27 Aralık 2010 Pazartesi

Köprüden Geçiş Beş Para

Hemen her olayda mizahi bir yön bulan, eğlenceli isimler takmakta son derece mahir olan halk yaratıcılığının bir zamanlar Haliç'teki köprülere kadar uzandığını bilir misiniz?

İşte, Haliç köprüleri hakkında yarım asır önce yayınlanmış ama yazarı belli olmayan bir yazının hem bu yaratıcılıktan, hem de köprülerin geçmişinden söz eden bazı bölümleri:

"1453'ten sonra 400 yıla yakın bir zaman, İstanbul köprüsüz kaldı. Halk, icab ettikçe iki yaka arasında yüzlerce yıl kayıklarla gidip geldi. Gerçi o yıllarda köprücülük bizde bir hayli ilerlemişti ama Galata "Kafiristan", Beyoğlu ise "Kır"dan ibaretti ve dolayısıyla köprüye pek ihtiyaç yoktu.

Beri tarafta ise, tersanelerle kalafat yerleri vardı ve etraflarında yavaş yavaş mahalleler oluşuyordu. Galata ve Beyoğlu da zamanla büyüdü ve Türkler'in de bu yakada işleri ve temasları giderek arttı.

Unkapanı'yla Azarkapı arasında 1837'de kurulan bir köprünün açılış töreninde zamanın hükümdarı II. Mahmud da hazır bulundu. Bu köprünün eni iki arabayla, iki yüklü beygir ve yanlarında da birbirlerine dokunmadan birer yayanın geçebileceği kadardı. Köprünün muhafazası ve işletmesi için memur kadroları çıkartılmıştı ve bunların masraflarına karşılık olarak "Müruriye" adıyla para alınması planlanıyordu. Ama bu hazırlıkları işiten padişah 'Köprünün inşasından maksad halka kolaylık ve fayda göstermektir. Zinhar, hiç kimseden bir akçe dahi alınmayacaktır.' buyurunca, köprüye 'Hayratiye' adı verildi.

Bundan sekiz yıl sonra, 1845'te, Abdülmecid Karaköy köprüsünü kurdurdu. Halk, köprüden üç gün üç gece bedava geçti ama sonra köprü paralı yapıldı: Geçiş ücreti, 'beş para' olacaktı... Hatta kapitülasyonlardan çekinen hükümet, büyük devletlerin önde gelen vatandaşlarını Tophane'de bir toplantıya çağırmış ve onları da para vermeye razı etmişti.

Bu köprü, 1863'e kadar hizmet verdi. Ateş Mehmed Paşa'nın Bahriye Nazırlığı zamanında yerini bir yenisi aldı. Sultan Abdülaziz aynı yerde demirden bir köprü inşa ettirdi ama yerine konması Abdülhamid zamanında, 1878'de oldu. 1912'nin 14 Nisan'ında bu da değiştirildi ve yerini günümüzdeki Karaköy Köprüsü'nden bir önceki, 80 yıla yakın hizmet veren dubalısı aldı.

1912'de Karaköy'den kaldırılan köprü ise Unkapanı'na gönderildi ve burada 1940'a, yerini Atatürk Köprüsü alıncaya kadar hizmet verdi.

Geçmişte Haliç'te, bugünkü gibi üç köprünün birarada olduğu zamanlar da bulundu: 1863'te Ayvansaray'la Hasköy arasına ahşap bir köprü daha yapıldı ve halk arasındaki adı, hemen 'Yahudi Köprüsü' oluverdi. Ama ömrü sadece on gün sürdü ve cayır cayır yandı köprü.

O zamanlarda hemen herkesin tepkisini çeken 'köprü parası'nın kaldırılması için ise, 1926'ya gelinmesi gerekti. Geçiş parası o yıl kaldırıldı, başka bir yol bulundu ve otobüs ile tramvay ücretlerine dahil edildi.

Kaynak: HaberTürk Tarih (Sayı:30 - 19.Aralık.2010)

20 Aralık 2010 Pazartesi

İstanbul'un 200 Yıllık Tarihi Renklendi

Dünyanın en büyük kütüphanesi olan Amerikan Ulusal Kütüphanesi "tarihi renklendirecek Photochrom projesi" kapsamında, 200 yıllık İstanbul fotoğraflarını renklendirerek 'İstanbul not Constantinople' koleksiyonu adı altında yayınlandı.



















...alıntıdır...

16 Aralık 2010 Perşembe

Çorbalar Hakkında Bilinmesi Gereken Mutfak Sırları

- Çorba kaynatılırken her an taşma tehlikesi vardır. Bunu önlemek için, içine bir kaç tane buz parçası atalım.

- Lezzetli bir çorba pişirmek için, içine et yada tavuk suyu koymalıyız. Kullanacağımız et suyu için, iri sığır kemiklerinden yararlanabiliriz.

- Yoğurtlu çorba yaparken yoğurdun kesilmemesi için, tuzunu çorba piştikten sonra ilave edelim.

- Mercimek çorbasının daha besleyici olması için, kaynama aşamasındayken içine 1 su bardağı erişte katalım. Ayrıca çeşitli sebzelerle pişireceğimiz mercimeğin vitamin değeri daha da artar.

- İşkembe çorbasını dana işkembesinden yapmak, sağlığımız açısından daha yararlıdır. Ayrıca üzerinde bulunan yağları tümüyle temizleyip kazımalıyız.

- Çorbaya ateşten indirmeden önce rendelenmiş kaşar peyniri katıp bir taşım kaynatırsak, gene değişik ve nefis bir tat elde ederiz.

- Çorbaya tel yada arpa şehriyesini su kaynadıktan sonra koyalım ve bir taşım kaynattıktan sonra yapışmaması için, karıştırıp kendi başına kaynamaya bırakalım.

- Sebze çorbamızın içine çok küçük parçalara ayrılmış kestaneler atarsak, değişik bir lezzet elde etmiş oluruz.

- Pişirdiğimiz çorbanın üzerine naneli, biberli yağ gezdireceksek, naneyi yağa değil çorbaya ilave edelim. Nane çorbaya çok hoş bir lezzet ve koku verecektir.

- Çorbamız çok sulu olduysa, iki kaşık eritilmiş margarin yağını bir kaşık unla karıştırıp, bu karışımı pişmekte olan çorbamıza yavaş yavaş ekleyelim.

- Koyu kıvamda çorbalar yapmak istiyorsak; 2 yemek kaşığı mercimek, pirinç, kuru bezelye, buğday ve nohutu mikserde çekerek un haline getirelim ve çorbalarda kullanalım. Hazırladığımız bu unu çorbalarımıza kattığımızda, aynı zamanda sağlıklı, doyurucu ve lezzetli bir çorba da hazırlamış oluruz.

- Çorbanın yağı fazla olduysa, bir marul yaprağını birkaç kez çorbanın içine sokup çıkartalım. fazla yağlar marul yaprağının üzerine tolanacaktır.


Kaynak: Oktay Usta'nın Mutfak Sırları - Hürriyet

12 Aralık 2010 Pazar

II. Süleyman'ın Annesi Saliha Dilaşup Sultan



Saliha Dilaşup Sultan, (1627 - 4.12.1689) Osmanlı İmparatoluğu'nun Valide Sultan'ı, padişah II. Süleyman'ın annesi ve Sultan I. İbrahim'in eşiydi.

Saliha Dilaşup Sultan, 1627 yılında dünyaya geldi. Sırp asıllıydı ve doğduğu zamanki ismi Katrin idi. 1687 yılında oğlu II. Süleyman'ın tahta çıkması ile Valide Sultan oldu. Oğlunun 4 yıllık saltanatının ilk 2 yılı boyunca Valide Sultan kaldı. "Devletlu İsmetlu Mahfiruz Valide Sultan Ahiyat-üs-şan Hazretleri" olarak hitap edildi. 1689 yılında oğlundan 2 yıl önce öldü. Cenazesi İstanbul Süleymaniye Camii'ndeki Kanuni Süleyman Türbesi'ne gömüldü.

Kaynak: Meydan Sözlük

Medyanın Kaynağı Matbaanın Keşfi



Müteharrik (-hareketli, değişebilir) harfleri dizerek makine ile kitap basmanın icadı şerefi, Almanya'nın Mayens şehrinde doğmuş olan Johann Gutenberg'e nasip olmuştur, derler.

Oysa, Uygur Türkleri tarafından daha önce aynı yöntemle, ağaç kalıpları kazınarak yapılmış Kuran-ı Kerim baskısı bugün müzede bulunmaktadır. Kaldı ki, bu icadın tarihini eski Çinlilere kadar vardıran vardır, fakat baskının şekli bilinmemektedir. Nitekim, Gutenberg'ten evvel Avrupa'da bir sayfalık yazı bir tahtaya kazılıp onu basmak suretiyle bir nevi tabı usulü bulunmuşsa da ayrı ayrı harfler yaparak bunları bir araya getirmek suretiyle makine ile baskı usulü, yani bugünkü matbaacılığın iptidai şekli bu zatın eseridir. Gutenberg'in doğum tarihi 1400 tahmin olunuyor. Ailevi mecburiyet dolayısıyla Strazburg'a hicret etmişti. Onun matbaayı icadı tarihi 1440'tır ve Mayens'e avdetle bir sermayedarla birleşerek ilk matbaayı kuruş tarihi 1448'dir. İşin karlı olduğu anlaşılınca ortağı onu bertaraf etmiş, fakat o gene bu işe devam etmiştir. Gutenberg 1468'de vefatına kadar bin türlü zorluklar içinde maddi bir istifade temin edememiştir.

Matbaanın icadı, Batı uygarlığının yayılmasında en büyük amil olmuş ve bu medeniyet vasıtası daima birinci rolü muhafaza etmiştir. Bu itibarla dünya saadet ve refahının velinimeti olan matbaa, bu medeniyetin yayılmasındaki sürate vasıta olmak ve dünyayı az zamanda refaha nail etmek suretiyle insanlık aleminin minnetini kazanmıştır. Matbaa, beşeriyetin büyük nimetidir, bugün ve yarın onsuz bir medeniyet tasavvur edilemez. Dün, bugün ve yarın bu icadın minnettarıdır, daima da minnettar kalacaktır.

Gutenberg'i, matbaasının bastığı ilk provaları tetkik ederken gösteren tablo bir Alman ressamınındır.


Kaynak: Muhittin Nalbantoğlu - Tarihin Işığında - Yeniçağ

9 Aralık 2010 Perşembe

Fatih Ve Hakim

Hızır Bey, İstanbul kadısı ve belediye başkanı iken, bir Hristiyan mimar geldi. Fatih Sultan Mehmed Han'dan şikayetçi olduğunu söyledi. Hızır Bey, mimarı dinledi. Fatih, bugünkü Ayasofya Cami'sinden daha yüksek kubbey ve daha üstün mimari hususiyetlere sahip bir cami yaptırmak istemiş ve o mimar da bu işe talip olmuştu. Ama Müslümanların, Ayasofya'dan daha üstün bir esere sahip olmalarına gönlü razı olmamıştı. Mısır'dan binbir zahmetle getirilen sütunların yüksekliklerini kısa tutmuş ve kubbenin yüksekliği de Ayasofya'dan alçak olmuştu. Sultan, sütunların kasıtlı olarak küçültüldüğünü anlayıp hiddetlenmiş ve muhakeme edilmeden de mimarın eli kesilmişti.

Hızır Bey, konuyu araştırdı. Şahitlerle beraber Padişahı da mahkemeye çağırdı. Fatih, mahkeme salonuna girince, baş köşeye oturmak istedi. Kadı, hiç çekinmeden.
- Oturma begüm!.. Hasmınla yüzleşmek üzere, mahkeme huzurunda ayakta dur! dedi.
Sultan derhal söylenen yere geçti. Kadı:
- Sen bu zimminin elini kestirdin mi? diye söze başladı. Mahkeme neticesinde;
- Sen, Murad oğlu Mehmed! Mahkeme edilmeden bu zimminin elini kestirdiğin için kısas olunacaksın! Senin elin de onun ki gibi kesilecek. Eğer Hristiyan mimarı razı edebilirsen, ölünceye kadar onun ve ailesinin geçimini temin etmek karşılığında elini kesilmekten kurtarabilirsin! dedi.

Hristiyan mimar, bu ulvi karar karşısında daha fazla dayanamadı. Ağlayarak Padişahın ellerine kapandı. Mimar, ailesiyle birlikte Müslüman olmakla şereflendi.

Kaynak: Türkiye

7 Aralık 2010 Salı

IV. Mehmet'in Annesi Turhan Hatice Sultan


Turhan Hatice Sultan ( 1627*1682) Valide Sultan, Sultan I. İbrahim'in eşi Sultan IV. Mehmet'in annesidir.

Rus asıllıydı ve doğduğu zamanki ismi Nadya idi. 12 yaşlarında iken Kırım Tatarları'nın eline esir düştü ve İstanbul'a getirilerek saraya verildi. Oğlu IV. Mehmet 1648 yılında 6 yaşındayken tahta geçince Valide Sultan oldu. Ancak kayınvalidesi eski Valide Sultan Kösem Sultan halen hayattaydı ve devlet işlerinde etkili olmaya devam ediyordu. Turhan Sultan'la Kösem Sultan arasında kıyasıya bir rekabet başladı. Bu rekabet 3 yıl sürdü ve Kösem Sultan'ın bir gece dairesinin basılarak boğdurulmasıyla noktalandı. Turhan Sultan toplam 34 yıl Valide Sultanlık yaparak Osmanlı tarihinin en uzun süreli Valide Sultan'ı oldu. Bu dönemde Köprülü ailesinden sadrazamlar iş başına geldi ve Valide Sultanların devlet siyasetindeki etkileri azaldı.

Turhan Sultan 1597'de Sultan III. Mehmet'in annesi Valide Safiye Sultan'ın emriyle yapımına başlanan fakat yarım kalan İstanbul Yeni Camii'ni kendi parasıyla tamamlattı. 1682 yılında öldü ve cenazesi kendi tamamlattığı Yeni Camii'nin avlusundaki Turhan Sultan Türbesine gömüldü.

 
Kaynak: Türkçe Bilgi

Köle Ayaz

Bir zamanlar Ayaz adlı bir köle varmış. Takdir bu ya, köle bir gün Sultan Mahmud'un kölesi olmuş. Sultan, köleyi taşıdığı asil karakteri sebebiyle çok sevmiş. Derken Sultan'ın öylesine itimadını kazanmış ki, bütün sultanlığın haznedarı tayin edilmiş ve en kıymetli ve zarif mücevherler, taşlar ona emanet edilir olmuş. Bu gelişmeyi gören saraylılar ise durumundan pek rahatsız olmuşlar. Hasetleri ve kibirleri yüzünden, sözüm ona basit bir köleye böyle bir mevki verilmesini ve kendi rütbelerine çıkarılmasını bir türlü hazmedememişler.

Bu duygular içinde, özellikle Sultan yakınlarındayken ondan gün geçtikçe daha çok şikayet etmeye başlamışlar ve asil ruhlu kölenin itibarını zedelemek için ellerinden geleni yapmışlar.

Bir gün Sultan'ın huzurunda bir saraylının diğerine şöyle dediği duyulmuş: "Köle Ayaz'ın sık sık hazineye gittiğini biliyor musun? Onun mücevherlerimizi çaldığından adım gibi eminim." Sultan kulaklarına inanamamış. İşin aslını kendi gözlerimle görmeliyim demiş. Duvara küçük bir delik yaptırıp, içeride olanları seyretmeye hazırlanmış. Kölenin sessizce içeri girdiğini, kapıyı kapattığını ve sandığa gittğini görmüş.

Orada sakladığı küçük bir bohçaymış bu. Bohçayı öpmüş, alnına koymuş ve sonra da açmış. İçinden çıkan köleyken giydiği yırtık pırtık bir elbise! Aynanın karşısına geçmiş. Kendi kendine;

 "Daha önceleri bu elbiseyi giydiğin zamanlar kim olduğunu hatırlıyor musun?" diye sormuş. "Bir hiçtin sen... Hepsi hepsi satılacak bir köleydin ve Allah, Sultan'ın eliyle sana rahmetinden belki de hiç hak etmediğin nimetler lutfetti. Asla nereden geldiğini unutma! Çünkü mal mülk insanın hafızasını uçurur, unutuluşlara sürükler. Şimdi sen de, nimetçe senden aşağı olanlara kibirle bakma ve daima hatırla Ayaz, hatırla!"

Sandığı kapatmış, kilitlemiş ve sesizce kapıya doğru yürümüş. Hazine dairesinden çıkarken birden Sultan'la yüz yüze gelmiş. Sultan gözlerini Ayaz'ın yüzüne dikmiş dururken, yanaklarından aşağı yaşlar süzülüyormuş ve boğazı öyle düğümlenmiş ki, konuşmakta güçlük çekmiş.

Ve Sultan Mahmud: "Bugüne kadar mücevherlerimin hazinedarıydın, ama şimdi kalbimin hazinedarısın. Bana benim de önünde bir hiç olduğum kendi Sultan'ımın huzurunda nasıl davranmam gerektiği dersini verdin" demiş.

...Alıntıdır...

Niye Ben?


Efsane Wimbledon tenis oyuncusu Arthur Ashe AIDS'den ölmekteydi. Dünyanın her köşesindeki hayranlarından mektuplar yağmaktaydı. Bunlardan bir tanesi şöyle soruyordu:

"Neden Tanrı böylesine kötü bir hastalık için seni seçti?"

Arthur Ashe buna şu cevabı verdi:

"Tüm dünyada 50 milyon çocuk tenis oynamaya başlar,
5 milyon tenis oynamayı öğrenir,
5000.000 profesyonel tenisi öğrenir,
50.000 yarışmalara girer,
5000 büyük turnuvalara erişir,
50'si Wimbledon'a kadar gelir,
4'ü yarı finale,
2'si finale kalır.
Elimde şampiyonluk kupasını tutarken Allah'a "Neden ben?" diye hiç sormadım.
Ve bugün sancı çekerken, Allah'a "Niye ben?" mi demeliyim?
Mutluluk insanı tatlı yapar,
Zorluklar güçlü yapar,
Hüzün ise insan yapar,
Yenilgi mütevazı yapar,
Başarı insanı ışıldatır,
Ama yalnız Allah yolumuza devam etmemizi sağlar. Allah'a asla "Niye ben?" diye sormayın. Ne olacaksa olacak. O'nun kendine has usulleri vardır. Herşey kendi iyiliği için olur. İnancınızı koruyun."


...Alıntıdır...

Kelebek



Bir gün, bir kozada küçük bir delik açıldı ve bir adam bedenini bu küçücük delikten çıkarmaya çalışan kelebeği saatlerce seyretti. Sonra, kelebek sanki dah fazla ilerlemek istiyormuş gibi durdu. Sanki ilerleyebileceği kadar ilerlemişti ve artık daha fazla ilerleyemiyordu. Ve adam, kelebeğe yardım etmeye karar verdi. Eline bir makas aldı ve kozayı keserek deliği büyüttü. Kelebek kolayca dışarı çıktı. Fakat bedeni kocaman ve kanatları kuru ve buruşuktu.

Adam, kelebeği izlemeye devam etti. Çünkü zamanla kanatlarının büyüyüp bedenini taşıyabilecek kadar genişleyeceğini umut ediyordu. Fakat bu olmadı! Gerçekte, kelebek ömrünün geri kalanını o kocaman bedeni ve kuru, buruşuk kanatları ile etrafta sürünerek geçirdi. Uçmayı hiç başaramadı.

Adamın bu aceleci iyiliği içinde anlayamadığı, bu kısıtlayıcı kozanın ve kelebeğin o küçücük delikten dışarı çıkmak için verdiği mücadelenin, kelebek için gerekli olduğuydu. Çünkü bu, Allah'ın yaşam sıvısının kelebeğin bedeninden kanatlarına doğru akmasını sağlamak için bulduğu yoldu, böylece kelebek kozadan kurtulduğu anda uçmaya hazır olabilecekti.

Bazen mücadeleler, hayatımızda tam olarak gerek duyduğumuz şeylerdir. Eğer Allah, hayatımıza hiçbir engelle karşılaşmadan devam etmemize izin verseydi sakat kalırdık. Şimdi ve daha sonra olabileceğimiz kadar güçlü olmazdık. Asla uçamazdık.

Güç istedim... Ve Allah, beni güçlü yapmak için karşıma zorluklar çıkardı.
Bilgelik istedim... Ve Allah, bana çözmek için sorunlar verdi.
Zenginlik istedim... Ve Allah, çalışmak için bana beyin ve güçlü kaslar verdi.
Cesaret istedim... Ve Allah, üstesinden gelmem için bana tehlike verdi.
Sevgi istedim... Ve Allah, yardım etmem için sorunlu insanlar verdi.
İyilik istedim... Ve Allah, bana fırsatlar verdi.

İstediğim hiçbir şeyi elde edemedim. İhtiyacım olan herşeyi elde ettim...

..Alıntıdır...

6 Aralık 2010 Pazartesi

Gladyatör Sadece Erkek Olmaz Kadınlar da Arenaya Çıkıp Dövüşürlerdi

Roma’daki meşhut Colosseum, 50 bin kişiyi alan devasa hacmiyle çağının en büyük amfitiyatrosu idi. Ama orada tiyatro temaşa edilmez, kanlı gladyatör dövüşlerinden vahşi hayvan avı ve idamlara varıncaya kadar, o çağda eğlence sayılan her türlü barbarlık sergilenirdi. Küçük bir şehir iken koca bir imparatorluğa dönüşen Roma’nın ihtişamını göstermek için İmparator Vespasian döneminde yapımına başlanan Colosseum, MS 80 yılında Vespasian’ın oğlu Titus tarafından tamamlanmıştı.

Gladyatör arenanın kum zemininde aslan ve kaplanlar ile çarpışırken, bu mücadeleden ölüsü çıkcakların yerini alacak diğer kurban namzetleri aşağıda, yani “hypogeum”daki labirentlerde sıralarını beklerdi.

40 Senedir Kapalıydı

Roma’daki en muhteşem imparatorluk eseri olan Colosseum’un altında, dövüşçülerle vahşi hayvanların kapatıldığı, zindan, mağara, dev kafesler ve tünellerden oluşan muazzam galeri geçenlerde ilk kez kamu oyuna açıldı. Ayrıca amfitiyatronun 1970’lerden beri kapalı olan üst basamaklarına da yeniden çıkılabilecek. İç duvarlarda meydana gelen kopmalar tehlike arzettiği için kapatılan tepe tribünlerin restorasyonu tamamlandı. Eskiden olduğu gibi Roma Forumu manzarası da o mahalden seyredilebilecek.

Ancak Colosseum’da esas merak edilen, arenada can verecek kölelerin hayatlarının son demlerini geçirdikleri yer altı alemi idi. “Hypogeum”daki tüneller, Titus’un kardeşi İmparator Domitian tarafından yapıya sonradan eklenmişti. En akla gelmeyecek zalim ve barbarca eğlenceler icat etmekte Domitian’ın üstüne yoktu. Colosseum’a ilave ettirdiği alt tünellere, uzak diyarlardan getirttiği filleri, leoparları, panter ve ayıları doldurmuştu. Bu hayvanlar palanga sistemiyle yukarı çekilir, arenaya salıverilirdi.

Aslan ve kaplanlara ilave olarak getirilen hayvanların yanı sıra, Domitian’ın başka “dahiyane” buluşları da vardı. Mesela mutemadiyen erkek dövüşü seyretmekten bıktığı için kadın gladyatörlerin karşısına cüceleri çıkararak yeni bir eğlence icat etmek de onun fikri idi. Roma’daki tarihçi Cassius şöyle yazmıştı: “Domitian dövüşleri geceleri de devam ettirtirdi. Meşaleler altında başı miğfersiz, bağırları açık kadınları arenaya çıkartıp önlerine cüceleri atardı.”

Halkın Heyecanı

Anlaşıldığı kadarıyla Domitian gün boyu süren oyunların esas eğlenceli kısmını geceye saklıyordu. Göğsü üryan kadınların arenaya çıkarılmasındaki gaye sadece cinsel seyir değildi, bu gösteriler günün en önemli numaraları arasında sayılıyordu. Bu tür iç gıcıklayıcı numaraların Roma halkını heyecanlandıracağını bilen Domitian, böylelikle halk nezdindeki güç ve iktidarını pekiştiriyordu.

Romalılar sürekli yeni heyecanların peşinde olduğu için sadece Colosseum’da değil, imparatorluğun dört bir bucağında kadın gladyatörler dövüştürülürdü. Bunların çoğu savaş esirleri ile köleler arasından devşirilirdi, ancak Romalı kadınların da arenaya çıktığına dair kayıtlar mevcuttur.

Cassius, Tacitus, Petronius gibi tarihçiler, kroniklerinde kadın gladyatörlerden bahsetmişlerdir. Tarihçi Cassius’un yazdığına göre Neron, annesi şerefine kadın gladyatörler arasında turnuvalar tertip ederdi. Birkaç arenada birden aynı zamanda yapılan bu turnuvalar günlerce sürer, yüksek tabak mensubu kadın ve erkeklerin de müsabakalara katılarak araba sürmesi, av eğlencelerinde vahşi hayvanları öldürmesi ve hatta gladyatör dövüşleri yapması birer rezalet sayılır idi.

Aralarında senatör eşlerinin de bulunduğu kadınların bir kısmı zorla dövüştürülürdü. Zavallıların hayta kalmak için verdiği mücadele şüphesiz Neron’u pek eğlendiriyordu. Cassius ile Tacitus’un yazdığına göre Neron o kadar zalimdi ki, şerefine turnuvalar düzenlediği annesi Agrippina’yı da, karısı Octavia’yı boşamasına engel olacak diye öldürtmüştü. Aynı tarihçilere göre Neron, Octavia’yı boşadıktan sonra evlendiği Poppaea’yı da ikinci çocuğuna hamileyken bizzat tekmeleyerek katletmişti.

Düşükten Mi Öldü?

Cassius ve Tacitus’un şahit olmadıkları bu cinayetleri naklederken hakikate ne kadar sadık kaldıkları tam bilinmiyor. Modern tarihçilere göre Neron’a besledikleri kinden ötürü, özellikle Poppaea’nın ölümünü Neron’un üzerine yıkmış olmaları, kadının aslında düşük yüzünden can vermiş olması pek muhtemel.

Diyelim ki, Neron kadınları zorla dövüştürüp bundan da zevk alıyordu. Peki kendi iradeleriyle gladyatör olup arenaya çıkan varlıklı Romalı kadınların amacı neydi?.. Para için olamazdı, çünkü zaten zengindiler. Tacitus’un “Kendilerini rezil eden sefihler” diye tanımladığı bu kadınlar bir ihtimal heyecan ve macera arıyorlardı, çevrelerine korku salmak için de kötü şöhret peşindeydiler. Bununla birlikte vasileri olan erkeklerin iznini de almış olmaları gerekiyordu. Zengin baba ve kocaların nasıl olup da izin verdiği meçhul.

Dövüşler Yasaklanıyor

Zamanla Romalı kadınların arenaya çıkması tahammül edilmez bir hal aldı ve kadın gladyatörlerin sayısını sınırlayan ve hatta yer yer yasaklayan kararnameler çıkmaya başladı. MS 19. yüzyılda İmparator Augustus, 20 yaş altı senatör kızları ve torunlarının hem arenaya hem de sahneye çıkmasını yasakladı. 200 yıl kadar sonra da Septimus Severus döneminde köleler dışındaki bitin hür doğmuş kadınlar gladyatörlükten men edildi. Anacak bu kararnamenin hayata geçirilmesi bir hayli zaman aldı ve nihayet İmparator Honorius 399 yılında gladyatör dövüşlerini tamamen yasakladı. Bilinen son turnuva 1 Ocak 404’te yapıldı.

Hayatta kalmayı başaran kadın gladyatörlerin nasıl bir hayat sürdürdüğüne dair kesin bir bilgi mevcut değildir. Arenada aynı erkekler gibi dövüştüklerine göre, arena dışındaki hayatları da erkeklerden çok farklı olmasa gerek. Roma’da gladyatörlerin çoğu köle idi, ancak aralarında gönüllüler de vardı ki, onlar da köleler gibi aynı gladyatör yeminini ederdi: Uri, uinciri, uerberari, ferroque, necari. Yani ateşle yanmayı, zincire vurulmayı, kırbaçlanmayı ve demirle öldürülmeyi kabul ederek, hür iradelerini efendilerine teslim ederlerdi.

Gönüllü yemin edenler bunu ya geçim ya da şöhrete kavuşmak için yaparlardı. Ne kadar şevk ve ihtirasla dövüşürlerse o kadar çok kazanırlardı. Hatta kölelere de sahiplerinden bir miktar pay düştüğü olurdu. Mesela eski gladyatörleri yeniden arenaya getirmenin bedeli çok yüksekti. Bir seferinde Tiberius, azad edilmiş bir gladyatörü arenaya çıkarmak için bin altın saymıştı.

Yıldız Ama Avam

Spartaküs’ün MÖ 73 yılındaki isyanından sonra gladyatörlere tahta silahlarla eğitim verilmeye başlanmıştı. Kesici ve delici aletler verilmesi pek akıl karı bir iş değildi. Yaygın inancın aksine gladyatör dövüşlerinde fazla ölen olmazdı, çünkü dirileri ölülerinden daha fazla para getirirdi.

Tacitus’a göre kadınların dövüşmesinin nedeni para değil, heyecan, macera ve azılı dövüşçüler olarak şöhret arayışı idi. Ancak gladyatörlerin elde ettiği şöhret ve saygınlığın çelişkili yönleri de vardı. İster kadın isterse erkek olsun, gladyatörler o dönemin yıldızları olmakla birlikte, toplumun en düşük katmanından sayılırlardı. Bu nedenle, soylu bir kadının arenaya çıkıp, kendisini bayağı duruma düşürmesi anlaşılır gibi değildi. Bazı gladyatör kızları da babalarından ders alarak bu mesleği seçerdi.

Romalı tarihçilerin yazdıkları dışında, kadın gladyatörlerin varlığına dair deliller de mevcuttur. Bunlardan en önemlisi Halikarnas’ta bulunan bir rölyeftir. Şimdi British Museum’da olan bu rölyefte, isimlerinden de anlaşılacağı üzere, kadın oldukları şüphe götürmeyen “Achilla” ve “Amazon” adlı iki kadının dövüşü tasvir edilmektedir. “Achilla” ve “Amazon” büyük ihtimalle kadınların gerçek isimleri değildi ama, iki kadın savaşçı için pek münasip lakaplar olduğu da kesin.

MS 1. ve ya 2. yüzyıla ait olduğu tahmin edilen bu rölyef, kadınların cenk etmesine hayli önem atfedildiğini göstermiştir. Bir sanat eserinde ebedileştirilecek kadar ciddiye alınan bu kadınların kıyafet ve teçhizatları, erkek gladyatörlerinki ile hemen hemen aynıydı. Ancak erkekler ile aralarında önemli farklar da mevcuttu. Mesela başlarında miğfer, üzerlerinde tunik yoktu. Başları açıktı, birer peştamala sarınmışlardı. Kollarında koruyucu kollukları ellerinde kılıç ve kalkanları vardı.

Miğfersiz Kadınlar

Kadınların miğferli olmaması önemli bir teferruattır. Bilindiği kadarıyla bütün gladyatörler miğfer takardı ve hafif zırhla donandıklarından hareket kabiliyetleri de yüksek olurdu. Ancak Halikarnas rölyefindeki kadınların daha ağır teöhizatlı oldukları görülmektedir. Başlarının açık olması ise muhtemelen, cinsiyetlerinin belli olması içindi. Herhalde İmparator Domitian da, kadınların yüzlerini iyice seçebilmel için başlarına miğfer geçirtmiyordu.

Kadınların gerçekten gladyatör olarak arenaya çıktığını gösteren iki delil daha var. Bunlardan biri Roma yakınlarındaki Ostia limanında bulunan bir yazıt. Diğeri de İngiltere’de, Leicester’da çıkarılan bir toprak kap üzerine kazınmış yazı. Ostia’daki yazıtta, “şehir kurulduğundan beri kadınları dövüştüren ilk kişi Hostilianus oldu” sözü yer alıyor. MS 3. yüzyıldan kaldığı tahmin edilen yazıt, Septimus Severus’un kadınları arenaya çıkmaktan men ettiği 200 yılında bu dövüşlerin sona ermediğini gösteriyor. Ayrıca kadınlardan “hanımefendi” diye söz edilmemesi de, dövüşlerin meşru müsabakalar olmadığına delil teşkil ediyor. Leicester’de bulunan toprak kap üzerinde ise “Gladyatörler Verecunda ve Lucius” kelimeleri yer alıyor. Yazının ne amaçla kazındığı bilinmiyor ama, Verecunda’nın kadın olduğunda şüphe yok.

Ve son delil. Bundan 10 yıl kadar önce Londra yakınlarında yapılan arkeolojik kazıda bir gladyatör mezarı bulundu. Daha önce de Almanya’nın Trier kentindeki bir kazıda gladyatör mezarı ortaya çıkartılmıştı. Ancak Londra’daki keşfi önemli kılan, mezardaki yanmış kalıntıların bir kadına ait olması idi.

Arkeologlar, Roma döneminden kalma mezardaki birkaç ipucundan yola çıkarak kadının gladyatör olduğuna hükmetmişlerdi. Bir kere mezardaki toprak kandiller üzerinde, gladyatör desenlerinin yanı sıra Mısır’ın çakal başlı tanrısı Anubis’in tasviri vardı ki, Anubis’in Roma’daki karşılığı olan Merkür, ölen gladyatörlere öbür dünyaya yolculuğunda reberlik ederdi. Merkür kılığındaki köleler gladyatörlerin cesetlerini arenadan taşırdı. Mezarda bulunan yanmış çam kozalakları da gladyatörlükle yakından ilgili idi. Arenalardaki ağır kokuyu bastırmak için tütsü niyetine çam kozalakları yakılırdı.

Mezarda ayrıca, gösterişli bir cenaze töreni yapıldığına dair işaretler mevcut idi. İncir, hurma, badem kalıntıları ile tavuk kemikleri, altın zerreleri ve cam parçaları, ölen kadının isimsiz bir şahsiyet olmadığını gösteriyordu. Ancak kadının mezarı, kabristanı çevreleyen duvarın dışındaydı. Yani şöhretli, varlıklı, fakat toplumdan dışlanmış birisiydi.

Alelade Cenaze

Oraya gömülen kadın “itibar gören, fakat saygıdeğer olmayan” biriydi. Böyle bir kadın da olsa olsa gladyatör olabilirdi.

İngiliz arkeologların bu ideası büyük tartışma yarattı. Akademik dünyadan, bu mantık zincirini makul bulan tek bir uzman çıkmadı. Harward Üniversitesi’nden Roma uzmanı Kathleen Coleman’a göre Roma döneminde Londra civarında gladyatör desenli kandiller pek moda idi. Gladyatörlere şatafatlı cenaze törenleri düzenlendiğine dair hiçbir kanır yoktu. Bir başka tarihçiye göre de mezarda bulunan deliller, müteveffanın mesleğini değil mensup olduğu inancı gösteriyordu. Anubis tasvirli kandiller ve çam kozalakları, olsa olsa kadının İsis’in müridi olduğunu gösterirdi, o kadr.

Ayşe Özek

Kaynak: HaberTürk Tarih (24.10.2010 - Sayı:22)

Papa’nın Karabahtlı Gayrımeşru Kızı Lucrezia Borgia!



Papalık tarihinin gelmiş geçmiş en sivri isimlerinden olan Altıncı Alexander, papalığa hiç de uyuşmayan bir hayat sürmüştü.

Sayısız metresleriyle ünlü olan Alexander’ın Vanozza dei Catanei’den olan gayrımeşru çocuklarına metresi Givlia Farnese üvey annelik etmişti. Alexander, Givlia’nın 15 yaşındaki erkek kardeşini de kardinal yapmıştı. Kilisenin menfaatinden çok kendi ailesinin refahını düşünmesi, onu daha da göze batar bir duruma düşürmüştü.

Ailesinin adını lekeleyen söylentiler ilk önce Yahudiler’den alınan rüşvetlerle başladı. Zengin kardinallerin paralarına konmak için onlara “Cantarella”, yani yavaş yavaş ölmelerini sağlayan bir zehir verilmesi, Agahta Christie’nin romanlarına bile konu olmuştu.

26 Sayfa Kaldı

Altıncı Alexander’ın 1480’de dünyaya gelen kızı Lucrezia ile ensest ilişkisi iftira neticesinde ayyuka çıkmıştı. Dedikoduların kaynağı olarak, iddianın Altıncı Alexander’ın başmabeyncisi Alman Johann Burchard’ın “Diarium” adındaki günlüğünde gösterilir. Ancak, bu günlüğün orijinal yazmasından elimize sadece 26 sayfa ulaşmıştır ve bunlar sadece Alexander’ın ölümü ile ilgili bahislerdir.

Alexander’ın sayısız düşmanı olduğu gibi, “İspanyol Papa” olmak gibi de bir talihsizliği vardı. Oğlu Cesara ve kızı Lucrezia Borgia ise babalarının gücünden ve ayrıcalığından yararlanan ama fevkalade yetişmiş iki kardeşti.

Cesare bir aralar babasının adına yaptığı seferde Leonardo da Vinci’nin mühendisliğinden faydalanmıştı. Lucrezia, İspanyolca, İtalyanca ve Fransızca konuşur, biraz Latince ve Yunanca bilirdi. Cesare askerlik alanında babasının gözü kulağı, Lucrezia ise yumuşak yapısıyla ve dil kabiliyetiyle Vatikan’da babasının özel sekreterliği ile meşguldü.

Alexander, 13 yaşındaki kızı Lucrezia’ya devlete ve millete hayırlı olacak bir koca bulmak zorundaydı ve damatlığa 26 yaşındaki Pejaro Lordu Giovanni Jforza’yı uygun buldu. Kızı için Vatikan’a yakın bir saray ayarladı, ancak damat bir süre sonra Lucrezia’yı Pejaro şehrine götürdü. Roma’dan ayrılıp taşraya gitmek Lucrezia için dayanılmaz bir hal oldu, bıçak kemiğe dayanınca kocasını bırakarak Roma’ya tek başına döndü, kendisini bir manastıra kapattı ve babasından evliliğinin iptalini rica etti.

Terk edilen koca durumuna düşen Giovanni bunu gururuna yediremeyip baba-kız arasında ensest ilişki olduğu dedikodusunu yaydı. Ancak meselenin aslını bilenler, Giovanni’nin iktidarsız olmasından dolayı mutlu bir evlilik yapamadığının ve gerçekleri değiştirdiğinin farkındaydılar.

Evlilik 1497’de bitti ve kızın çeyizi olan 31 bin Duka altını Lucrezia’ya iade edildi. Papa alexander, biricik kızının kocasız kalmasına izin veremezdi ve hemen siyasi bir eş arayışına girişti. Ve, aradığı bağlantıyı hemen buldu: Napoli Krallığı ile ilişkileri düzeltmek için kralın gayrımeşru oğlunun damadı olmasına karar verdi.

Ağabeyi Kocayı Öldürdü

Lucrezia, Vatikan’da bu defa kendisinden bir yaş küçük ve kendisi gibi gayrımeşru olan Alfonso ile evlendi, üstelik kocasına aşık oldu ama gelin ile damadın arasına bu sefer gelinin Fransa taraftarı olan ağabeyi Cesare Borgia girdi. Napoli Krallığı ile Fransa arasındaki savaş yüzünden enişte ile kayınbirader birbirlerine girdiler, Lucrezia’nın kocası 15 Temmuz 1500’de ağabeyi tarafından öldürüldü ve zavallı kadın, küçük oğlu ile dul kaldı.

Nepi’de inzivaya çekilen Lucrezia, zamanını “Perişan prenses” diye imzaladığı mektuplar yazıp Alfonso’nun ruhu için ayinler tertip ederek geçiriyordu. Lucrezia’nın, kocasını katleden ağabeyini affedip etmediği ise hala bilinmiyor.

1500 yılının Kasım ayında, bu defa yeni bir damat adayı bulundu: Ferrara Dükü’nün oğlu Alfonso… Lucrezia’nın babası olan Papa Alexander ile kardeşi Cesare bu evliliğin gerçekleşmesi için tüm imkanlarını kullandılar. Alexander, Ferrara Dükü’nün papalığa ödemesi gereken meblağdan bile feragat edip, kızının çeyizini kendi parasıyla yaptı.

Düğün hazırlıkları, 1501 Noel’inde başladı. Lucrezia, Avrupa’nın en varlıklı ve en şöhretli ailesinin gelin adayı olarak 200 şövalyenin eşliğinde sayısuz müzisyen ve beş piskoposla beraber Roma’dan ferrara’ye hareket etti. Çeyizi 150 katırla taşınabilmil, gelinliği 15 bin duka altınına, tacı da gelinliğinin yarı fiyatına malolmuştu.

Alexander, kızıyla kolay kolay vedalaşamadı. Bir daha göremeyeceğini hissettiği kızının tören alayına gizlice gidip Lucrezia’yı uzaktan son defa seyretti.

Lucrezia ile Alfonso’nun dördü erkek, biri kız beş çocukları oldu. Hakkında çıkarılan onca dedikodu, iftira ve çamur atma kampanyalarından başı dik bir şekilde sıyrıldı Lucrezia, Ferrara’da saygın bir hayat sürdü ve yedinci çocuğunun doğumundan sonra 39 yaşında hayata gözlerini yumdu.

Nefise Germiyanoğlu

Kaynak: HaberTürk Tarih (24.10.2010 - Sayı:22)

Kestaneci Gibi Kestane Yapmak



Geçen gün bir arkadaşım 100 gramına 5 lira verdiği kestaneyi yerken, "Ya, ben bir türlü bu şekilde kestane yapamıyorum" diye söyleniyordu. Ya kabuk soyulmaz ya kuru olur ya da dışı tam kıvamında iken içi pişmemiş olur. İşte tam kıvamında, suyu yerinde ve kabuğu soyulabilen güzel kavrulmuş kestaneler için yol haritası...

Pişirmeden Evvel

1. Kestanelerin şişman yüzünü enine ve baştan sona çizmeli. Ancak bunu yaparken, kestanenin kabuğu ve iç derisini çizmeli ama kendisine olabildiğince zarar vermden yapmalı. Bunun için de ucu sivri ince bir bıçak ideal.
2. Kestaneleri çizdikten sonra 1-1,5 saat ılık suda bekletin.
3. Fırının sadece ızgarasını açarak yada bir tavada harlı büyük ateşi orta seviyede açarak pişirin. Fırın çok daha hızlı, ocak en az iki katı sürede pişirir.
4. Bir veya iki kez karıştırarak çevirin.

Eğer Haşlayacaksanız

1. Kestaneleri enine baştan sona çizin.
2. Kaynayan suda haşlayın.
3. Haşlanınca, yarım bardak oda sıcaklığında suya ekleyin. Aldığınız kestaneleri yemeden bir dakika önce bu suya atın, sonra bu şekilde soyarak yiyin. Çok daha kolay soyulmasını sağlar.
Benim okulumun bahçesi at kestaneleri ile doluydu. Çok sağsağlıklı görünen bu nefis görünümlü kestaneler ne yazık ki yenecek gibi değil. Olsun, onları gardrobunuzda güve önleyici olarak kullanabilirsiniz. Hem de naftalin ve diğer malzemeler gibi kansorejen değil...

...alıntıdır...

5 Aralık 2010 Pazar

Tarihten Fıkralar - 4

En Kıymetli Düğün

Muhibbi mahlaslı şair Kanuni Sultan Süleyman, şehzadelerini sünnet ettirirken muhteşem bir tören düzenletir. Daha önce benzer bir tören yaptıran veziri Makbul İbrahim Paşa'ya yaklaşarak sorar:
- Lala, ne dersin, senin düğünün mü daha mükemmeldi, yoksa benim düğünüm mü?
Paşa'nın cevabı mertçe ve mantıklıdır:
- Elbette benim düğünüm sultanım! Çünkü benim düğünümde cihan padişahı bulundu.

OkurYazar

Sultan Mahmut, bir gün İzzet Molla'ya, onunla ilgili merak ettiği bir hususu sorar:
- Molla! Allah, dostluğunuzu muhafaza etsin. Yesarizade ile hiç ayrılmıyorsunuz. Bu ne muhabbet?
Bu soruya şair, meşhur hattatı kastederek şu cevabı verir:
- Efendimiz! Yesarizade kulunuz yazı yazar. Bendeniz de biraz ders gördüm. İkimiz yan yana gelince okuryazar bir adam oluyoruz da onun için birbirimizden ayrılmıyoruz.

Kör Ve Sağırın Şiiri

Biri gözünün şehlalığından dolyı "kör" lakabıyla anılan sadrazam Mahmut Nedim Paşa'nın yeğeni ve "sağı" lakabıyla yad edilen Şehremini Ahmet Bey, Fuat Paşa'ya bir kaside yazarak takdim ederler. Paşa şiiri okur ama beğenmez; ne vezir var, ne kafiye. Paşa nezaketi elden bırakmadan:

- Teşekkür ederim, der. Kasidenizi amca paşanız görseler, pederiniz beyefendi de dinleseler onlar bile beğenirlerdi.

Oruç Borcu

Bir Ramazan günü III. Mustafa'nın veziri Koca Ragıp Paşa Şair Haşmet'e,
- Senin de borcun var mı Haşmet? diye sormuş.
- Evet efendim var, demiş.
- Ne kadar? deyince de,
- Mahalle bakkalına bin kuruş, kasaba beş yüz kuruş, şeklinde cevap vermiş.
Ragıp Paşa,
- Ben onu sormuyorum, oruç borcun var mı onu soruyorum? demiş. Şair Haşmet, bu soruyu da şöyle cevaplamış:
- Paşam oruç borcunu Allah sorar. Sizin soracağınız kul borcudur.

Oburun Elinden

Bir Ramazan ayında İzzet Molla iftar yemeğine davet edilmiş. Gittiği yerde oburun biriyle aynı sofraya oturmuş. Aceleyle ve hırsla yemek yiyen o şahıs bir ara tatlıya kaşığı daldırmaya kalkınca tatlı fırlamış, İzzet Molla'nın üzerine sıçramış. İzzet Molla tatlıya acıyarak bakmış ve şöyle demiş:
- A mübarek! Şu adamın elinden bana değil, Allah'a sığın.


Akıl ve Zeka

Harun Reşit'in veziri Yahya'ya "Baba" diyerek seslendiği ve kensine büyük saygı duyduğu anlatılır. Bir gün Harun Reşit'le veziri arasında şöyle bir konuşma geçer:
- Baba! Aklın da, zekanın da kaynağı beyindir. İkisinin de vazifesi bir demektir. Öyle olduğu halde neden bunlar ayrı isimlerle anılmıştır? Akıl ile zeka arasındaki ne fark vardır?
- Birbirinden ayrı olan her iki göz de aynı şeyi görür. Onların arasında ne fark varsa akıl ile zeka arasında da işte o fark vardır!


Derin Uyku

Kanuni Sultan Süleyman zamanında bir kadının evi soyulur. Şikayete gelen kadına padişah sorar:
- Hırsızlar evinize giriyor, her tarafı soyup soğana çeviriyor. Bu nasıl derin bir uykudur ki, hiçbir şey duymuyorsunuz?
Osmanlı toplum düzeninde, halkın idarecilere olan büyük güveninin de simgesi olan kadının şu cevabı Kanuni'yi çok etkiler:
- Hünkarım! Biz, sizi uyanık bildiğimiz için böyle derin uykuya daldık.


 
Kaynak: Nesil Takvim

4 Aralık 2010 Cumartesi

Genç Osman'ın Annesi Mahfiruz Hadice Sultan

Sırp asıllıdır ve doğduğu zamanki adı Mari'dir. Oğlu Genç Osman'ın 1618 yılında 14 yaşında iken tahta geçmesi üzerine Valide Sultan oldu. Kendisine "Devletlu İsmetlu Mahfiruz Valide Sultan Ahiyat Üs-Şan Hazretleri" ünvanıyla hitap edilirdi.

Mahfiruz Hadice Sultan (d. 1590 - ö. 1620), Osmanlı padişahı II. Osman'ın annesi, Sultan I. Ahmet'in eşi ve Valide Sultan'dır. 1590 yılında doğdu. Rum veya Sırp asıllıdır.  1620 yılında oğlunun saltanatı sırasında öldü. 2 yıl sonra da oğlu Genç Osman tahtan indirilerek, öldürüldü.

Kaynak: Wikipedia - History of the Ottoman Empire and Modern Turkey, Stanford Jay Shaw, Cambridge University Press, p.191

Türkler'in Savaş Taktikleri (Türk Mektupları - Busbecg)



Busbegc (Alman Büyükelçisi) anılarına devam ediyor:

"Onlar bu manevrayı süratle ve şu suretle icra ederler. Pek uzun bir sırığın tepesine yanan bir top koyarlar. Bu sırık yere dikilmiştir. Beygirlerini bütün süratle bu sırığa doğru sürerler. Sonra, sırığı geçince, birdenbire geri dönerler ve arkaya dikilerek topa bir ok atarlar. Bu sırada at koşmaya devam eder. Uzun talimlerle koşarken arkalarına dönüp gafil bulunan düşmanlarını vurabilmek melekesini kolayca elde ederler.

Ne ise, ben gene eve döneyim, bizim muhafızı daraltmayayım. Size tarif ettiğim temrinleri yaptıktan sonra kalan zamanımı kamilen kitaplarıma yahut Beyoğlularla sohbete tahsis ediyorum. Bu Beyoğlu halkı anasıl Cenovalıdırlar. Başka dostlarım da var. Maamafih, kavaslarımın muvafakatı olmadan bunu yapamam.

Bunların halleri bir günü bir gününe uymuyor. Bazen öyle zamanları oluyor ki, daha mülayim davranıyorlar. İşte böyle bir gün hulul ettiği zaman, Raküzalılar, Floransalılar, Venedikliler ve bazen Rumlar v.s. milletlere mensup kimseler ya beni selamlamal için yahut başka bir maksatla ziyaretime geliyorlar. Bazen çok uzak kıtalardan gelmiş kimselerle de görüşüyorum..."

Kaynak: Muhittin Nalbantoğlu - Tarihin Işığında - Yeniçağ

3 Aralık 2010 Cuma

Mehmetcik'in Tedbiri (Türk Mektupları - Busbecg)



Kanuni Sultan Süleyman zamanında Türkiye'ye gelmiş olan Alman (-Avusturya) Büyükelçisi Busbecg "Türk Mektupları" adlı anılarında Türk ordusu ve Türk askerleri hakkında şu hükümlere varmıştır:

"Türklerin istila orduları, beraberlerinde gittikleri ordu erzakına el sürmezlerdi. Girdikleri ülkelerde ordu ve halk her yeri tahrip edip, yiyecek bırakmadığı zaman, onlardan pek az miktar askerlere dağıtırlardı. Askerler, yanlarında daima yedek erzak bulundururlar, akıncı süvariler bu cihete özellikle önem verirlerdi. Bu erzak; bir torba un, bir kutu yağ, tuz ve saireden ibadettir. Bununla çorba dedikleri sulu bir yemek yaparlar. Bazı askerlerin yanında peksimet, kurutulmuş sığır eti, içinde et suyuyla un ve yumurta bulunan bir çeşit un bulunurdu (Tarhana olacak). Bu undan gayet gıdalı bir çorba yaparlar. Türk askerleri savaşlarda gayet kanaatkardırlar. Halbuki bizimkilerin (-yani Almanların) en büyük düşmanı kendi nefisleridir. Ne verilse beğenmezler..."

Busbecg'in bu anıları Türkçemize defalarca çevrilmiş ve yayınlanmıştır. İlk çeviriyi I. Meşrutiyet döneminde Ebuziyya Tevfik gazetesi Tasvir-i Efkar'da dizi yazı halinde yayınlamıştır.

Kaynak: Muhittin Nalbantoğlu - Tarihin Işığında - Yeniçağ

Busbecg'inTürk Mektupları Kitabı



Sancağın Altında



II. Bayezid zamanında idi. Meşhur Burak Reis'in iştirak ederek, gemisi ile birlikte yandığı deniz muharebesi başlamıştı. Muharebenin en sıkışık bir zamanında bir Venedik kadırgası kaptan gemisinin kıç tarafına rampa etmişti. Rampa esnasında güçlü kuvvetli, safi gök demir zırha bürünmüş çevik bir Venedikli, şimşek gibi bizim gemiye atladı. Önüne geçenlerin kılıçlarını çelerek amiral sancağına doğru ilerledi. Sancak direğimizi kırdı, sancakla birlikte denize attı. Bu nahoş bir hadise idi. Amiral gemisindeki sancağımızı göremeyen kaptanlarımız, kaptanpaşa gemisinin esir olduğunu zannedecekler, belki de feci bir hezimet olacaktı.

İşte bu sırada 16 yaşlarında, bıyığı terlememiş civan bir delikanlı olan İskender ismindeki Türk çocuğu sancağımızı koparıp denize atan Venedikliğe nişan alıp, öyle bir ok attı ki, ok Venediklinin göğsünden ve arkasından iki defa delmiş ve arkasından da bir karış dışarı çıkmıştı. Venedikli, attığı sancağın arkasından denize yuvarlandı. İskender palasını sıyırıp ağzına aldı. Venediklinin arkasından denize atladı. Venediklinin başını kesip, saçlarından tuttu. Sulara gömülmekte olan sancağı eline aldı. Tekrar gemiye tırmanıp çıktı. Venediklinin başını sancağın alemine saplayarak, götürüp sancağı yerine dikti. Bu sahne birkaç dakika içinde olup bitti, fakat yazık ki İskender de bir süre sonra kurtardığı sancağın altında şehit oldu.

Kaynak: Muhittin Nalbantoğlu - Tarihin Işığında - Yeniçağ

Türklerle Savaşmak ve Kahramanlıkları


Türkler kahramandırlar, dostlarına zarar vermezler, fakat kazanç getirirler.

Komenius

*****

Türklerin vatanlarına bağlılıkları her hasletlerinin üstündedir.

Cahiz

*****

Savaşın zevkini almak isteyen herkes Türklerle savaşmalıdır.

Tavsend

*****

Türklerin yalnız sonsuz bir cesareti değil, iradeleri sersemleştiren bir sihirbaz zekası da vardır.

Çarnayev - Rus Komutan

Kaynak: Yeniçağ

2 Aralık 2010 Perşembe

Kahraman Ve Vatansever Türkler, Türk Diplomasisi



Çanakkale'de muvaffak olamadık. Nasıl muvaffak olurduk? Zira Türkler yuvasına girilmiş aslanların hiddetiyle, cüret, cesaret ve kahramanlığı ile savaşıyorlardı. Böyle bir millet görmedim.

Sir Julian Stafford Corbett

*****

Türklerin, insanı düşündüren iki büyük kuvveti vardır. Ordusu; ki onu sancağını gösterip şahlandırmaya gelmez. Diplomasisi; ki kapalı bir kutudur, açılmadıkça insan vesvesede kalır.

Maternich

*****



Dünyada hiçbir kral, paşa ve diplomattan beni herhangi bir siyasi ve askeri mağlubiyete uğratır diye korkmadım. Yalnız (eliyle haritada İstanbul'un yerini göstererek) buradaki diplomatlar müstesna...

Sazonov - Rus Siyasetçi

*****



Müsallah milletin en canlı misali Türklerdir. Türk ata biner gibi oturur. Keşfe yollanan asker gibi uyanık yürür.

Moltke

Kaynak: Yeniçağ

Türklerin Fazileti Ve Hoşgörüsü

Türkler, insaniyetli, faziletli, doğru, zayıflara yardımı seven, aile namusuna riayet eder insanlardır. Küçük bir iki kusurlarına rağmen onlar dünyanın en yüksek ve en asil milletidirler.

D'atrak

*****

Bilindiği gibi Türk ordusunda çok kuvvetli bir disiplin vardır. Bir Türk askeri sefer esnasında bir dilim ekmekle iktifa etmekte, yerli ahaliye hiçbir zarar vermemektedirler. Öyle ki halk asla rahatsız edilmez, işi ve gücü ile meşgul olur. Bunun için de vergisini kolayca verir.

1684'te Avusturya Kralı I. Leopold'a verilen bir rapordan...

*****


Türkler gerçekten merhametli ve musahamacı insanlardır. Düşmana saldırırken amansız bir aslan olan Türkler, dostlarının yanında ve silahsız rakiplerinin karşısında pek munistirler. Mukaddesatlarına saldıranları affetmezler. Fakat inanmadıkları inançlara sahip olanlara ses çıkarmazlar. Bu bir necibane hareket değil de nedir?

Fransız yazar François-Rene Chateaubriand

Kaynak: Yeniçağ

Tek Başına Bir Gemi



Cezayirli Hasan Paşa, daha genç fakat heyecanlı bir levent iken, hep bir deniz cengini düşünürmüş. Yalvarmış, yakarmış reisine; aldırmış kendisini gemisine...

Düşman kadırgaları görününce, bizim Hasan'ı almış bir sevinç...
- Hele bir rampa olalım! diye yerinde duramıyormuş.
Önce kancalar atılmış, gemi tutulmuş, sonra halatlar bağlanacakmış ki... O da ne? Talihsizlik! Dalgalar iki gemiyi de salıncak gibi sallıyor. Kancalar kurtulmuş. Gemiler ayrılmış. Arkadaşlarının ardından gelmesini bekleyen Hasan, tek başına düşman gemisinde kalmış.

Durumu farkedince iş işten geçmiş. Cesaretini kaybetmemiş. Kılıcını döndüre, döndüre sallamış.
- Bre çakallar, işte yek başımayım. Savulun bre!..

20 düşmana karşı tek başına vuruşmuş. Birkaç yerinden yaralanmış, ama aldırmamış. Korkunç kılıç kullanıyor, düşmanı yıldırıyor, bezdiriyormuş.

Reis, uzaktan düşman kadırgasını gözlerken, kürekçilere kürekbaşı yaptırmış ama, istenilen çabuklukta hareket edemedikleri için Hasan'dan ümidini kesmişti.
- Ah, Hasan'ım diyordu. Şehit oluşun içimi dağlıyor.
Nihayet yaklaşabiliyorlar. Fakat o da ne!.. Hasan güverteden el sallıyor, avaz avaz bağırıyor:
- Kadırga bizim oldu, Reis baba! Bir halat atın da limana çekelim!




Prof. Mim Kemal ÖKE

Kaynak: Türkiye

Türklerin Misafirperverliği



Osmanlı askeri teşkilatını Avrupa'ya tanıtmış olmakla meşhur Comte de Marsigli'nin, Türk toplumunun misafirperverliği ile alakalı olarak söylediği şunlardır:

''Türkler hiçbir din farkı gözetmeksizin bütün yabancılara karşı son derece misafirperverdirler. Ana yollar civarındaki köylerde oturanlardan hali vakti yerinde olanlar, öyleden evvel ve akşamüstü gezintiye çıkıp yolcu bulmaya çalışırlar. Eğer bulacak olurlarsa evlerine davet ederler ve hatta çok defa misafirin hangi evde ağırlanacağını tayin ederken kavgaya bile tutuşurlar.'' 

Kaynak: Danişmend, İ Hakkı; Eski Türk Seciye ve Ahlakı, İstanbul Kitabevi, İst? 1983, s 127

1 Aralık 2010 Çarşamba

Türklerin Esiri Oldum



Ruslara mağlup olarak Türkiye'ye sığınan İsveç kralı Demirbaş Şarl hakkımızda şöyle demiştir:

Poltava'da esir oluyordum. Bu, benim için bir ölümdü, kurtuldum. Buğ nehri önünde tehlike daha kuvvetli olarak belirdi. Önümde su, arkamda düşman, tepemde cehennemler püskürten güneş! Su beni boğmak, düşman beni parçalamak, güneş beni eritmek istiyordu. Gene kurtuldum. Fakat bugün esirim. Türklerin esiriyim. Demirin, ateşin ve suyun yapamadığını onlar yaptılar, zindanda da değilim. Hürüm, istediğimi yapıyorum. Lakin gene esirim. Şefkatin, uluvvücenabın, asaletin, nezaketin esiriyim. Türkler beni işte bu elmas bağa sardılar. Bu kadar şefkatli, bu kadar alicenap, bu kadar asil ve bu kadar nazik bir milletin arasında hür bir esir olarak yaşamak, bilsen ne kadar tatlı!

İsveç Kralı XII. Charles (Şarl)

Kaynak: Türk Kültür ve Medeniyeti, cilt 1,Atatürk Ünv. Türk Kültür Ar. Ens.yay., Ankara/1956, s. 286

Türkler ve İstanbul



İstanbul, pırıltılı ışıklar ve güzel kokular diyarı, Bosfor, Asya'dan Avrupa'ya ve Avrupa'dan Asya'ya akıp gelen bu ışıkların ve kokuların mavi dantelden yapılma uzun süzgeci. Haliç, iç liman, Bosfor'dan beriye geçen güzelliklerin son yıkandıkları havuz. Bu şehir, şüphe yok ki, cennetten bir köşedir. Burada kalıyorum. Çünkü Türkleri seviyorum. Onlar, cennetten bir köşe olan bu eşsiz memlekete yakışan eşsiz insanlar. Yaradılışlarında semavi bir azamet, gönül alışlarında ise meleklerde bulunmayan bir mahviyet var. Bu büyük ruhlu milletin arasında vatanımı unutmaktan korkuyorum. Vatan, aziz ve pek aziz. Lakin Türk de aziz ve çok aziz!

Comte de Bonneval

Kaynak: Muhittin Nalbantoğlu - Tarihin Işığında - Yeniçağ

Asil Türkler



Türk, asillerin asilidir. Yapma olmayan, gösterişi bulunmayan bu pek yüksek asalet ona, tabiatın hediyesidir. Sadelik içinde ihtişamı, sükunet içinde belagati, zarif bir durgunluk içinde durgun bir hayatiyeti ve... pırıltılı bir hayat içinde kibar bir hakikati hissettiren yegane mevcut Türklerdir. Şark, hülya ve efsaneler alemidir. Türk, o rengarenk alemin gözüdür, dilidir, ışığıdır ve yaşayan hakikatidir.

Türk'ü anlamamak için tarihe göz yummak gerekir. Haksız hücumlar ve pespaye itiraflar önünde Türk'ün vakur kalışı, şüphe yok ki, körlerin hakikati eşyayı idrak etmediklerini düşündüklerinden ve körlere acıdıklarındandır.

Pierre Loti (Piyer Loti) - Fransız

Kaynak: Muhittin Nalbantoğlu - Tarihin Işığında - Yeniçağ