yüzünü palalarla parçalayarak şehit ettiler. Asi zorbalar Şehzade Mahmud'u da öldürmek istemişler lakin, Cevriye Kalfa'nın şehzadeyi dama kaçırmasıyla O'nu bulamamışlardı. Ölümden kurtulan Şehzade Mahmud, Alemdar Paşa'nın gelmesiyle padişah oldu. Alemdar Paşa'yı da sadrazamı yaptı.

Sultan Mahmud, evvela amcası III. Selim'in oluşturduğu Nizam-ı Cedid'in devamı niteliğinde Sekban-ı Cedid (Yeni Muhafızlar) birliğini oluşturdu. Her yeni kuruluşa karşı olan yeniçeriler buna da karşı çıktılar. Bu ocağın kaldırılmasını istediler ve istekleri yerine getirilmeyince kazan kaldırdılar. Alemdar Mustafa Paşa ve muhafızları direniş gösterdiler lakin, yeniçerilerin mevcudu çok fazla idi. Binayı saran asilere teslim olmamak için mahsene inen Alemdar Mustafa Paşa, ölmeden oradan çıkamayacağını anlayınca, mahzendeki barut fıçılarını ateşlerdi. Büyük bir patlama ile infilak eden binanın üstünde ve civarında bulunan yeniçerilerle beraber kendi de havaya uçtu (15.Kasım.1808) Bu infilakla en az 300 yeniçeri ölmüştü. Bu sırada saraya da saldıran yeniçeriler Sultan II. Mahmud'u indirip, yerine IV. Mustafa'yı isteyince ulemadan fetvayı alan padişah II. Mahmud, IV. Mustafa'yı idam ettirdi. Tahtın erkek varisi kalmadığını öğrenen yeniçeriler o anda ne yapacaklarını şaşırdılar. "Kim olursa olsun, yeter ki bizim ocağımız devam etsin." diyerek Osmanlı tahtına Esma Sultan'ı teklif ediyorlardı.

Küçük Esma Sultan

Şimdi bu enterasan olayın kahramanı esma Sultan'ın hayatına göz atalım. Esma Sultan, 1778'de Sultan I. Abdülhamid'in altıncı kadın efendisi Ayşe Sineperver Hatun'dan doğdu. Sultan III. Ahmed'in kızı Esma Sultan ile karıştırılmaması için "Küçük Esma Sultan" denilirdi kendisine. 11 yaşında iken yetim kalan Esma Sultan'ı, 14 yaşına gelince, Sultan III. Selim, Kaptan-ı Derya Hüseyin Paşa ile evlendirdi. Hüseyin Paşa, bu arada 36 yaşında idi. Evlilikleri 11 yıl sürdü. Hüseyin Paşa 47 yaşında vefat edince, Esma Sultan 25 yaşında dul kaldı. Esma Sultan, kardeşi Iv. Mustafa'nın tahttan indirilmesine sebep olan Alemdar Mustafa Paşa'nın idamı için annesi Ayşe Sineperver ile gizli gizli faaliyetlerde bulunuyordu. Nitekim bu faaliyetlerinde de başarılı oldu. Alemdar Mustafa Paşa, yeniçeri isyanını bastırmak ve padişahını kurtarmak için kendi hayatını feda etti. Böylelikle bu elim hadisede de 2 Sultan ve 1 Sadrazam şehit oldular. Lakin Osmanlı tahtına kudretli, azametli, heybetli, atafetli, celadetli, riyaset ve kiyaset sahibi genç bir hükümdar geçti. ve yeni bir dönem başladı; Osmanlı'nın yeniden diriliş dönemi. 23 yaşında padişah olan Sultan II. Mahmud dönemi. Osmanlı'nın gördüğü en yenilikçi padişahtır. ve bu kudretli padişahın, kudretli hemşiresi Prenses Esma Sultan.

Zengin Prensesİstanbul'un en zengin prensesiydi. Bu zenginliğini kardeşleri IV. Mustafa ve II. Mahmud'a borçlu. Şık giyinmesiyle de ünlü olan Esma Sultan, cemiyet hayatında diğer Osmanlı prensesleri gibi, bir numaralı ismiydi. Ortaköy'deki yalıda oturan Esma Sultan, 1848 yılında 70 yaşında iken vefat edince, Divanyolu'ndaki biraderi Sultan II. Mahmud'un tirbesine defnedildi. Sadullah Paşa'dan Sait Halim Paşa'ya, Şeyh Bedrettin'den Osmanlı'nın sarayda doğmuş son şehzadesi Osman Tuğrul Efendi'ye kadar, hatta son dönemden Muallim Naci'ye Ziya Gökalp'e kadar bir çok vezir, devlet adamı, son devrin kudretli paşaları, kumandanları, sır katipler, gazeteciler hep bu mezarlıkta medfun. Bu mezarlık bahçesi Sultan II. Mahmud'un kızkardeşi Esma Sultan tarafından tahsis edilmiş. Burada Esma Sultan'ın bir köşkü varmış zamanında. Şu an köşkten eser yok. Ve köşkün bulunduğu yerde Türk Ocağı Nargile Cafe, gençleri ağırlıyor mezarlık manzarası eşliğinde.

Yalısı Tütün Deposu Oldu

Esma Sultan2ın vefatıyla Ortaköy'deki yalısı, Sultan II. Abdülhamid tarafından, kız kardeşi Cemile Sultan'a hediye edildi. Cemile Sultan'ın vefatından sonra da V. Murad2ın kızı Fatma Sultan'a. Cumhuriyetin ilanıyla Osmanlı Hanedanı yutdışına sürgün edilince, yalı satıldı ve tütün deposu olarak kullanılmaya başlandı. 1952 yılında Saffet Baştımar tarafından satın alınan yalı, marangozhane ve kömür deposu olarak kullanıldı. 1975'te yandıktan sonra iç mekan tamamen çeliklerle kaplandı. Şu anda The Marmara Otel Grup tarafından turistik tesis olarak isletiliyor.

Püsküllü Bela

Fransız ihtilalinden sonra bir süre Fransa'da giyilmiş olan kırmızı fesler daha sonra Yunanistan'da da giyilmişti. Azad edilen Rum köleler de fese benzer başlıklar giyerlerdi. Fes, ilk defa Sultan II. Mahmud döneminde Osmanlı'ya gelmişti. Hüsrev Paşa'nın gemisindeki kalyoncu ve leventlere giydirdiği fes, Sultan II. Mahmud tarafından da sevilmiş ve yenilikçi padişah, 1828'deki fermanıyla fesi, devlet dairelerinde zorunlu tutmuştur. Fese ilk başkaldırış da, din adamları ve ulema sınıfından gelmiştir. "Aldık başımıza belayı" demişlerdir. Padişaha değil, fese diyorlardı. Hem de püsküllü bela deniliyordu. Vişne rengindeki feslerin isimleri bile vardı: Mahmudiye, Mecidiye, Aziziye, Haöidiye gibi sultan isimleri alanların yanı sıra Zuhaf, Sıfır, Kurna, Şılk, Ali gibi isimler de fes isimleri olmuştu değişik dönemlerde. Sultan II. Mahmud'un Yen,çeri Ocağı'nı kaldırdıktan sonra kurduğu "Asakir-i Mansure-i Muhammediye" isimli ordunun askerlerinin giydiği fesleri imal etmek için de Eyüp'te Haliç sahillerindeki Feshane inşa edilmişti.

Kaynak: Mahmut Sami Şimşek (19.Ocak.2010)

Nilüfer Hatun

Nilüfer Hatun İmaresi


Nilüfer Hatun, Yarhisar Tekfurunun kızı, Orhan Gazi'nin eşi ve Murat Hüdavendigar'ın annesidir.

Asıl adı Holofira'dır; müslüman olduktan sonra Nilüfer adını almıştır. Bursa yöresinde yaptırdığı camiler ve hayır işleri ile çok sevilmiştir. İsmi Bursa'da bir ilçeye verilmiştir. Kabri Söğüt'teki Orhan Gazi türbesindedir.

Nilüfer Hatun'un Bilecik Tekfurunun oğlu ile düğünü yapılırken, tekfur Osman Gazi'yi davet ederek öldürmeye hazırlandı. Osman Gazi, dostu olan Harmankaya hakimi Köse Mihal vasıtasıyla durumu öğrenince, tekfurun bulunmamasından da istifade ederek Bilecik Kalesi'ni fethetti. Gelin alayı da basılarak dağıtıldı ve gelin esir alındı. Müslüman olan ve Nilüfer adını alan tekfurun kızı, Orhan Gazi ile evlendirildi. Nilüfer Hatun'dan Osmanlı Devleti'nin kuruluşu sırasında büyük hizmetleri görülen Süleyman Paşa ve Murad-ı Hüdavendigar dünyaya geldi. Orhan Gazi serhat boylarında babasının vasiyeti gereği cihad ederken, hanımı da ömrünü hayır işleri yaptırmakla geçirdi.

Nilüfer Hatun, daha önceki adı Odrises olan Bursa'nın doğusundaki çayın üzerine köprü yaptırarak bu çayın kendi adı ile anılmasına sebep oldu. Ayrıca Bursa Kalesi'nde bir cami, kaplıca kısmında da bir tekke yaptırdı. Oğlu Murad-ı Hüdavendigar ise annesi adına İzmit'te meşhur Nilüfer Hatun İmaretini inşa ettirdi.

Kaynak: Türkçe bilgi






Safiye Sultan


Safiye Sultan asıl adıyla Sofia Baffo 1530'ların sonunda Venedik'te dünyaya geldi. O da Korsanlar tarafından kaçırılıp Osmanlıya getirildi. 10.Kasım.1605'te vefat etmiştir. III. Mehmed'in annesi Valide Sultan ve III. Murat'ın eşidir.

Safiye Sultan Osmanlı İmparatorluğu'nun en parlak döneminde Kanuni Sultan Süleyman ve Hürrem Sultan'ın torunu, II. Selim ile Nurbanu Sultan'ın torunu oğlu veliaht Murat ile yaşadığı fırtınalı aşkla adını duyurmuş bir kadındır.

Çok zengin bir ailenin tek çocuğu olan safiye Sultan (babası bir vali idi) dönemine göre oldukça iyi koşullarda bir eğitim aldı. Henüz 14 yaşında iken Akdeniz'de gemiyle yapılan bir seyahat sırasında Osmanlı Korsanları tarafından kaçırıldı. Bir yıl sonra ise kendisini istanbul'da bir köle pazarında bulan genç Sofia'nın güzelliği Osmanlı imparator'u Sarı Selim'in karısı ve veliaht III. Murat'ın annesi Nurbanu Sultan'ın kulağına kadar geldi. Manisa sancağındaki genç veliaht Murat'ın kendisini afyon ve esrara vermiş devlet meselelerinden uzak pasif karakteri annesi Nurbanu'yu düşündürmekteydi. Nurbanu Sultan, Sofia'yı görür görmez onun oğlu için aradığı kız olduğuna karar verdi ve bir servet ödeyerek kızı satın aldı. İki yıl süreyle haremde eğitim gören Sofia'nın adı Safiye olarak değiştirildi. 17 yaşında III. Murat'a sunulan Safiye, beline kadar uzanan sarı saçları, iri gözleri ve uzun boyuyla, beyaz teni ve yürüyüşüyle Murat'ı kendisine aşık etti. Hemen ardından Osmanlı İmparatorluğ'nun gelecekteki padişahı III. Mehmed'i doğurarak saraydaki yerini sağlamlaştırdı. Sakindi ama gizliden Nurbanu'ya karşı planlarda kuruyordu. Güç onun istediği tek şeydi ve ona aşık olan Murat bunu ona en iyi sağlayacak kişiydi.

III. Murat tahta geçince baş kadın oldu. Büyüleğici güzelliği yanında parlak zekası sayesinde büyük bir nüfuz sahibi oldu. Özellikle kayınvalidesi Nurbanu Sultan'ın ölümünden sonra Osmanlı Devleti'ni kapı arkasından yönetti ve istediği her kararı aldıttı. Kayınvalidesinin Venedik yanlısı siyasetini devam ettirdi. İngiltere Kraliçesi I. Elizabeth dahil birçok yabancı liderlerle haberleşti. Kocası öldüğünde oğlu III. Mehmed valisi olduğu Manisa'dan İstanbul'a gelene kadar kocasının ölümünü gizli tuttu. 1599 yılında Kraliçe I. Elizabeth'in Safiye Sultan'a süslü bir at arabası ve oğlu III. Mehmed'e de bir org hediye ettiği bilinmektedir. Oğlu III. Mehmed ölünce torunu I. Ahmet onu eski saraya gönderdi. 2 yıl sonra 1605 yılında öldü. Cenazesi İstanbul Ayasofya Camii'nde III. Murat türbesinde gömüldü.

Kaynak: Uludağ Sözlük

21 Kasım 2010 Pazar

Sadrazam Para Hırsına Kapıldı, Akıncılarımızın Çoğunu Kaybettik!

Osmanlı ordusunun gözünü budaktan esirgemeyen ve filmlere, romanlara, şiirlere kadar konu olan akıncılar, 1595'te Veziriazam Sinan Paşa'nın vergi hırsı yüzünden ortadan kalkmışlardı.

Yıldırım Bayezid döneminde kurulan Akıncı Ocağı, imparatorluğun yükselişine paralel olarak büyüdü. 16. yüzyılın sonlarında Osmanlı ordusunda 40 bin akıncı vardı. 1526 yılında Macaristan'ın fethiyle sonuçlanan Mohaç Muharabesi'nin kazanılmasında en önemli rol, düşman ordusunu arkadan kuşatan Akıncı beyi Yahya Paşazade Bali Bey'e aitti.

1593'te Avusturya ile 13 yıl sürecek uzun bir savaşa girilmiş, bir taraftan da Eflak'ın isyancı voyvodası Mihal ile uğraşılıyordu. Bu sırada Malkara'da sürgünde bulunan Sinan Paşa, rakibi Veziriazam Ferhat Paşa'yı 7 Temmuz 1595'te entrikalarla görevinden azlettirdi ve kendisi veziriazam oldu. Paşa 18 Temmuz'da ordunun başında cepheye doğru yola çıkarak Ağustos sonunda Bükreş'e girdi.

Bir süre sonra Avusturya'dan ve Erdel'den destek alan Mihal, kaçmayı bırakarak Osmanlı ordusunu takip etmeye başladı. Osmanlı birlikleri de Yerköy'ü geçti. Burada konaklanmışken, Sinan Paşa, Mihal'in destek kuvveti alarak üzerine geldiğini duyunca orduyu Tuna üzerindeki köpriden Rusçuk tarafına geçirmeye başladı. geçiş, oldukça yavaş şekilde ilerliyordu. Üç gün üç gece olmuş ama toplar ve akıncı birlikleri hala karşı sahile geçememişlerdi, zira Veziriazam Sinan Paşa, harekatın askeri tarafını bir yana bırakmış, askerden vergi toplatmaya başlamıştı. Köprinin başında bekleyen vergi memurları, askerlerden düşmandan alınan ganimetlerin vergisini tahsil etmeye başlamışlardı.

Tahsilat devam ettiği sırada Mihal baskına geldi. Eflaklılar top ateşi açarak üzerinde binlerce Osmanlı askerinin bulunduğu köprüyü havaya uçurdular, ardından da akıncıların neredeyse tamamını yok ettiler. Baskın sırasında akıncılara ait 100 bin kadar at da telef oldu.

Sinan Paşa'nın açgözlülüğü, Avrupa'yı titreten Akıncı Ocağı'nın sonunu getirmişti.

Kaynak: HaberTürk Tarih (14.Kasım.2010 - 25. Sayı)

Napolyon'un Koruması Müslüman Bir Türk'tü!

Napolyon'un neredeyse hayat boyu korumalığını yapan kişi bir Türk olmuştu. Rüstem isimli bu Türk, hükümdarın yanından hiç ayrılmaz, savaşta olsun, barış zamanında olsun devamlı olarak onunla birlikte bulunurdu.

1798'de Mısır'ı işgale kalkan Napolyon başarısız olmuştu. Fransa'ya 1799'da gizlice dönerken yanında bir de Türk vardı. Tam adı Rüstem Rıza olan bu Türk, Mısır'da hüküm süren Memluk ailelerinden birine mensuptu ve aslen Dağıstanlı idi.

Napolyon, o sırada 20 yaşında olan Rüstem'i ata binerken görmüş ve binicilikteki maharetine hayran kalmış, daha sonra diğer hünerlerini de görmüş, mükemmel şekilde silah kullanmasını taktir etmişti. Rüstem'i kendisine özel koruma yaptı.

Fransız imparatorluk sarayı, 1806 yılında bir aşk ilişkisi ile çalkalanmaya başladı. Rüstem, Fransa'nın ileri gelenlerinden birinin kızına aşık olmuştu, ama kavuşmalarının önünde engeller vardı. İmparatorun koruması olan Rüstem Müslüman, aşık olduğu kız ise koyu bir Katolik'ti. Kızın ailesi beraberliklerine karşı çıktıysa da, Napolyon'un araya girmesi üzerine Rüstem, Fransız kızla evlendi.

Müttefikler Napolyon'u Elbe Adası'na sürgüne gönderdikleri zaman Rüstem yanında değildi, zira efendisinin içine düştüğü duruma dayanamayıp kendisini sokaklara atmıştı.

Rüstem için eski şaşaalı günler artık çok uzaklarda kalmış ve yoksulluk çeker olmuştu. Paris'ten ayrılıp Durdan şehrine gitti ve zamanını avlanarak geçirmeye başladı.

Memleketinden binlerce kilometre uzakta tarihin en büyük komutanlarından birinin baş korumalığını yapan Rüstem, Napolyon'dan sonra uzun yıllar yaşadı. 1845'te öldüğünde 64 yaşındaydı. Durdan şehrindeki mezarlığa gömüldü ve mezar taşına "Napolyon'un korumalarından olan Rüstem Rıza burada yatıyor" yazıldı.

Kaynak: HaberTürk Tarih (07.Kasım.2010 - 24. Sayı)

Evden Limon Almak İçin Çıkan Şair Limonu Tam Beş Yıl Sonra Getirdi!


Türk hicvinin büyük ustası olan ve gençliğinde baba dayağından çok çeken, şiirin, özellikle de hicvin yanısıra musikide de üstad olan Neyzen Tevfik, hemen her anı berduşlukla geçen hayatıyla toplumumuzun hafızasında silinmez bir iz bırakmıştı. Neyzen Tevfik hiçbir kayda tabi olmaz, kafasına ne eserse onu yapardı.

Henüz çocukluğunda, her nasılsa pehlivanlığa heves etmişti. Ufak tefekti ama cüssesinden çok büyük güreşçilere kafa tutmaktan çekinmezdi. Böyle akıl almaz tahriklere giriştiği günlerden birinde, pehlivanların meydan okuyuşuna kayıtsız kalamadı, güreşe tuttular ama rakibinin kolları arasında yere çarpılması bir oldu. Neye uğradığını şaşıran Tevfik'i görenler, sağ kolunun omuzundan aşağıya doğru bir tuhaf sallandığını farkettiler. Kolu kırılmıştı, o günün hatırasını ömür boyunca çarpık bir kol şeklinde taşıyacak ama "Ney üflemeye pek faydası oluyor" diyerek teselli bulacaktı.

Yine ilk gençlik günlerinde, bir Ramazan akşamı ve iftar vaktine az bir zaman kalmıştı. Babası Fehmi Efendi son derece titizdi. Sofra kurulmuş, Fehmi Efendi ev halkına bir eksik olup olmadığını soruyordu. Birdenbire çorbaya sıkacak limon olmadığını farkettiler. Fehmi Efendi dillere destan haykırışı ile oğlu Tevfik'i çarşıya limon almaya gönderdi. Tevfik, eline verilen birkaç metelik ile dışarı fırladı. Limonları aldı ama gözü o sırada limandan ayrılmak üzere olan bir gemiye takıldı ve sıska bedenine babasının attığı dayakları hatırlayınca ev yerine gemiye yöneldi. Kaçak olarak bindiğim geminin nereye gittiğini bile bilmiyordu. Günlerce süren yolculuğun ardından karaya ayak bastığı yer MIsır'da İskenderiye limanı idi ve Neyzen Tevfik, tam beş yıl boyunca Mısır'da ney üfleyerek yarı aç yarı tok yaşadı. Beş yıl sonra yine bir Ramazan akşamı iftara dakikalar kala, vurulan kapıyı açan Fehmi Efendi, gözlerine inanamadı: Beş yıl önce çarşıya limon almaya gönderdiği oğlu Tevfik, elinde beş adet limonla karşısındaydı!..

Kaynak:  Mehmet Güntekin / HaberTürk Tarih (Sayı:25) / 17.Ekim.2010

Mahpeyker Kösem Sultan





Aklı ve zekası, güzelliği, hayrat ve hasenatı ile meşhur, saliha, temiz bir hanım olan Kösem Mahpeyker Haseki, 28 yaşında saltanat vekili oldu. Kimilerine göre Moralı ortadoks bir rahibin kızı Anastasya, kimilerine göre de Bosnalı ve Osmanlı Devleti'nin saltanat vekili Mahpeyker Valide Sultanıydı. Daha hasekiliği zamanında kendisine Kösem (süsüler önünde, rehber olarak giden) denilmişti.

I. Ahmet'in dikkatini çekmeyi başaran Kösem Sultan, kısa sürede kendinden kıdemli hasekilerin önüne geçer, sarayın en güçlü kadını olur. Murad, Süleyman, İbrahim ve Kasım adlı şehzadeler ile Ayşe ve Fatma sultanları dünyaya getirir.

Çok şevkatli olan Mahpeyker Sultan, çevresindeki fakirlere bir daha kimseye muhtaç kalmayacak şekilde yardım etmiştir. Her sene Recep-i Şerif ayında kıyafet değiştirip hapishanelere gider, borç yüzünden hapse düşenlerin borçlarını ödeyerek onları hapisten kurtarmıştır. Katiller hariç bütün mahkumlara yardım elini uzatmıştır.

Yaptırdığı hayır işlerinin başında Üsküdar Çinili Camii, Boğaziçi'nde Anadolu Kavağı, Sultan Selim civarında Valide Medresesi Mescidi'ni yaptırdı. Mekke ve Medine'deki fakirlere de yardımlarda bulunmuştur.

Osmanlı tarihinde oğulları IV. Murad ve İbrahim ile torunu IV. Mehmed döneminde uzun yıllar devlet idaresini ele almıştır.

Osmanlı kadın sultanlarının en meşhurlarından biri olan Kösem Sultan, zaman zaman Valide-i Muazzama, Sahibet-ül Makam, Valide-i Atika, Valide-i Kebire sıfatlarıyla anılır.

I. Ahmet döneminde siyasi işlere fazla karışmayan Kösem Sultan, yine de çoğu zaman sözünü yerine getirtmiştir. I.Mustafa'nın 2. saltanat döneminde tahttan indirilmesinde önemli etkisi olur. Ve oğlu IV: Murat'ın tahta çıkması ile Kösem Sultan, Valide Sultan olarak Topkapı sarayı'na yerleşir. IV. Murat'ın 11 yaşında olması iktidar hırsı olan Kösem Valide Sultan için bulunmaz bir nimet olur. Padişahın yaşının küçük olduğunu bahane ederek devleti perde arkasından yönetmeye başlar.

Mahpeyker Kösem Sultan'ın büyük nüfus ve iktidarı, IV. Murad'ın idareyi tam olarak eline almasına kadar sürmüştür. IV. Murad, idareyi tam olarak eline alınca da uzun süre etkisi altında kaldığı annesinin fikirlerine genel olarak kıymet vermeye devam etmiştir. IV. Murad'ın Kasım ve Süleyman'ı katlettirmesine engel olamayan Kösem Sultan, İbrahim'i ise aciz ve saltanat sürme iktidarından yoksun olduğunu ileri sürerek koruyabilmiştir.

IV. Murad ölümce, padişahın öldüğü haberi İbrahim'e verilir. Ancak son üç yılında her an öldürülme korkusuyla yaşayan Sultan İbrahim, bunun bir oyun olduğunu düşünerek tahtta gözü olmadığını söyleyip, ağabeyinin sağlığını diler. bunu üzerine Kösem Sultan, korkudan kapısını kilitleyen İbrahim'in odasına gelerek ona padişahın öldüğünü, tahta geçme sırasının kendisine geldiğini söyler. Sultan İbrahim zoraki odasından çıkarılır.

IV. Murad'ın ölümünden sonra Osmanlı başkentinde yeni bir çekişme başlar. Kapıkulu, vezirler, ulema ve saray erkanı iktidarda daha fazla söz sahibi olmanın mücadelesini verirler. IV. Murad ve Sultan İbrahim'in annesi Kösem Valide Sultan, oğlu İbrahim'in saltanatı sırasında devlet işlerine daha fazla karışmaya başlar.

İbrahim'in ruhsal sıkıntısına çare olmak için ve erkek evlat sahibi olabilmesi için saraya üfürükçüler davet edilir. Hele bunlardan biri vardır ki, İbrahim'in saltanatı sırasında çok ünlenmiştir. Safranbolulu Cinci Hoca lakaplı Hüseyin Efendi'dir. onun üfürmeleri sonucu sultanın günden güne iyileşmesi Cinci Hocanın ününe ün katmıştır. Saraydaki etkinliği o kadar artar ki, artık devlet idaresine bile karışmaya başlar. Rüşvet almak ve medrese hocalıklarını satmak yoluyla epeyce zenginleşir. IV. Mehmet'in cülusunun dağıtımında hazinede para olmadığı için, sadrazam tarafından, kendisinden yardım dahi istenecek bir zenginliği vardı. Cinci Hocanın öldürülmesi ve mal varlığının hazineye devredilmesi sonrasında cülus olarak askere dağıtılan paralar halk arasında uzun süre "Cinci Hoca Akçesi" diye anılmıştır.

Ruhi rahatsızlıkları nedeniyle Sultan İbrahim'e söz geçirmekte zorlanan ve iktidarda etkisiz kaldığını gören Kösem Sultan Topkapı Sarayı'ndan uzaklaşır, ancak devlet işleriyle ilgilenmeye devam eder.

Sadrazam Salih Paşa, İbrahim'in tahammül edilmez bir hal aldığını, devlet işlerinin iyi gitmediğini ve İbrahim'in tahtan indirilerek yerine Mehmed'in çıkarılması lazım geldiğini Kösem Sultan'a gizlice iletir. Sultan İbrahim tarafından bu durumun öğrenilmesi sarazamın sonu olur. Kösem Sultan da Florya'daki İskender Çelebi bahçesine sürülür. Sultan İbrahim daha da ileri giderek, annesini Rodos'a sürdürmek istese de buna engel olunmuştur.

Saraydan uzaklaştırılan Kösem Sultan boş durmaz. Oğlunun bu hareketine karşılık Ocak Ağalarının ve yeteneksiz vezirlerin sebep olduğu yolsuzluklardan oğlu İbrahim'i sorumlu tutup, oğluna karşı propaganda hareketine girişir. Sadrazam Ahmet Paşa'ya "Bu beni ve seni sağ komaz, alem harap oluyor, devlet elden gidiyor bunun hakkından gelelim de şehzadeyi cülus ettirelim." diyerek planını açıklar.sadrazam Ahmet Paşa'nın bu oyuna alet olmaması ile tekrar ümidini Ocak Ağalarına bağlar. Onların da ilk işi sadrazamı azlettirerek, onun yerine kendilerine yakın ve işlerini yaptırabilecekleri birini sadrazamlığa getirmek isterler. Daha sonra padişahı tahttan indirmeyi planlarlar. Halkın sevgisini kazanmış padişaha karşı doğrudan cephe almaya çekinmişlerdir. Çünkü halk Genç Osman'a yapılanları unutmamış ve bundan dolayı da ocağa karşı kin beslemektedir.

Ağalar ve askerler anlaşarak sadrazamın azli ve katli için Şeyhülislam2ın kapısını çalarlar ve fetva isterler. Durumu öğrenen padişah, bir haseki göndererek durumun aslını öğrenmek ister ve askerlerin dağılmasını söyler. Ancak Şeyhülislam haseki vasıtası ile padişaha, sadrazamın teslimi için haber gönderir. Daha da ileri giderek teslim etmezse sonunun iyi olmayacağı konusunda tehditvari konuşur. Bu işbirliği sonucunda sadrazam Mehmet Paşa getirilir. Padişah, Ahmet paşa'yı azlettiğini, yerine Mehmed Paşa'nın geldiğini ancak Ahmet Paşa'ya dokunulmamasını ister. Mehmed Paşa ise bunu ocağın kabul etmeyeceğini ve Ahmet Paşa'nın öldürülmesini ister. Kızan padişah Mehmet Paşa'ya sorumlunun kendisi olduğunu ve herkes dağıldığında bunu hesabını ona soracağını söyler. Mehmet Paşa korkudan evine saklanır ve sadrazam mührünü ocağa teslim eder. Ocak ağaları korkmamasını ve planlarının padişahı tahttan indirmek olduğunu söylerler.

Eski sadrazam can korkusuyla saklanmak ister, ancak tüm kapılar ona kapanır. Sadece birisi kapısını açar, fakat o da ihanet ederek yerini isyancılara söyler. Ahmet Paşa yakalanıp öldürülür ve cesedi çıplak olarak At Meydanında çınar altına bırakılır.

Sultan İbrahim, sarayda 12000 muhafız silahlandırdığını, dağılmazlarsa üzelerine yürüyeceğini isyancılara bildirir. İsyancılar korkar ve çekinir, ama Kösem Sultan onlara destek verir. İsyancılara korkmamalarını ve saray muhafızları komutanı ile işbirliği yaptığını, padişahı tahttan indirmek için saraya gelmelerini söyler. saraya gelen isyancıları Kösem Sultan karşılar ve hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi davranır. Vaziyet hakkında bilgi ister ve Sultan İbrahim'i savunur gibi görünür. Sonunda şeyhülislam'ın da fetvasıyla 7 yaşındaki Mehmed'in cülusune karar verilir. Hal kararı padişaha askerler ve ulema tarafından bildirilir. Hal’ini kabul etmeyen Sultan İbrahim zorla tahttan indirilir ve hapsedilir.

Ruhsal sıkıntısı olan Sultan İbrahim yapılan haksızlıklar yüzünden mahbesinde büsbütün sıkılmıştır. Zindandan farkı olmayan mahbesinde gece gündüz feryat eden Sultan İbrahim’e bu mahbesi dahi çok görülerek, mahbesin kapısı ve pencereleri Kösem Sultan tarafından ördürülerek tam bir mezara çevrilir. Sultan İbrahim’in feryatları saray halkını sabaha kadar uyutmaz. Saray halkı onun bu durumuna gözyaşları döker.

Saltanat makamının 3-5 ocak ağasının elinde oyuncak olduğunu düşünen halk, saray ağaları ve askerin bir kısmı; bu olaya sebep olan Kösem Sultan, Ocak Ağaları ve ulema aleyhinde kin beslemeye başlarlar. Sultan İbrahim’e tekrar tahta çıkarılma fikri seslendirilir. Bu durum Sultan İbrahim’i tahttan indiren işbirlikçileri korkutur ve kendilerinin yaşaması için Sultan İbrahim’in öldürülmesinin şart olduğu kararlaştırılır.

Kösem Sultan ile işbirliği yapan Sadrazam Sofu Mehmed, Şeyhülislam Abdürrahim ve yandaşları Sultan İbrahim’in katledilmesi için saraya gelir. Saray halkı cinayete seyirci olmak istemeyip kaçışır. Hatta Sultan İbrahim’i katledecek olan Cellad Kara Ali dahi kaçmış, ancak yakalanarak sadrazam tarafından dövülmüş, Sultan İbrahim’in hapsedildiği yere kadar da sürüklenerek götürülmüştür.

Elinde Kuran-ı Kerim ile isyancıları karşılayan Sultan İbrahim, Şeyhülislama “Bak a Abdürrahim, Yusuf Paşa senin için bana ‘Dinsiz, imansız, fitnekar bir heriftir; sağ bırakma’ demişti. Seni öldürmedim, çünkü Allah’tan korktum, meğer sen beni öldürecekmişsin. İşte Kitabullah, beni ne hükümle öldürürsünüz, zalimler?” diye bağırdı. Ve sultan oracıkta canice öldürüldü.

Sultan İbrahim’in öldürülmesi büyük üzüntüye sebep olur. Çünkü halk dertlerini dinleyen, türbelere giden, şeyhlerle sık sık görüşen padişahını sevmektedir. Ve şairler, katledilen Sultanın dili olur. Tarihçi Solakzade Hemdemi,
“Nasip oldu şahadet, akıbet ol şah-ı mazluma
Ne çare bu imiş hod ta ezel takdir-i yezdani”
Beytiyle Sultan İbrahim’in inden duyduğu üzüntüyü dile getirmiştir.

Sultan İbrahim’i tahttan indirip, onu katledenler, bu olayı meşru göstermek için onu “Deli” olarak damgalamışlar ve kadın düşkünü olarak göstermeye çalışmışlardır.

Sultan İbrahim tahta çıktığında sarayın yiyici takımını dağıtmış, etrafındakilerin fazla servet edinmesine mani olmuştur. Halk arasındaki bir gezintisinde, fırın önünde ekmek kuyruğu bekleyenleri görünce, bu duruma razı olmamış ve sadrazamdan bu durumu çözmesini emretmiştir. Sultan İbrahim bazı hatlarında reayanın sıkıntılarından duyduğu ızdırabı ve bazen sabahlara kadar uyuyamadığını dile getirmiştir.

Kösem Sultan, Sultan İbrahim2in tahttan indirilmesi ve yerine Mehmet’in getirilmesinden sonra, adet üzere eski saraya taşınması gerekirken, IV. Mehmed’in annesi Turhan Sultan gençliğini ve tecrübesizliğini bahane ederek yeni sarayda kalmaya devam etmişti. İktidar hırsı her geçen gün artan Kösem Sultan, 7 yaşındaki IV. Mehmed’in tahta çıkmasıyla bu defa padişahın annesi Valide Turhan Sultan ile mücadele edecektir.

IV. Mehmed’in ilk yıllarında eski gücüne kavuşan Kösem Sultan “Valide-i Muazzama” diye hürmet görmüştür. Yeniçeri ocağından aldığı destek ile hükümdar gibi saltanat sürmüştür.

Ancak Turhan Sultan, valide sultanlık sırasının kendisine geldiğini, Büyük Validenin artık kenara çekilmesi gerektiğini düşünür ve yavaş yavaş devlet işlerine karışmaya başlar. Böylece Valide Sultan ile Büyük Valide Sultan karşı karşıya gelir. Rı arasında dahi bu iki kadın yüzünden iki cephe oluşur. İki cephe arasında zıtlaşmalar ve kavgalar saray içinde huzursuzluğu artırır. Hatta bu çatışma ortamında devlet işlerine yeterli derecede önem verilmemiş ve Anadolu’da yer yer isyanlar çıkmıştır.

Sadrazam Siyavuş Paşa ile ocak ağalarının arası da açıktır. Bu ortamda hem ocak ağaları hem de sarayda can korkusuna düşen Kösem Sultan, işi kökünden halletmeye karar verirler. Turhan Sultan’dan kurtulmak için IV. Mehmed’i tahttan indirerek yerine Süleyman’ı çıkarmayı düşünürler. Çünkü Süleyman’ın annesi Dilaşub Sultan, kendisine karşı koyabilecek bir kişilikte ve güçte değildir.

Ve plan hazırlanır. Kösem Sultan gece sarayın kapılarını açık bıraktıracak, Yeniçeri ağaları adamlarıyla birlikte içeri girecek Süleyman’ı tahta çıkaracaklardır. Turhan Sultan ve adamlarını alıp götürecekler, IV. Mehmed’i de zehirli şerbet ile zehirleyeceklerdir. Ancak Yeniçeri Ağaları ve Kösem Sultan tarafından hazırlanan bu plan Turhan Sultan ve padişah tarafından öğrenilir. Planın ortaya çıkması üzerine Turhan Sultan, derhal harekete geçer ve adamları tarafından Kösem Sultan’ın öldürülmesi için hazırlık yapılır. Kösem Sultan odasında yandaşları Yeniçeri ağalarını beklerken kapıda Turhan Sultan’ın adamlarını görür, can havliyle kaçmaya çalışır ancak son çırpınışlar fayda etmez. Zülüflü baltacılardan Küçük Mehmed celladı olur ve Kösem Sultan’ı oracıkta boğar.

Osmanlı Devleti’nde birçok padişahtan daha çok iktidar sürmüş olan Kösem Sultan, eşi I. Ahmed’in türbesine gömülmüştür.

Kaynak: Tarih