27 Aralık 2012 Perşembe

Türklerin Farkı

 
 
"Türklerle ilgili olarak ne söylenirse söylensin, inkar edilemeyecek bir şey vardır: terbiyeli tavırları... Bu tek bir sınıfa da maledilemez üstelik, köylüsünden paşasına bütün bir milletin mirasıdır. Türkler bu açıdan içinde yaşadıkları diğer milletlerden de, Avrupalılardan da farklıdırlar."
 
Z. Duckett Ferriman
 
"Kişinin toplumsal statüsünün ailesinden gelmesi veya sınıf ayrıcalığı gibi durumların olmaması bir yana, belki de tam bu yüzden, her Osmanlı hem yaradılışı hem de gelenekleri gereği, bir aristokrattır. Aynı davranış nezaketini ve asaletini bir köylünün mütevazı evinde de bir paşanın konağında da görebilirsiniz."
 
Lucy Garnett
 
Kaynak: Osmanlı Kadını Efsane ve Gerçek (Aslı Sancar)

Batılı Seyyahların Tasvirlerinde Osmanlı Kadını - 2

 
 
"Yabancıları ağırlamada Türk hanımlarının üzerine yoktur. Avrupalı hanımlarla sohbet etmekten büyük zevk alırlar, bu hanımlar da zaten aynı şeye heveslidir. Türk hanımları bu sohbeti öyle açıkyüreklilik ve ustalıkla götürürler ki, karşılarındaki yabancıda hiçbir eğretilik duygusu kalmaz. Daha beş dakika geçmeden, neleri varsa sizin emrinize amade kılarlar. Birlikte yemekte oldukları meyveden veya elleriyle yaptıkları kokulu şerbetlerden sunarlar size. Onların ahbabları arasına girmek için yalnızca neşeli olmanız, zararsız meraklarını dindirmeniz, elinizden geldiği kadar da medeni tavırlarına ve nezaketlerine karşılık vermeniz yeterlidir.
 
Avrupa'da çok sık karşılaşabileceğiniz o insanda konuşmaya heves bırakmayan kayıtsızlığın yada tepeden bakan soruşturucu tavrın Türk hanımefendilerinde olabileceğinden korkmanıza hiç gerek yoktur. Onlarda tam tersine insana hoşnutluk veren, yürekten gelen bir medenilik vardır. Bu memleketin bütün insanlarında görebileceğiniz sezgisel nezaketlerinden doğar bu halleri; duygularındaki samimiyet, içten bir yaratılışa sahip olmaları, hayatın inceliklerini daha bir cazibeli kılar. Bu kısa da olsa eğlenceli sohbet anlarında gönlünüz kadar gözünüz de şenlenir. Doğulu kadının zarif görüntüsü halihazırdaki kibarlığını daha da çekici kılar. Kendinden eminliği tavırlarındaki asalet, onun bu durumunu boş özenti ve yapmacık soğukluğun kat kat üstüne çıkarır, aa aynı zamanda size nezaketini sunarken ne kadar istekli ve çabuk davranmışsa, küstahlığa karşı da o kadar hoşnutsuz olabileceğini belli eder."
 
Miss Julia Pardoe
 
Kaynak: Pardoe, Vol III, 85-6

Batılı Seyyahların Tasvirlerinde Osmanlı Kadını - 1



"Türk kadını, Avrupalı kadınların zihnini bir karabasan gibi kaplamış moda köleliğinden uzaktır. Türkiye'de aynı kumaştan yapılma, aynı tarz giyim ve aynı türden başörtüsü kullanılır. İnsanların adet ve törelerine böyle bağlı olması şaşırtıcı bulunmamalıdır, çünkü imparatorluğun diğer şehirlerinde sürekli yeni şeyler üretip insanları kararsız bırakmayı iş edinen moda erbabı İstanbul'da bulunmaz.
 
... Müslüman kadınlar yaşlanma alametlerini yada fazla kilolarını saklamak gibi faydasız çözümlere de başvurmaz. Rujla hiç tanışmamışlardır. Ama tırnaklarının yarısını kınayla boyarlar. Kaşlarına daha çok da kirpiklerine sürme sürerler.
 
Suni saç arçasını kullanan Müslüman kadın hemen hiç bulunmaz. Bir Avrupalının makyajını tamamlayan parçalar arasında yer alan takma bukle, fondöten ve krem, Türklere yabancı maddelerdir. Saçın normal şekli değiştirilmez. Saç ya uzun örgüler halinde omuzlardan sarkar yada müslün bir bezle toplanır, baş sarılır. Elli, altmış hatta seksen tane örgüsü olan hanımlar vardır. Örgüler genellikle çiçeklerle yada değerli taşlarla süslenir.
 
Kadınların hemen hepsi sadece kişisel güzellikleri için değil günlük kullandıkları malzemelerde  de işlemeli süslemeye büyük önem verir. Mendillerden havlulara, peçetelerden kemerlere kadar herşey süslü, işlemelidir. Erkek giyimlerinde bile gümüş ve altın işlemeler kullanılır. Kadınların çoğu maharetle işlenmiş ipek bluzlar giyirler. "
 
D'Ohsson
 
Kaynak: 18. Yüzyıl Türkiye'sinde Örf ve Adetler

19 Kasım 2012 Pazartesi

Kavuşma Adresi


 
 
Gönül bir denizdir, insanoğlunun bedeninin en derin yerinde deliye dönen dalgalarını bir türlü dindiremeyen. Gönül bir ateştir, yangındır uçsuz bucaksız ormanları yese de doymayan. Bir hava kütlesidir gönül; ne zaman, nerede olacağı belli olmayan ve hiçbir yere sığmayan. Bir yarasadır gönül, gözleri gerçekleri tam olarak görmeyen ama herşeyden haberi olan. Gönül aslında sevgilisine duyduğu aşktan deliye dönmüş. O'na hasretten yanıp kavrulmuş. Kendini onu aramaya vermiş, arayıp yerini kaybetmiş. Gözleri sevgilisini görmese de ona iman edip köle olmuş. İnsanoğlunun maneviyatı ve Allah'a bir tür şükrü, bir tür zikri belki de baş koyduğu bu yolun ilk adresidir gönül.

İnsanın ihlas boğazıdır. İki sevgiliyi azgın ejderhalardan uzak tutup, kavuşturan. Maddi alemden manevi aleme sevgilinin kalıcı, gerçek alemine geçisi sağlayan bir hakikat perdesidir bir nevide. Bence budur gönlün asıl amacı, yaratılış sebebi nefse kul, şeytana yuva olmak değil de, Yaratanla bütünleşmeyi sağlamaktı. Kötülüklere mesken olmak yerine iyiliklere ve sevgilere kucak olmaktı.

İşte amacı buydu gönlümüzün...
 

Kaynak: Merve İnce - Ahenk Dergisi - Sayı:4

İstanbul'un Sekizinci Tepesi

 
 
Yahya Kemal'in ölümünden 2 yıl önce doğum yıldönümünü kutlamak için sevenleri adet olduğu üzere toplandığında Behçety Kemal, bir şiirini okudu. Şiirinde onun İstanbul'un sekizinci tepesi olduğunu söylüyordu:
 
Sanat diye, sevgi diye, zevk diye
Ruhumuzun kulağının küpesi
Fuzuli, Naili, Necati, Nedim
Bu akşam alnından bir bir öpesi
O yedi tepeyi en iyi gören
İstanbul'un sekizinci tepesi
 
İstanbul'un 8. tepesi Yahya Kemal, edebiyatımızda İstanbul şairi olarak da bilinir. İstanbul'a hayran, ona aşık bir şairdir. Ancak Ankara'ya bir türlü ısınamamıştır. Ankara başkent olduktan sonra kimi şairler bu şehre övgüler düzmeye başlar. Behçet Kemal Çağlar bunlardan biridir. Ankara'ya güzellemeler yazar. Benzer şiirleri İstanbul şairinden de beklerler. Fakat nafile, Yahya Kemal Ankara için şiir yazmaz. Bir gün meraklısının biri kendisini tutamaz ve sorar:
- Üstat, Ankara'nın hiç mi güzel tarafı yok?
-Var.
- Peki, nesi güzel? diye sormaya devam edince üstat nükteli cvabını verir:
-İstanbul'a dönüşü.
 
Kaynak: Ahenk Dergisi - Sayı: 4

15 Kasım 2012 Perşembe

Osmanlı'nın İhtişamına Bir Örnek



Onuncu Osmanlı Padişahı Kanuni Sultan Süleyman (1495-1566) döneminde, Sivas vilayetimizin bütçesi 20 milyon altındı. Buna karşılık, yine aynı dönemde, Fransa Birleşik krallığı'nın bütçesi 4 milyon altın ve Birleşik İngiltere Krallığı'nın bütçesi 3,5 milyon altındı. İnsan nereden nereye diye düşünmekten kendini alamıyor.

9 Kasım 2012 Cuma

Bir Tas Yoğurt Ve Süleymaniye Camii

 
Kanuni Sultan Süleyman İstanbul'daki Süleymaniye Camii'ni yaptırırken ustalara sıkı sıkı tembih ediyordu. Diyordu ki: "Bu baki eserin sadece benim defterime kaydolmasını arzu ediyorum. Kimsenin bunun içinde bir katkısı olmasını istemiyorum. Sakın ha kimseden bir şey almayın" der. Ustalar çalışıyor, cami, kubbe kubbe yükseliyor. Karşedan mahzun mahzun bir nine, ustaları ve o koca mabedi seyrediyor. İçinden de yardım hevesi duyuyor. Fakat elinde avucunda hiç birşeyi olmayan o nineciğin sadece iki keçisi var ve onların sütleriyle geçiniyor. Düşünüyor: "Ey Allah'ım! Süleyman'a servet ve saltanat verdin. Senin uğrunda cami yapıyor. Bu fakir kuluna birşey vermedin. Ne edeyim ki ben Senin rızanı kazanayım? Benim elimden öyle büyük işler gelmez. Benim elimden sadece o ustalara bir tas yoğurt hediye etmek gelir." Gidiyor ustalara müracaat ediyor: "Evladım, ben fakir bir kadınım.Ben cami yapamam. Ancak elimden bir tas yoğurt hediye etmek gelir. Rica edeceğim bu yoğurdumu kabul edin." Ustalar Kanuni'nin tembihatı karşısında: "Hayır ana, kabul edemeyiz! derler. Kadın ısrar eder. Ağlar, sızlar: "Ne olur oğul!" der."Benim başka yapacak hayrım yoktur.Bu sadaka-i cariye içinde damla damla damlayan bir yoğurdum olsun." der. Ustalar kadının bu yalvarışını ve sızlanmasını kıramazlar. Onun gönlünü hoş etmek için o bir tas yoğurdu alır ve yerler. İçleri serinler. Büyük Hükümdar o gece rüyada, yaptığı hayrın tartıldığını görür. Koca Süleymaniye Camii, terazinin bir kefesine konmuş tartılıyor. Allah'ın huzurunda ne değerdedir diye baha biçilecek. Kanuni bakıyor. Fakat ne gariptir ki Koca Sülemaniye'yi taşıya kefeye mukabil öbür kefeye bir tas yoğurt konmuş. Ama yoğurt öyle ağır basıyor ki, yoğurdun konduğu kefe zeminde, öteki kefe ise yüksekte. Koca caminin değeri bir tas yoğurt kadar bile yok. Sabahleyin dehşet içinde uyana Kanuni, doğruca ustaların yanına koşar: "Ne yaptınız siz öyle?" der. Ustalar korku içinde anlatırlar:"Vallahi hükümdarımız, yaşlı bir nine geldi. Izdırap içinde bize yalvardı. Biz de ağlamasına tahammül edemedik bir tas yoğurt aldık, yedik." Bunu duyan Kanuni, gördüğü rüyayı kederli olarak dile getirdi: "Ben alem-i manada gördüm. O bir tas yoğurt, niyet ve ihlasından dolayı Allah katında Süleymaniye'den daha ağır tutuluyordu. Onun değeri ilahi ölçüler içinde Süleymaniye Camii'nden daha da fazla geliyordu..."

Yapılan işlerin büyüklüğüne ve küçüklüğüne bakılmaz. İşlerin samimiyetine bakılır. Küçük de olsa samimi olarak Hakk'ın rızasına varmak için yapılan işler, nice büyük hayırlardan daha önemli bir yer tutarlar. İşin çokluğu değil, işin samimiyeti önemlidir.Yeter ki samimiyet olsun!
 
...Alıntıdır...
 

28 Ekim 2012 Pazar

Eyüp İskelesi (1929)

Eyüp İskelesi (1929)

İstanbul Tarihinin En Soğuk Kışı

İstanbul’da kar yağışı başladı.
 
Ve bitmedi…

Tam 55 günün ardından, şehir adeta dondu.
 
 

Beyazıt Meydanı'ndan Kurbanlık Pazarı

19. Yüzyıl sonlarında Beyazıt Meydanı'nda bir kurbanlık pazarı. Kim bilir ne pazarlıklar yapılmıştır tüccarlar ve alıcılar arasında? İlginç bir fotoğraf olmuş tarihten günümüze... :)

3 Eylül 2012 Pazartesi

Dünya'da Gücün ve Çekişmenin Simgesi Olan Petrol'ün Ortaya Çıkması!


Günümüzde yenilenemeyen enerji kaynaklarının başında petrol geliyor. Petrol için büyük ülkeler, küçük ülkeleri bahanelerle işgal etmekten geri kalmak bir yana daha 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren başta Ortadoğu olmak üzere planlarını petrol bulunan bölgeleri bir şekilde kontrol tutmak ve buradaki petrolü kendi çıkarlarına işlemek için kurmuşlardır. Peki bugün Dünya'yı böylesi bir mücadeleye götüren petrol hayatımıza Dünya Medeniyeti'ne nasıl girmiştir?

ABD’nin kuzeybatısında Pennsylvania eyaletinin Rouseville kenti bölgesinde Albay Edwin Drake’nin dünyada ilk düzenli petrol çıkaran kuyuyu açmasının üzerinden 151 yıl geçti.

Girişinde "Petrol sanayiinin doğum yerine hoş geldiniz" yazan Rouseville kentinin Titusville kasabasında, 16 Ağustos 1861’de, "Bir Numaralı Kuyu" dünyanın ilk düzenli petrolünü üretmeye başladı. Ama bir sanayi ürünü olarak petrolün çıkarılıp işlenmesi 27 Ağustos'u bulmuştur.

Pittsburgh’un 112 kilometre kuzeyinde kuyuyu açan Edwin Drake, ilk düzenli üretimden iki yıl önce 1859’da buradan 16 kilometre kuzeyde olan Titusville’de ilk petrol kuyusunu delerek doğanın fosil yağının fışkırmasını sağladı. O zamanlar Hamilton McClintock’un çiftliği olan arazi, dünyanın ilk sanayi kullanımına yönelik düzenli petrol kuyusu olarak büyük girişim akıncılarına, iş adamlarına sahne oldu. İlk üretim 60 metre derinden 175 varildi.

Drake Kuyusu Müzesi’nin öğretmeni Don Weaver’in Titusville Herald gazetesindeki açıklamasına göre, bugün Sopus şirketinin olan kuyu, 1995’te devlet denetiminde müzeye bağlandı. Kuyu, bugün hala günde 40 varil petrol çıkarıyor, Bradford Rafinerisi’ne gönderiyor. "İlk Petrol Kuyusu" bölgesi 1999’da ABD Milli Parklar yönetimine alındı.
Kaynak: Tarih Kulübü

Büyük Taarruz'un İlk Ciddi Neticesi: Afyon'un Yunan İşgalinden Kurtarılması


Bugün Afyon'un Düşman işgalinden kurtarılmasının 90. yıl dönümü. Afyon, Eskişehir-Kütahya Savaşları neticesinde Yunan işgaline maruz kalmış ve yoğun bir Türk nüfus...
u Yunan mezalimine uğramadan Ankara yönüne doğru erkenden göç ettirilmiştir.

Yunanlılar son hamle olarak Sakarya Savaşı'nda taarruz ederek yenilince ordularının Sakarya'nın batı tarafına geçirmiş ve savunma hazırlıklarına girişmişlerdir. 1 yıl kadar hazırlanmaları neticesinde Yunanlılar için Eskişehir-Afyon'nun doğu kısımındaki hatlar cephe merkezi ve en güçlü direnek noktaları idi.

Bu sıralarda Sakarya Savaşı'nın ardından Yunanlıların hızının kesildiğini ve taarruz sırasının kendi taraflarına geçtiğini gören Mustafa Kemal'in planına göre ani bir taarruz ile Yunan cephesinin en güçlü olduğu Afyon-Kazuçaran Tepesi ve Tınaztepe'ye yoğunlaştırılacak, sağdan ve soldan ise düşmanın cephesini genişletmek zorunda kalacağı şekilde çevirme taarruzları ile düşman çember içerisine alınacak ve imha edilecekti.

Bu doğrultuda 26 Ağustos sabahı başlayan genel taarruz ile ilk Yunan mevzileri ele geçirildiği gibi ertesi gün öğlene doğru Türk ordusu Yunan cephesini 3 ayrı yerden yararak kanatların merkez ile lojistik kabiliyetini etkisiz hale getirmiş ve kolordular arasındaki iletişim ide büyük ölçüde kesmeyi başarmıştır. Bu sıralarda ise savaşın ilk hedeflerinden ilkine ulaşılmış ve 1 gün boyunca devam eden taarruz ve muharebelerle Yunan merkez tahkimatı düşürülmüş ve Yunan ordusu kovalanarak, daha önceden savaşın gidişatına göre yerli Rumlarca boşaltılmış olan Afyon'a girilmiş ve Afyon düşman işgalinden kurtarılmıştır.
Kaynak: Tarih Kulübü

13 Ağustos 2012 Pazartesi

Kendi Cenaze Namazını Kılan Şehitlerimiz !

Babamın dostlarındandı. Dimdik yürüdü. Hani Allah'tan başka kimsenin önünde eğilmemiş tipler vardır ya, öyle biriydi. Ben çok küçüktüm, evimize misafir gelirdi. "Oğul" diye seslenirdi hep. Bağdaş kurmaz, diz çöker öyle  otururdu. Gaz lambası ışığında daha bir heybetli görünürdü gözüme. Hep bitip tükenmek bilmeyen harp hatıraları anlatırdı.

 Çanakkale, Gazze, Kafkas cephelerini dolaşmış; Sakarya, Dumlupınar'da savaşmış. Ancak İzmir'in kurtuluşundan sonra  köyüne dönebilmişti. Anlattıklarında hep acı, kan, cefa vardı. Kolay mı kazanılmıştı bu vatan? Ölüm neydi ki?  Şerbet içmek kadar kolaydı. "Biz kendi cenaze namazımızı kendimiz kıldık Çanakkale'de !" derdi sık sık.  Olur muydu??

Kirte muharebeleri sırasında bölükler arka siperlerde hücum sıralarını beklemektedirler. Ön siperlerdekiler ileri fırlamış  boğuşuyorlar. Yüzbaşı hucum için emir bekliyor. Bütün asker süngü takmış siperden fırlamak için hazır. Sinirler gergin !..

 Bütün dudaklar kıpır kıpır dualar okuyor, kelime-i şehadet getiriyor. Süre uzuyor. Yüzbaşı erlere sesleniyor...  "Yavrularım... Aslanlarım... Biraz sonra Cenab-ı Rabb'ül Alem'in huzuruna varacağız. Abdestsiz gitmeyelim... Haydi ! Tüfeklerimizin kabzalarına ellerimizi sürüp, hep beraber teyemmüm edelim..." Teyemmüm edilir... Bekleme devam etmektedir. Biraz sonra Yüzbaşı;  " Çocuklarım... Sanıyorum biraz daha bekleyeceğiz... Önümüzde biraz daha zaman var. İleride arkadaşlarımız şehit oluyor.  Hem onlar için, hem de vakit varken, kendi cenaze namazımızı kendimiz kılalım..."

" Kabe Karşımızda... "

Arkadan Of'lu Ali çavuş bağırır. " ER KİŞİ NİYETİNE... "

O gün yapılan hücumda, kendi cenaze namazını kılan pek az kişi sağ kalabilmişti.

''Onlar Allah'a verdiği sözü tuttular..''

Kaynak: Bilim Kültür Kulübü

8 Ağustos 2012 Çarşamba

Geleceği Gören Harita



Coğrafya ve harita uzmanı ünlü Türk denizci Piri Reis'in 1513'te çizdiği Afrika, Amerika ve Güney Kutbu'nu gösteren harita, ortaya çıkarıldığı 1929 yılında ortalığı karıştırdı.

Çünkü Güney Kutbu'nun keşfi, haritanın çizilmesinden çok sonra, yani 1818'de gerçekleşmişti.
Dahası, Piri Reis'in haritası, kıtanın buz altında kalmış sahil kesimlerini de gösteriyordu.

Ancak kıta üzerindeki buzlar, haritanın çizilmesinden tam 6 bin yıl önce erimişti.

Kaynak: Bilim Kültür Kulübü

Padişahlar Fırın Denetliyor!



Osmanlı döneminde üzerinde en çok durulan iki yiyecek vardı: Ekmek ve et. Nitekim 1774 ile 1789 yılları arasında Osmanlı tahtında bulunan Birinci Abdülhamid, devlet adamlarına hitaben kendi eliyle kaleme aldığı bir hatt-ı hümayunda, yani emirde, "Her şeyden önemli olan et ve ekmektir" demekteydi.

Halkın ucuz ve iyi buğdaydan yapılmış ekmek yiyebilmesi için sıkı bir denetim mekanizması geliştirilmişti. Ekmek halkın ana gıdası olduğu için başta padişah olmak üzere bütün devlet görevlileri fırınları sıkı bir denetim altında tutarlardı.

Ekmeğin içerisinde başka bir madde bulunursa veya çiğ pişmişse fırıncı falakaya yatırılırdı. Eğer ekmek kanunnamede belirtilen gramajın altındaysa fırıncının kafasına suçlu olduğunu belirten tahta bir külah geçirilir veya para cezası verilirdi. Fırıncılar un gelmemesi ihtimaline karşı bir aylık kullandıkları miktarı depolarında bulundurmak zorundaydılar. 1788 yılında İstanbul'da fırıncıların pişirdiği ekmeğin siyah ve kötü olması yüzünden birkaç fırıncı idam edilmişti.
 
Kaynak: Bilim Kültür Kulübü

İlk Kadın Rallici : Mehlika Hanım (23 Kasım 1954)



Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu, İstanbul-Ankara hattında ilk “Otomobil Mukavemet Yarışması’nı” düzenler.

Mevsimin getirdiği olumsuz şartlar nedeniyle, kadın sürücüler 680km.lik bu yarış
maya katılmaya cesaret edemezler.

Haliyle basının gözü, tek kadın yarışmacı Mehlika Sarıoğulları‘na yönelir…

1924 doğumlu Mehlika Hanım, birçok aksiliğe rağmen eşiyle birlikte katıldığı yarışın hakkını verir.

Çift, Bornova 227 plakalı üstü açık spor Jaguar marka arabayla yarışmaya katılır.
 
Kaynak: Bilim Kültür Kulübü

Mimaride Zirveye Konana Nokta: Alem

Cami mimarisinde dekoratif görüntüsüne rağmen çok önemli bir tamamlayıcı unsur aslında alemler. Kubbenin inşası bitirilip seren direği olarak adlandırılan direğin tepesine kurşun bağlandığında en üstte bir açıklık kalır. Bu açıklığın kapatılması ve içine su geçirmemesi için tam bu noktaya alem yerleştirilir. Bir tür kilit işlevi gören alem, kurşunların birleştiği yeri sıkıştırarak kubbe ve minarelerden yağmur suyunun sızmasını engellediği gibi rüzgar ve fırtına çıktığında kubbe üzerindeki kurşunların dağılmasını da önler. Alemlerin hepsi Kabe’yi gösterecek şekilde konumlandırılır.

Camilerde görmeye alışkın olduğumuz alemler genellikle hilal şeklindedir. Oysa çok farklı formlar ve şekillerde de alemlere rastlamak mümkün. Boynuz, ay, ay yıldız, lale, zambak, yaprak, nal, mızrak ucu gibi şekilleri olan alemlerin en farklı ve ilgi çekici olanı ise Hz. Fatıma’nın elini temsil edenleridir.

(Fotoğraf : 2011 Ocak ayının ilk günlerinde meydana gelen güneş tutulması sırasında Sofya’daki Banya Başı Camii alemi)


Kaynak: Bilim Kültür Kulübü

14 Temmuz 2012 Cumartesi

Osmanlı Tokadı




Osmanlı döneminde savaşa gidilirken, ülkede ne kadar deli ya da görünüş bakımından eli-ayağı bozuk, gulyabani tipli insan varsa hepsi toplanır ve ordunun en ön sırasında, düşmanın üzerine yürütülürmüş. Amaç, düşmanın psikolo...
jisini bozmakmış.

Bi sonraki sırada ise, "daltarrak" denen adamlar bulunurmuş. Bunlar ise, saraya ufak yaşta alınan gayrı müslüm çocuklarıymış. Küçüklüklerinden itibaren sadece pirinç ve hamur işleriyle beslenip izbandut gibi olmaları sağlanırmış. Bi yandan da, her gün yağlı elleri ile mermer tokatlayıp idman yaparlarmış. Böylelikle elleri sağlamlaşır, beton gibi olurmuş. Zaten mermeri tokatlayarak kıramayanı da savaşa götürmezlermiş.

Bu daltarraklar savaşta gürz-kılıç filan kullanmayıp, düşman askerlerinin beyinlerini tek tokatla, ("Osmanlı tokadı" lafı da burdan geliyo) dışarı çıkartırlarmış. Düşünün, adamın kafasında miğfer var ve bi vuruşta kafa miğferle birlikte dağılıyor.

İşte meşhur Osmanlı Tokadı buradan geliyor.
Kaynak: Tarih kulübü

21 Haziran 2012 Perşembe

Medeni Avrupa!!!

Bakalım bugün bize medeniyet dersi vermeye kalkan Batı dünyası, Orta Çağ da ne durumda imiş..
İnsanların çoğu, Haziranda evleniyordu. Çünkü senelik banyolarını Mayıs ayında yapıyorlar, Haziranda hala çok kötü kokmuyorlardı. Ama yine de kokmaya başladıkları için gelinler vücutlarından çıkan kokuyu bastırmak amacıyla ellerinde bir buket çiçek taşıyordu. Banyolar içi sıcak suyla doldurulmuş büyük bir fıçıdan meydana geliyordu. Evin erkeği temiz suyla yıkanma imtiyazına sahipti. Ondan sonra oğulları ve diğer erkekler, daha sonra kadınlar, sonra çocuklar ve en son olarak ta bebekler aynı suda yıkanıyordu. Bu esnada su o kadar kirli hale geliyordu ki içinde gerçekten bir şeyleri kaybetmek mümkündü. İngilizce?deki banyo suyuyla birlikte bebeği de atmayın? (Don't throw The Baby out with The bath water) deyimi buradan gelmektedir.
Evlerin çatıları üst üste yığılmış kamıştan yapılıyor, kamışların altında tahta bulunmuyordu. Burası hayvanların ısınabilecekleri tek yer olduğu için bütün kediler, köpekler ve diğer küçük hayvanlar (fareler, böcekler) çatıda yaşıyordu. Yağmur yağdığı zaman çatı kayganlaşıyor ve bazen hayvanlar kayarak çatıdan aşağı düşüyordu. İngilizce’deki " kedi-köpek yağıyor " (It's raining cats and dogs) deyimi buradan gelmektedir. Yukarıdan evin içine düşen şeyleri engelleyecek hiçbir şey yoktu. Böceklerin ve buna benzer nesnelerin yatakların içine düşmesi büyük bir sıkıntı oluşturuyordu. Etrafında yüksek direkler ve üstünde örtü bulunan İngiliz usulü yataklar buradan gelmektedir.
Zemin topraktı. Sadece zenginlerin zemini topraktan başka bir şeyden yapılmıştı. Toprak kadar fakir (dirt poor) tabiri buradan çıkmıştır. Zenginlerin ahşaptan yapılmış zeminleri vardı. Bunlar kışın ıslandığı zaman kayganlaşıyordu. Bunu önlemek için yere saman (thresh) seriyorlardı. Kış boyunca saman sermeye devam ediliyordu. Bir zaman geliyordu ki kapı açılınca saman dışarıya taşıyordu. Buna mani olmak üzere kapının altına bir tahta parçası konuyordu ki bunun adı thresh hold (saman tutan; Türkçe’si eşik) idi.
Yemek pişirme işlemi her zaman ateşin üzerine asılı durumdaki büyük bir kazanın içinde yapılıyordu. Her gün ateş yakılıyor ve kazana bir şeyler ilave ediliyordu. Çoğu zaman sebze yeniyor, et pek bulunmuyordu. Akşam yahni yenirse artıklar kazanda bırakılıyor, gece boyunca soğuyan yemek ertesi gün tekrar ısıtılarak yenmeye devam ediliyordu. Bazen bu yahni çok uzun süre kazanda kalıyordu. " Bezelye lapası sıcak, bezelye lapası soğuk, kazandaki bezelye lapası dokuz günlük " (peas porridge hot, peas porridge cold, peas porridge in The pot nine days old) tekerlemesinin menşei budur.
Bazen domuz eti buluyorlar o zaman çok seviniyorlardı. Eve ziyaretçi gelirse domuz etlerini asarak onlara gösteriş yapıyorlardı. Birisinin eve domuz eti getirmesi zenginlik işaretiydi. Bu etten küçük bir parça keserek misafirleriyle oturup paylaşıyorlardı. Buna "yağ çiğnemek" (chew The fat) adı veriliyordu.
Parası olanlar kalay-kurşun alaşımından yapılmış tabaklar alabiliyordu. Asidi yüksek olan yiyecekler kurşunu çözerek yemeğe karışmasına sebep oluyor, böylece gıda zehirlenmelerine ve ölüme yol açıyordu. Domatesler buna sık sık sebep olduğu için bunda sonraki yaklaşık 400 yıl boyunca domateslerin zehirli olduğu düşünülmüştü. Çoğu insanın kalay-kurşun alaşımından yapılmış tabakları yoktu. Onun yerine tahta tabaklar kullanıyorlardı. Çoğu zaman bu tabaklar bayat ekmekten yapılıyordu. Ekmekler o kadar bayat ve sertti ki uzun zaman kullanılabiliyordu. Bunlar hiçbir zaman yıkanmadığı için içinde kurtlar ve küfler oluşuyordu. Kurtlu ve küflü tabaklardan yemek yiyen insanların ağızlarında "tabak ağzı" (trench mouth) denen hastalık ortaya çıkıyordu. Ekmek itibara göre bölüşülüyordu. işçiler yanık olan alt kabuğu, aile orta kısmı, misafirler de üst kabuğu alırdı.
Bira ve viski içmek için kurşun kadehler kullanılıyordu. Bu bileşim insanları bazen birkaç gün şuursuz vaziyette tutabiliyordu. Yoldan geçen insanlar bunların öldüğünü sanıp defnetmek için hazırlık yapıyordu. Bunlar birkaç gün süreyle mutfak masasının üstüne yatırılıyor aile etrafına toplanıp yiyip-içerek uyanıp uyanmayacağına bakıyordu. Buna "uyanma" nöbeti deniyordu.
İngiltere eski ve küçük bir yerdi, insanlar ölülerini gömecek yer bulamamaya başlamıştı. Bunun için mezarları kazıp tabutları çıkarıyor, kemikleri bir "kemik evine" götürüyor ve mezarı yeniden kullanıyorlardı.Tabutlar açıldığında her 25 tabutun birinde iç tarafta kazıntı izleri olduğu görüldü. Böylece insanların diri diri gömüldüğü ortaya çıktı. Buna çözüm olarak cesetlerin bileklerine bir ip bağlayıp bu ipi tabuttan dışarıya taşıyarak bir çana bağladılar. Bir kişi bütün gece boyu mezarlıkta oturup zili dinlerdi. Buna mezarlık nöbeti "graveyard shift" denirdi. Bazıları zil sayesinde kurtulur (saved by The bell) bazıları da "ölü zilci" (dead ringer) olurdu.

Gördünüz değil mi? Avrupa’da bunlar yaşanırken İslam dünyasında ise mikroplara karşı aşı geliştiriliyor, dört bir yana çeşme ve hamamlar inşa ediliyordu (1638'de İstanbul'da (Boğaziçi ve uzak semtler dışında) 302 umumi ve 14234 hususi hamam vardı). Bugün Fransa’nın neden kozmetik ve parfüm sanayisinde bir numara olduğunun sebebini hiç düşündünüz mü?

Kaynak: Ömer Faruk Aydemir - GpHaber - 27.Mayıs.2012

8 Haziran 2012 Cuma

Normandiya Çıkarması - 6.Haziran.1944



65 yıl önce Avrupa
Normandiya çıkarmasının da gösterdiği gibi, Avrupa’nın Na
zi işgalinden kurtuluşunda ABD’nin payı büyüktü.

      65 yıl önce 5 Haziran 1944 günü Paul Verlaine’in bir mısraı ile ünlü BBC başta Fransa olmak üzere Avrupa kıtasındaki ülkelerin direnişçilerine mesaj veriyordu; o günlerde verilen sinyallerden biri de Beethoven’in 5. Senfoni’sinin girişiydi. 1943’ten beri Rusya Almanya’yı kendi topraklarında durdurmuş ve batıya doğru itelemeye başlamıştı.

Sovyet ordularına gerekli mühimmat ve silah yardımı yapabilmek için İran işgal edilmişti. Kızıl Ordu ve Sovyetler bu güzergahtan kendi imkânlarının ötesinde donatılınca ilerlemeye ve düşmanı batıya doğru sürüklemeye başladılar. Galiba İngiltere ve ABD çevreleri 1944 Haziran’ında Avrupa kıtasını kurtarma işini Sovyetlere bırakmayı sakıncalı da gördü. İkinci cephede beklenen ani müdahale yapılmalıydı. 

Başkomutan Amerikalı Eisenhower’ın komuta ettiği ağırlıklı Amerikan ve müttefik kuvvetler Normandiya çıkarmasına başladılar. Kayıplar ağırdı ama 24 saat içinde savaşın kaderi belli oldu. Çıkarma tutunmuştu.

Arşivler harap oldu

5 Haziran’daki Normandiya çıkarması; bir yıl evvel Sicilya’dan başlayan Amerikan, İngiliz ve hemen bütün sürgündeki Polonya kuvvetlerinin katıldığı bir operasyondu. Amacı da 1944 Haziran’ında Roma’ya giren askerleri kutlamak ve desteklemekti. Doğrusu 1943’te Sicilya, ardından güney İtalya’ya giriş Monte Cassino’da müthiş bir Nazi Alman direnişiyle karşılaştı. Müttefikler çok kayıp verdi ve bu arada bütün Avrupa, hatta Akdeniz ve Ortadoğu tarihinin en kıymetli yazmalarını barındıran Monte Cassino Manastırı kütüphane ve arşivleri harap oldu. Bu, beşeriyetin kültürü açısından İkinci Cihan Savaşı’nın getirdiği en büyük kayıplardandır.

4 Haziran’da girilen Roma açık şehir ilan edilmişti. Buna müteffikler kadar şehri savunan Almanlar da uydu ve Roma’yı çatışmasız terk etti. Ebedi Roma’nın bu imtiyaz ve talihi, zavallı Varşova için söz konusu olmadı. Almanlar şehri bilinçli bir şekilde yok ederek çekildiler, eğer 1941’de girebilselerdi St. Petersburg’a da aynı şeyi yapacaklarına şüphe yoktu. Nitekim Paris boşaltılırken de Hitler aynı emri verdi. Ama doğrusu Alman komutan ve subaylar bu emre uymadı. Fransızlar Paris’teki işgal kuvvetlerinin komutanlarının bu cesaretlerini unutmadı ve savaştan sonra da onları kutsadı.

Kısacası 1944 yazı Almanya’nın üç cephe arasında sıkıştığı yıldı; gene de Berlin’e giriş bir yılı buldu. Hatta Ruslar diğer müttefiklerden evvel Berlin’e ulaştı. Çok büyük kayıplar vererek şehri aldılar. 7 Mayıs 1945’te mütareke imzalandı.
Savaşın yükünü ABD ile Sovyetler Birliği çekti
Avrupa kurtulmuştu; ABD ordularının payı büyüktü. Avrupa’yı savunan İngiliz ve Fransızlar, doğudan gelen Ruslarla ve güneyden İtalya’dan Nazilere karşı kıtaya ayak basan, bir yıl sonra da Normandiya çıkarmasının da başını çeken Amerikalılarla mukayese bile edilemezlerdi. O günün Amerikan savaşçıları bugünkülerle de pek mukayese edilemiyor. Bu çok önemli bir gelişmedir. 

 Kuzey Afrika’da gerçekten güçlü bir komutan olduğunu ispatlayan Mareşal Erwin von Rommel Normandiya’da bir varlık gösteremedi. Savunma stratejisi düzgün değil miydi? Bu stratejinin uygulamasını kendi dahil kimse görmedi. Hitler’e karşı tertiplenen darbeye uzaktan karıştığı anlaşılıyor. Naziler onu açıkça cezalandıramadı. Normandiya’daki bir yolculukta, faturası müttefik uçaklarına çıkarılan bir saldırıda yok oldu. Acaba saldıranlar Britanya uçakları mıydı? 

 Almanya’ya karşı bu büyük savaşın yükünü önce Sovyetler Birliği, sonra ABD çekti. Amerikalıların teknolojisi ve donanımı üstündü. Askerler de iyi savaştı. Yabancı bir toprakta belirli bir ideal etrafında savaştıkları anlaşılıyordu. Sovyetler Birliği ise üç yıl süren feci bir işgalin acısını çıkararak Avrupa’ya doğru ilerliyordu. Napolyon’a karşı Kutuzov’un uyguladığı taktikler yeniden görüldü. Rusya tarihi ve tebasıyla ikinci bir anavatan muharebesi yapmıştı.

Devirler değişiyor, kavimlerin özelliği de geçen zamanla aşınıyor. Bugünün Avrupa ve Amerika’sı eskisi gibi savaşçı değil ve Avrupa da o zamanki gibi parçalanmış bir kıta değil. Galiba bünyesindeki askeri zayıflıktan dolayı dünyayı askersizleştirmek istiyor. Tabii bilhassa Asya kıtasındaki yapılanmalara bakınca bunun boş bir çaba olduğunu söylemeye gerek yok.

Kaynak: İlber Ortaylı - 6.Haziran.2009 tarihli yazısı

Altı Gün Savaşı: Arap-İsrail Savaşı!

 
Altı Gün Savaşı diğer adlarıyla 1967 Arap-İsrail Savaşı, Üçüncü Arap-İsrail Savaşı, Altı Günün Savaşı veya Haziran Savaşı, 5 Haziran 1967′de İsrail ile Arap komşuları Mısır, Ürdün ve Suriye arasında... başlayan ve 6 gün süren savaşa verilen addır. Arap İttifakı’na Irak, Suudi Arabistan, Sudan, Tunus, Fas ve Cezayir de asker ve silah yardımıyla katılmışlardır.

İkinci savaş Mısır Devlet Başkanı Abdulnasır’ın Temmuz 1956′da Süveyş Kanalı’nı millileştirdiğini açıklaması sonucu doğan bunalım sonrasında başladı. İngiltere ve Fransa Mısır’ın bu kararını tanımadıklarını bildirdiler. Ekim ayında Londra’da toplanan konferanstan da bir sonuç çıkmayınca İngiltere ve Fransa İsrail ile anlaştı ve Ekim ayının sonunda İsrail kuvvetleri Sina Yarımadasına girmeye başladı. Ama A.B.D. ve Sovyetler Birliği’nin baskısı ile ateşkes ilan etmek zorunda kaldı ve kuvvetlerini 6 Kasım’da geri çekmeye başladı. Bu arada İngiliz ve Fransız paraşütçü birlikleri çatışmalar bittikten sonra bölgeye indirildi. Savaş sonucunda Mısır-İsrail sınırına Birleşmiş Milletler Gücü yerleştirildi ve İsrail Akabe Körfezi’ne bir çıkış kazanmış oldu.

1967 yılında Abdulnasır BM Gücünün artık çekilmesini istedi ve İsrail gemilerinin Akabe Körfezi’ne girmesini önlemeye başladı. Daha önce ise İsrail-Suriye sınırında çeşitli çatışmalar oluyordu. İsrail kendisinden daha fazla kuvvete sahip olduğunu anladığı Arap devletlerinin ani bir saldırısını önlemek amacıyla ilk saldırıyı gerçekleştirmeye karar verdi. 5 Haziran’da İsrail Hava Kuvvetleri’nin Mısır Hava Kuvvetleri’nin bulunduğu üslere saldırısı ile başlayan savaş altı gün sürdü ve “Altı Gün Savaşı” olarak anıldı. Bu savaş sonunda İsrail Mısır’dan Gazze Şeridi ve Sina Yarımadası’nı Ürdün’den Şeria Nehrinin batı yakasını ve Suriye’den Golan Tepeleri’ni aldı. İsrail bir süre sonra Sina Yarımadası'ndan çekilip Mısır'a topraklarını geri verse de Suriye, Ürdün'den aldığı toprakları ilhak ettiğini açıklamıştır. Bu sebeple BM kararlarına da uymayan İsrail, bu tavrı ile bölgede hala sürüp gitmekte olan bazı sorunların temelini atmıştır.
 
 

Padişah Fotoğraflı İlk Ve Tek Paramız




Türkiye'nin ilk ve tek Fatih Sultan Mehmed'in fotoğrafının yer aldığı paramız.

Yıl 1986 ... Ülkemizde ilk ve tek padişah fotoğrafının yer aldığı 1000 lirası...

Sultan Abdülaziz Katlettiler, İntihar Etti Dediler (1876)

 
Sultan Abdülaziz askeri bir darbe neticesinde tahttan indirilmiş ve Feriye sarayında gözaltında tutulmakta idi. Sultan Abdülaziz’in 4 Haziran 1876 tarihinde Feriye Sarayında bileklerini keserek intihar ettiği açıklandı. Ancak bu açıklamaya kimse inanmamıştı. Başta Serasker Hüseyin Avni Paşa olmak üzere darbecilerin Sultan Abdülaziz’i katlettiklerine dair bir çok delil mevcuttur. Hüseyin Avni Paşa cenazeye otopsi yapılmasına müsaade etmemiş ve hemen defnettirmiştir. Bu acı olayın birinci derece sorumlularının sonları feci oldu. Hüseyin Avni Paşa bu olaydan kısa süre sonra Sultan Abdülaziz’in kayınbiraderi tarafından öldürülürken bu olaydan hüküm giyen Mithat Paşa Taif zindanlarında boğularak can verdi.
 
Kaynak: Tarih Kulübü

23 Mayıs 2012 Çarşamba

Fatih'in eşinden oğluna mektup


Osmanlı tarihini pek iyi bilmeyenlerin sorduğu sorulardan bazıları "Sarayda nece konuşulurdu?" yahut "Osmanlının dili Türkçe midir?" gibi sorulardır. Bu sorulara en güzel yanıt olabilecek bir mektubu yayınlıy
oruz. Mektubu gönderen Fatih'in eşi II.Bayezid'in annesi Gülbahar Sultan'dır.* Mektubun üzerinde tarih bulunmamakla birlikte Bayezid'in tahta çıkışından sonra yazılmıştır. Bayezid tahta çıkmadan önce Amasya valisi idi. Gülbahar Sultan, Şehazde Bayezid'in yanına Amasya'ya gitmiş, mektup da Amasya'dan gönderilmiştir. Mektupta Gülbahar Sultan 40 gündür oğlunu göremediğini kendisini de İstanbul'a aldırmasını yahut doğuya sefere çıkarsa en azından "bir iki gezcik" yüzünü görmek istediğini yazmıştır.

Bad'el dua benim devletlum,

Ciğer köşem çok selâm ve dua edüp iki şah gözlerinden öperim kabul kılasız. Benim sultanım nevruz dahi mübarek olsun, Hemişe bunun gibi mübarek günler ve şerif saatlere yetişin devletle. Benim devletim göresim geldi; sizin göresiniz gelmediyse bizim geldi. Devletlû başımız içün gelin göreyim. Benim beyceğizim yakın sefer dahi ederseniz, sağlıklarla bari bir iki gezcik devletlû yüzünüzü görelim gitmeden. Kırk günden artucak oldu kim, görmedim.Benim sultanım küstahlığımızı ma'zur dutasız. Benim dahi sizden gayri kimimüz var, siz sağ olun. Baki devlet-i ebedi ve saadet-i sermedi.

Kemter Kemine Valideniz

*II. Bayezid'in annesi üzerinde çeşitli itilaflar mevcuddur. İlber Ortaylı "Son İmparatorluk Osmanlı" kitabında II.Bayezid'in annesini Sitti Hatun olarak yazmakta fakat M.Çağatay Uluçay "Padişahların Kadınları ve Kızları" ve Mehmet Süreyya Bey "Sicill-i Osmani"de Gülbahar Hatun'un Bayezid'in annesi olduğunu yazmaktadır. Bir iddiaya göre Sitti Hatun, Bayezid tahta çıkmadan önce ölmüş ve Gülbahar hatun Bayezid'in üvey annesi olmuştur. Sitti Hatun'un Bayezid tahta çıktıktan sonra Edirne'de bir camii yaptırması (1484) ve oraya gömülmesi, Bayezid'in gerçek annesinin Gülbahar Hatun olduğunu doğrular niteliktedir.

Resim: Sultan II. Bayezıd Arnavutluk dönüşü atı üzerinde ilerliyor.
Kaynaklar: M.Çağatay Uluçay, Haremden Mektuplar; syf;19, M.Çağatay Uluçay; Padişahın Kadınları ve Kızları; syf; 18,19,20, Mehmet Süreyya Bey, Sicill-i Osmani syf;15(a.s)

İstanbul'un Fethine Dair


İstanbul'un fethinden sonra üç gün yağma yapıldı mı?

- Siz daha önce gazayı açıkladınız ama yine de karşı çıkanlar iddiada bulunanlar çok. İstanbul'un fethinden sonra üç gün yağma yapıldı mı?
- Kendimizi suçlamak son zamanlarda moda oldu. ...
Evvelce anlattım, sultan fıkha, İslam hukukuna karşı gelemezdi. İslam hukukuna göre, İslami emir şudur, halk ve ordu buna inanmıştır: Eğer bir kale kuşatılırsa, düşmana üç defa teslim teklifi yapılır. Bu üç başvuru reddedilirse o zaman kahren, zorla fetih meşrudur, İslam için o şehir fethedilir. Kahren fethedilen yerin ahalisi esir edilebilir ve malları ganimettir. Fatih bunu önleyemezdi, üç kere müracaat etti. Hatta İsfendiyaroğulları'ndan İsmail Bey ile haber gönderdi; imparator, "Benim elimde değil, Cenevizliler-Venedikliler izin vermiyor" dedi. Fetih yapıldı, İstanbul'un bütün halkı esir edildi. Bir kaynak diyor ki; İstanbul halkı fethin ilk günü dışarıda, çadırlardaydı.

- Ahşap çadırlara mı götürülmüşler? Esir çadırları mı?
- Mesela Eskişehirli Ali, üç kişiyi alıp çadırına götürüyor, satacak. Din cevaz* vermiş. O dönemde Hıristiyan tarafında da aynı kurallar uygulanmakta. Cenevizlilerin Rum esirlerini Pera'da sattıklarına dair elimizde belge var.
 
- O dönemin yaşam biçimi böyle yani, bugünle değerlendiremeyiz. Peki çok büyük bir yağma yapılmış mı?
- Tabii, her taraf yağmalandı. Ortaçağ insanını, gerçek tarih, günümüzün idealleriyle değerlendirmemeli. Hatta imparator, askeri müdafaanın başındaki Cenevizli Justiniani ismindeki kumandanın yaralanıp kaçtığını görünce çöküş olduğunu anladı, hemen sarayına koştu. Kasalarındaki mücevheratı aldı ve birkaç adamıyla, Haliç'te kaçması için bekleyen gemiye doğru yöneldi. Azap Yokuşu'ndan aşağı inerken gemilerden çıkan azepler, yani deniz erleri de aynı yoldan yukarı çıkıyordu, saldırdılar. İmparatoru öldürüp elindeki kasaları aldılar. Ama bütün Rum ve Batı kaynakları, imparator Konstantin, Cenevizli komutan Justiniani kaçtıktan sonra surlarında üzerine çıktı ve son nefesine kadar elinde bayrak kahramanca çarpışarak öldü, der.

- Sizin kaynağınız hangisi?
- O zaman Fatih'in yanında, meşhur Beylerbeyi Hamza Bey'in oğlu, Mahmut Paşa'nın katibi Tursun Bey. Tursun Bey Tarih-i Ebu'l-Feth'de gerçeği anlatıyor. İmparatorlar o zaman kırmızı çizme giyerlerdi. Ölüsünü çizmelerinden teşhis ediyor, getiriyorlar. Fatih fetihte saltanat rakibi Emir Süleyman oğlu Orhan'ı da yakalattı ve idam ettirdi.

- Orhan kim hocam?
- Orhan, Bayezid'in oğlu Süleyman Çelebi'nin oğlu. İstanbul'a sığınmış, sultanlık iddia ediyordu. Fatih'e karşı surlarda savaştı. Fatih'in ilk işlerinden biri imparatorun ölüsünü buldurmak ve Orhan'ı buldurup idam ettirmek.. Çelebi Mehmed'in soyundan gelenler saltanatın hakiki sahibidir, Fatih bu soydan gelir. Halbuki Orhan, Çelebi Mehmed'in kardeşi Süleyman Çelebi'nin oğludur.

Kaynak: Emine Çaykara, Tarihçilerin Kutbu, "Halil İnalcık Kitabı",
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Nehir Söyleşi 16,
2005, Sayfa 460-461.

*Cevaz: İzin, müsaade.

Osmanlı ve Demokrasi



"Osmanlılarda insan en değerli varlık. Çünkü Kur'an böyle diyor. Bu durumda insana baskı ve şiddet uygulanabilir mi?" (İngiliz yazar Th. Thornton, 1807.)

"Kur'an hükümleri zulüm ve istibdada karşı çok kuvvetli bir engeldir. Savaş ya da barışla Osmanlı hakimiyetine giren Hıristiyan milletlerin malları ve mülkleri güven altına girer. Padişah Hıristiyan ahalinin haklarının da m
uhafızlığını yapmak zorundadır. Bu durumda keyfi bir istibdat manzarası görmeye imkan yoktur." (İngiliz yazar M.Porter.)

"Tarihçilerimiz, Osmanlı padişahlarının diktatör olduklarının dünyaya ilan ediyorlar. Halbuki Osmanlı Devlet sistemiyle diktatörlük arasında en ufak bir bağ yok. Nasıl olsun ki, Padişahın maiyetinde bulunan ve adına 'Kapıkulu' denen askeri teşkilatın (yeniçeri ve sipahileri kastediyor) gerek eski padişahlardan kalma kanunlar mucibince, gerekse kendi gelenekleri gereği padişahı tahttan indirebiliyor, zindana bile atabiliyorlar. Osmanlı Devleti bir aristokrasi değil, bir demokrasi devletidir." (Comte de Marsigli, Letat militaire de l'Empire Ottoman, ses progres et sa decadence, 1732, La Haye, 28-29.)

"Osmanlı Devleti şeklen mutlak bir saltanat olmakla beraber, esasına bakıldığı zaman her şeyden önce müesseseleriyle saltanatın tabi olduğu şartlardan ve ondan sonra da dünyanın hiç bir yerinde misli görülmemiş derecede hükümet yetkililerini tadil ve hatta sınırlarından örf ve adetlerinden dolayı yumuşak bir idaredir.. Bütün Osmanlılar içinde hayat şartlarının eşitsizliğinden şikayet edebilecek yegane insan padişahtır. Aynı zamanda hem herkesten üstün, hem herkesten aşağı bir vaziyette bulunan padişah istediği gibi bir evlilik yapma yetkisinden bile mahrumdur." (A. Ubicini, La Turquie actuelle, 1855, Paris, 12-122.)

"Bütün Doğu'nun son derece geniş sahalarıyla Hıristiyan Batı'nın birçok zengin eyaletlerine hakim olan Osmanlı cemiyetine demokrasi zihniyetinin hakimiyeti ilk günlerinden itibaren hiç bir fasılaya uğramadan devam etmiştir. (Nicolae Jorga, Les voyageurs français dans l'Orient europeen, Paris, 1928, 44.)

"Osmanlı ülkesinini hiç bir tarafında halktan üstün sayılabilecek beylerle asilzadelerden oluşmuş hiç bir yüksek tabaka yahut soylular sınıfı yoktur." (Chalcondyle, Histoire generale des Turc, Paris, 1662.)

"Osmanlı memleketini gezerken, bütün insanların eşit olduğunu ilan eden İslam kanununun dürüstçe uygulanışı karşısında derin düşüncelere daldım." (James Baker, Turkey in Europe, Londra, 1877.)

Kaynak: Cem Küçük & Münir Üstün, Resmi Tarih Yalanları,
Profil, İstanbul, 2009, Sayfa: 136-142.

16 Mayıs 2012 Çarşamba

Kadın Sultanlar


'Kadın sultanlar' denilince akıllara bir elin parmağını geçmeyecek kadar az isim gelir. Hürrem, Kösem ve Nurbanu sultanlar hafızalara kazınmıştır ama ya diğerleri? Tarihçi Necdet Sakaoğlu'nun yeni kitabı 'Bu Mülkün Kadın Sultanları' işte bu soruya cevap veriyor.

Fehime Sultan
, uzun yıllar göz hapsinde tutulmuş bir hanedan mensubu. Babası 5. Murat'la birlikte neredeyse hiç rahat yüzü görmemiş. Çırağan Sarayı'nda adeta bir zindan hayatı yaşamış. Hanedanlık kaldırılınca Osmanlı topraklarını terk etmek zorunda kalmış ve Nice'e yerleşmiş. Fehime Sultan'ın sürgün yıllarına 'sefalet' damgasını vurmuş. Kocası tarafından terk edilmiş. Narin bedeni gurbette çektiği sıkıntılara daha fazla dayanamamış. Vereme yakalanmış. Yanından hiç ayrılmayan dadısı, ilaç almak için geceleri Nice sokaklarında dilenirmiş. Dört yıl boyunca hastalıkla boğuşan Sultan, öldüğünde bilinmeyen bir yere gömülmüş.

'Kadın sultanlar' denilince akıllara bir elin parmağını geçmeyecek kadar az isim gelir. Hürrem, Kösem ve Nurbanu sultanlar hafızalara kazınmıştır ama ya diğerleri? Tarihçi Necdet Sakaoğlu'nun yeni kitabı "Bu Mülkün Kadın Sultanları" işte bu soruya cevap veriyor. Kitap, bu alanda yapılmış en kapsamlı çalışmalardan biri. Oğlak Yayınları'ndan çıkan eser, Osmanlı hanedanında ismi geçen 564 kadın sultan, valide sultan, kadınefendi ve sultanefendinin hayatını konu alıyor.
Sakaoğlu için bu kitabın ayrı bir de değeri var. Çünkü yaklaşık kırk yıl önce böyle bir eser yazma kararı almış. Geçen bu süre içerisinde çok titiz bir şekilde çalışmış, belge toplamış. Kitabın hikâyesini, "Çok zahmetli oldu." diyerek özetliyor. Sakaoğlu'na göre Osmanlı Devleti'ne bakış açımız seferler, yenilgiler, aziller ve idamlarla sınırlı. Padişahların anneleri, hanımları ve kızlarıyla ilgili yeterli bilgiye sahip değiliz. İsimleri sıkça anılan kadın sultanlar da maalesef önyargıların kurbanı.

Necdet Sakaoğlu, "Hürrem Sultan'ı ne kadar tanıyoruz? Onun İstanbul'a kazandırdığı medreseleri, hanları, ibadethaneleri biliyor muyuz? Hacca gidenler Mekke ve Medine'ye ilk suyolunu Hürrem Sultan'ın yaptırdığının farkında mı?" diye soruyor. Hürrem Sultan, çok modern bir hanımefendi, modayla, sanatla arası çok iyi. Nurbanu Sultan'ın sadece Yahudi sarraflarla olan ticaret ilişkilerini gündeme getiririz, ama Üsküdar'a kazandırdığı tarihi kimlikten hiç bahsetmeyiz.

Sakaoğlu, kitapta Osmanlı Devleti'ni 'hatasız' olarak gösterme gibi bir kaygısının olmadığını söylüyor. Yazara göre her devletin sevapları ve günahları var. Ancak 21. yüzyılın mantığıyla 16. yüzyılı anlamaya çalışmanın büyük bir hata olduğunu ifade ediyor. "Neslimiz, Kösem Sultan'ı, 'oğlunu öldüren bir cani' olarak tanıyor. Bunda ders kitaplarının büyük etkisi var. Kimse o günün atmosferini düşünmüyor. Devletin geleceği için Kösem Sultan'ın yaptığı büyük fedakârlık göz ardı ediliyor." ifadelerini kullanıyor.

15 Mayıs 2012 Salı

Hz. Rabia ve Hırsız


Bir gün namazda iken evine hırsız giren Hz. Rabia, namazını bitirinceye kadar hırsızın bir şey bulamayıp eli boş döndüğünü anlayınca seslendi: "Ey muhtaç adam, bari ibrikteki sudan abdest alıp iki rekat namaz kıl da emeğin büsbütün boşuna gitmesin..."
Hırsız şaşırmış ve korkuyla karışık bir ruh haline kaplanmıştı. Hemen abdest alıp orada namaza durdu. Hz. Rabia bundan sonra ellerini kaldırıp dua etti:
"Ya Rab, bu muhtaç, benim evimde alacak bir şey bulamadı, onu Sen'in kapına gönderdim. Sen elbette benim gibi değilsin. Onu boşçevirmezsin."
Namazı bitiren hırsızın, tövbe etmeye başladığını duyunca, bu dfa da şöyle yalvardı Hz. Rabia:
"Ya Rab, bu adam kapında birkaç dakika bekledi, hemen kabul ettin; ama bu aciz, bütün ömür boyu kapındaydı, hala böyle kabul edilemedim!" O sırada kalbine doğan söz şöyleydi:
"Üzülme! Onu senin hürmetine kabul ettik."
Kaynak: Aşkın Gözyaşları Tebrizli Şems - Sinan Yağmur (209. sayfa)

Birisi "Allah" deyince onun dudağı tatlanırdı. Şeytanın ona, "Ey çok konuşan herif! Bu kadar Allah demene karşı O'ndan hiç 'buyur kulum' diye biavallı adam şeytanın bu sözlerine çok üzüldü ve ağladı. Rüyasında Hızır (a.s.) göründü ve ona "Neden Allah demeyi bıraktın?" diye sorunca adam, "Bana O'ndan hiç cevap gelmiyor. Ne yapayım? Sonra O'nun kapısından kovulmaktan korkuyorum." dedi. Hızır (a.s.), "Senin 'Allah' demen zaten O'nun 'Kulum ben buradayım' demesidir. Senin niyazların, yakarışların ve dertlerinin hepsi ona haberci olarak ulaşır." deyip adamı teselli etti. Allah her an haır ve nazır olduğu için O'nun cevap vermesi gerekmez. Kelimesiz ve sessiz duygular hep O'na ulaşır.
Kaynak: Aşkın Gözyaşları Hz. Mevlana - Sinan Yağmur (234. sayfa)

Riyadan Uzak Durmak


Vaktiyle bir derviş,bir Ramazan akşama iftara davetliydi. Derviş, yatsıya yakın evine döndü ve karısından mümkünse kendisi için sofra hazırlamasını istedi. Karısı:
- Sen davette değil miydin? Ne yemeği?
- Sorma! Çok yersem arkamdan "Halis derviş değilmiş" diye konuşmalarından korktuğum için pek birşey yiyemedim.
- Tamam. Sen şu akşam namazını kıl da ben o arada sofrayı hazırlayayım.
- Ama, ben akşam namazını orada kılmıştım.
- Sen arkamdan kötü konuşurlar diye pek yemek yiyemediğine göre, arkamdan iyi konuşsunlar diye namazı da uzatmışsındır. Hadi, akşam namazını bir daha kılıver de o arada sofrayı hazır edeyim.
Riayet edilir ki, hanımının bu ikazından sonra dervişin aklı başına gelmiş ve riya derdinden kurtulup halis bir derviş olmuş.
Beklentisi olmayanın hayalkrıklığı olmaz. Aşkın kapısına varmayanın yarası asla olmaz.
Kaynak: Aşkn Gözyaşları Hz. Mevlana - Sinan Yağmur (237. sayfa)

11 Mayıs 2012 Cuma

Ayıkla Pirincin Taşını

(Bir zorluğu çözümlerken, bir engeli ortadan kaldırmaya çalışırken bazen hiç beklenmedik sürpriz olaylar çıkar ve daha büyük engeller karşınıza dikilir. Böyle durumlarda bu deyim kullanılır.)

Deyimin öyküsü Osmanlı tarihine dayanır. Yavuz Sultan Selimin Yemen’i Osmanlı topraklarına katmasından bir süre sonra Yemen’de isyan çıkmış, uzun uğraşmalar sonunda Yemen Fatihi Sinan Paşa duruma hakim olmuş; Yemen bundan sonra 400 yıl Osmanlı egemenliğinde kalmıştı.
Söylentiye göre Sinan Paşanın askerleri bir gün çölde konaklamış. Yemek pişirmek üzere hasır torbalar içindeki mısır pirinçlerini yere serdikleri büyük bir çadırın üstüne dökmüş ve taşlarını ayıklamaya başlamışlar.
Bu sırada bir fırtına çıkmış ve rüzgarın savurduğu bir kum bulutu pirinçlerin üstüne inerek, ufak bir tümsek halinde yığılmış.
Kumların altında kalan pirinçlere bakakalan yeniçeriler arasından şakacı bir asker, arkadaşlarına:
-Biz Allah’ın nimetini taşlı diye beğenmiyorduk, bizim gibi günahkar kullara üç beş taş az bile gelir. Asıl şimdi ayıklayın bakalım pirincin taşını. Ulu tanrımız, Kabe’ye hücum eden fil sahiplerinin başına ebabil kuşlarından taş yağdırmıştı. Bizim başımıza da daha büyük taş yağdırmadan hemen tövbe edelim, diyerek arkadaşlarını güldürmüş.

Mimar Sinan'nın Nargile Keyfi ve Dehası


Mimar Sinan, Sultan Süleyman döneminin yetiştirdiği en büyük usta.

Malûm Kanuni Sultan Süleyman, imparatorluğunun gücünü ve ihtişamını göstermek adına Süleymaniye Camii'ni inşa ettirmişti.
Bu cami ve külliyesi 7 senede bitirildi. 7 yıllık bu uzun süre, Kanuni'nin canını sıkmıştı. Sinan'ın yapıyı neden bir türlü açmadığını anlamamıştı.
O sırada her taraftan da dedikodular yağmaya başladı Sultan'a. Kanuni, durumu kendi gözleriyle görmek için bir ikindi vakti Süleymaniye'ye gitti. Muhteşem yapının içine girdiğinde Sinan tam da söylendiği gibi caminin ortasında oturmuş nargilesini tüttürmekteydi. Sultan gözlerine inanamadı.
Tok sesiyle ve bütün haşmetiyle "Bu ne iştir Mimarbaşı" diye haykırdı. Oysa Mimar Sinan'ın içtiği nargilede tömbeki yoktu. İçtiği sadece suydu. Usta mimar, nargilenin fokurtularını dinleyerek caminin akustiğini ölçmeye çalışıyordu. Mihraptaki imamın sesini, aynı oranda bütün camiye nasıl ulaştıracağını hesaplıyordu. Bunun için Anadolu'nun değişik köşelerinden 65 tane dev turşu küpü getirtti. Bu küpleri içleri boş, ağızları dışarıya gelecek şekilde kubbenin eteklerine dizdirdi. Amacına ulaşmıştı Mimarbaşı. Sesi, yüzlerce metrekarelik mekânın her köşesine, en iyi şekilde yaymayı başarmıştı. Kanuni de, Sinan'ın niyetini anlamış, ustasını hemen bağışlamıştı.
Bu anlattıklarımı, Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu "Süleymaniye'nin Sırları" başlığı altında e-postama gönderdi. "Sırlar" şöyle devam ediyor:
Mimar Sinan yapının içine bir de hava koridoru inşa etti. Elektriğin henüz bulunmadığı o yıllarda, Süleymaniye 275 dev kandille aydınlatılıyordu. Sinan, bu kandillerden çıkan is camiye zarar vermesin ve cemaati rahatsız etmesin diye, orta kapının üzerine küçük bir odacık yaptırdı. Binanın değişik köşelerine açtığı oyuklardan giren islerin bu odada toplanmasını sağladı. Şaşırdınız değil mi? Durun, daha bitmedi...Ve adına da "İs Odası" denilen bu bölmenin içine özel bir nemlendirme sistemi kurdu Sinan. Odada toplanan islerden, dönemin en kaliteli mürekkebini damıttı.

Süleymaniye'nin duvarlarında gördüğünüz o muhteşem kalem işleri, yazılar, süslemeler, caminin kandillerinden çıkan isten damıtılan o mürekkeple yapıldı. Bütün bunlar günümüzden yüzyıllar öncesinin bilimiyle, teknolojisiyle gerçekleştirildi.

Kaynak: Tarih Kulübü

İNGİLİZ ÇİVİSİ VE MEHMETCİĞİN ÇARIĞI


İngilizler, Müslüman askerleri için Kurtuluş savaşında özel ürettikleri zehirli çivilerle savaş suçu işlemiş! Tarihin en korkunç yöntemlerinden biri olan bu çiviler, uçaklar vasıtasıyla cephelere dağıtılmış.

Çanakkale’de zaten ayağında doğru dürüst çarık dahi olmayan binlerce mehmetçik, yukarıdan atıldığı zaman mutlaka bir tarafı dik kalan bu zehirli çivilere basarak kangren olmuş.

Bu çiviler dört taraflı olup,her bir kancasında zehir bulunmaktadır.Ayrıca her ne şekilde atılırsa atılsın,bir kenarı mutlaka ayağa saplanacak şekilde üretilmiştir.

Bu zehirli çiviler yüzünden 12 bin askerin bacağı testereyle kesilmiş ve ateşle dağlanmış olmasına rağmen Mehmetçik savaşmaya devam etmiştir

Kaynak: Tarih Kulübü

Tiyatro Tutkunu


Yaşadığı şehirden, bulunduğu ortamdan kısacası yaşantısından sıkılan bir adam, cebindeki az miktar para ile yanına hiçbir şey almadan bulunduğu kenti terk edip daha önce hiç bilmediği bir ülkeye gitmiş. Oraya henüz alışmaya çalışırken birde...n bir ses duymuş. Bir çığırtkan, avazı çıktığı kadar meydanda bağırıyormuş:

- Tiyatro! Gelin! Kaçırmayın! Bu akşam Tiyatro!...

Adam hayatında hiç tiyatroya gitmemiş ve inanılmaz derecede merak etmiş. Biletin nereden alındığını öğrenmiş. Bilet fiyatı cebindeki tüm para kadar olmasına rağmen hiç tereddütsüz bileti almış. Başlamış merakla oyunu izlemeye... Oyun bitmiş, herkes dağılmış ve bizim meraklı öylece kalmış, izlediği muhteşem oyun karşısında. O sırada temizlikçi tarafından salonu boşaltmak için ikaz almış.
Adamsa:
- Bana müdürünüzün yerini söyler misiniz? Onunla bir şey konuşmam gerek... demiş.

Seyrettiği oyunun etkisi ile müdür ile konuşmuş ve ne olursa olsun, ne iş olursa olsun buranın bir parçası olmak için çalışmak istediğini belirtmiş. Müdür çok şanslı olduğunu, şu sıralarda bir temizlikçi aradığını fakat önce onu denemesi gerektiğini ifade etmiş ve denemek üzere aylardır el değmemiş bir kütüphanenin temizliğini uygun bulmuş.

- İşte burayı temizle. Eğer beğenirsem seni işe alırım... demiş ve gitmiş.
Tiyatro aşkının verdiği şevk ile temizlik beklenenden kısa sürede bitmiş. Müdür odayı görmeden adamın samimiyetine inanmamış. Onu diğerleri gibi işi savsaklayan biri sanmış. Fakat odanın temizliğini görünce hayretler içinde kalmış. Aylardır içeriye girilmeyen oda gıcır gıcır oluvermiş. Müdür bu çabuk ve becerikli adamı işe almaya karar vermiş.

- Tamam seni işe alıyorum
- Fakat benim yatacak yerim yok.
- O zaman burada yatarsın ve işe daha erken başlarsın.

İstediği olan tiyatro tutkunu, huzurlu bir şekilde odayı terk ederken müdür.

- Adın neydi senin buraya yazalım.... demiş. Aldığı cevap ise,
- William! william SHAKESPEARE!...

Kaynak: Tarih Kulübü

Osmanlı Tokadı

 
Osmanlı tokadı, Osmanlı Ordusu askerlerinin silahsız savunma ya da saldırı durumunda kullandıkları, elin her iki yanıyla yapılabilen düşmanı sersemletmek amacıyla uygulanan bir vuruştur. El ve kolun açısız ve omuzdan hızla hareketiyle hedeflenen noktaya el ile yapılan temasla yapılır. En çok yüzün her iki yanına ve enseye yapılır. Vuruşun şiddetine göre öldürücü olabilir.
Osmanlı Ordusu’nda genellikle savaşlarda birebir ve yüzyüze yapılan mücadeleler esnasında...
sık sık yaşanan silahın elden düşmesi ya da kırılması durumunda kullanılmıştır. Osmanlı kültüründe bir kavgada taraflar asla birbirlerine yumrukla müdahale etmezlerdi. Yüze kalıcı zararlar verme ihtimalinden dolayı birine yumrukla saldırmak son merhalede yer alır ve yumrukla ilk saldıran ayıplanırdı. Tıpkı yatağan kılıcı olanların dövüşlerde karşılarındakini aşağılamak için kılıcın kesmez yanı ile saldırmaları gibi, tokat ancak yeri zamanı, kavgadaki taraflarca bilinen kurallarla kullanılırdı. Kavgada büyük olan karşısındakini sesi etraflıca duyulan şiddetli bir tokatla uyarır ve bu durum genellikle yeterli olurdu.

Osmanlı Ordusunda meydan savaşlarında en ön safta yer alan, azab askerlerinin, esas amaçları olan karşıdaki düşmanın elit birliklerini yorma görevleri sırasında hafif silahların kısa zamanda kullanılmaz duruma gelmesi ve ağır silahların kuşanmalarının aldığı zaman çoğu kez bulunamadığında tokat atmaya başlamaları ile askerler arasında yiğitliğin eriştiği son nokta olarak görülmeye başlanmış ve bunun üzerinde popülarite kazanmıştır. Sesi ile düşmanın üzerinde yarattığı psikolojik etki sebebiyle zamanla geliştirilmiştir. Bu askerler daha eğitim safasında mermer döverek yetiştirildikleri için, çok kuvvetli ellere ve kol yapısına sahip olurlar.(Osmanlı ordusunun En büyük tokatçıları Başıbozuk (Delibaş) diye adlandırılan bir düzensiz ordudur)
 
Kaynak: Tarih Kulübü

Tatlı ve Tuzlu Suyun Ayrıldığı Yer?

Cebeli Tarık'ta tatlı ve tuzlu suyun birbirinden ayrıldıgı yer... Gözle görüp inanmamak mümkün mü?..

9 Mayıs 2012 Çarşamba

Dingo'nun Ahırı

 
 
Atlı Tramvaylar zamanında, tramvaylar 2 atla çekilirken dik Şişhane yokuşunu çıkabilmek için Azapkapı'dan takviye at alarak yokuşu çıkabilirlermiş.

Tramvay bu haliyle Taksim e kadar gelir, burada çıkartılan atlar, bu gün Taksim alanının batı kısmındaki sular idaresi maksemi ile Fransız konsolosluğu arasında bir ahırda bir süre dinlendirildikten sonra tramvaya bağlanmadan boş olarak Azapkapı ya g...
ötürülürlermiş.

Taksim deki bu ahırı Dingo adlı bir rum vatandaş işletirmiş. Gün boyu bir sürü atın girip çıkmasından dolayı dilimizdeki '' Burası Dingo' nun ahırı mı giren çıkan belli değil '' sözünün buradan geldiği söylenir.
 
Kaynak: Tarih Kulübü