28 Mart 2013 Perşembe

Bu Mektuptan Haberiniz Var Mı? - Kürt Heyetinin Tarihi Mektubu

Resim temsilidir.
Bölücülük faaliyetlerinin zirve yaptığı, hükümet yetkililerinin ise konuya ilişkin tutarsız davranışlar sergilediği günümüz Türkiye’sinde. Muhakkak birçoğunuzun bundan haberi vardır. Ancak haberi olmayanlara ...veya bilerek kulağının üstüne yatanlara; bu tarihi mektubun mahiyetini yeniden hatırlatmak istiyoruz...

KÜRT HALK HEYETİNİN LOZAN’A GÖNDERDİĞİ TARİHİ MEKTUP

Bu günlerde (Lozan konferans görüşmeleri sırasında) İngiltere yetkili kurul başkanı Lord Curzon’un Kürtlere bağımsızlık verilmesi fikrini ortaya atarak, Kürtlerin koruyucusu tavrını takınmasını, hayret ve şaşkınlıkla karşıladık.

Biz Kürtler, Turan neslinden bir kavimiz. Milli hatıralarımız ve özelliklerimizden dolayı Türkler bize, “yiğit ve cesur” anlamına gelen Kürt ismini vermişlerdir. Kürt adıyla anılan ve büyük hizmetleri geçen kahramanların isimlerinin yaşaması amacıyla, Deminan, Hayderan, Kureyşan ve Lolan gibi isimler kabile ve aşiretlere verilmiştir. Bu aşiretler bu gün anavatanın Doğu Türklerini oluşturmaktadır. Kürtlerin 1876 tarihinden önceki ve sonraki durumları araştırılacak olunursa, İranlı misyonerlerin aşiretler üzerinde yaptıkları çalışmaların sonucunda Kürtler kendi öz dilleri olan Türkçe lehçesini ve öz kültürlerini yavaş yavaş kaybettiler. Bundan dolayı Erzurum, Van, Bitlis ve Musul taraflarındaki aşiretler, Farsçadan başka bir şey olmayan, Kırmanç adı verilen Farisi lehçeyi konuşmaya başladılar. Bu misyoner faaliyetlerinden az etkilenen, Harput ve Diyarbakır taraflarındaki Kürt aşiretler ise ana dilleri olan Türkçe lehçesi ile karışık Zaza lehçesini konuşmaya başladıklar. Bu Öz Türkoğlu Türkleri Yavuz Sultan Selim Han, Kürtlerin hanı Şeyh İdris-i Bitlisi’ye gönderdiği fermanla kendi ülkesine dahil etti. O günden bu güne kadar, Türk akrabalarının şefkat ve himayelerinde huzurlu ve rahat yaşamakta ve Türk lehçesi ile de konuşmaktadır.

Yukarıda yapılan değerlendirmeden sonra, İngiltere yetkili kurul başkanı Lord Curzon’a sorarız ki; İranlıların dilini biraz konuşmakla, o millete mensup olunduğu kabul edilirse İngilizler de dahil her milletin durumu tartışılır. Doğu ülkelerini istila eden ve genellikle dünyanın kendi toprakları içerisinde olmasını hayal eden İngilizlerin, diğer milletlerin kabullenemediği “müstemleke” kelimesinin yerine kulağa hoş gelmeyen ve aynı anlamı taşıyan “manda” kelimesinin de aslında aynı şey olduğunu Kürtler anlamıştır. Dünyadaki zenginlik kaynaklarına sahip olmak isteyen İngilizlerin, 12/10’u Türk olan Musul’u ve petrol kaynaklarını biz Müslüman Türk’lere çok görmesini hayretle karşılıyoruz. Lozan Konferansında İngiltere yetkili kurul başkanı Lord Curzon’un, Dersim (Tunceli) ve Bitlis olaylarından bahsederek tek millet olan Türk ve Kürt arasına ayrılık düşünceleri sokma gayretini biz Kürtler anladık. Biz Kürtler, Avrupa ve İngiliz diplomatlarının parlak vaatlerinin altında kendi menfaatlerinin olduğunu biliyoruz. Ve bundan dolayı kendi direniş kuvvetlerimizi oluşturduk. 1917 yılında İngiltere yetkili kurul başkanı Lord Curzon gibi bağımsızlık vaatlerinde bulunan Ruslara biz Kürtler: “Bizi anavatandan hiçbir kuvvet ayıramaz. Bizim rahata kavuşmamız sizin hemen bu topraklardan çekilmenizle olacaktır.’’ Dedik.

İşte bugün bütün Kürtler, Lozan’daki Avrupa ve bilhassa İngiliz diplomatlarına aynı yanıtı veriyoruz. Kürtler bağımsızlıklarını, kendilerini yok edecek yabancılara değil, kendi ailelerinden olan Türk’lere ve Onları temsil eden Büyük Millet Meclisi Hükümeti’ne emanet etmiştir. Sonuç olarak biz Kürtler, İngiltere yetkili kurul başkanı Lord Curzonun bizler için fikirler üretmemesini rica eder ve Lozan’daki Temsil Heyetine ve başkanı sevgili hemşerimiz (Kürt) İsmet Paşa hazretlerine başarılar dileriz.’’

Umum Kürt Amele ve Esnaf Cemiyeti Reisi Salih Kahya adına Erzurumlu İsazade Ahmet
İstanbul’daki Umum Kürtler adına Lolan Aşiret Reisi ve Sabık Kürt gençler cemiyeti Düzerzadesi Dersimli Mehmet Sabri

Kaynak: 24 Kanun-i Sani (1339-24 ocak 1923), Devlet Arşivleri Genel Müd. Başbakanlık Osmanlı Arşivi, HR.İM, 60/3

Boraltan Köprüsü Olayı (İnönü'nün Sebep Olduğu Katliam - Utancımız!..)




HANİ BİZ GARDAŞTIK...

Türkiye Cumhuriyeti'nin utanç vesikası: Boraltan Köprüsü Katliamı

1944 yılında, "Milli Şef" döneminde Azerbaycan'dan kaçarak Türkiye'ye sığınan 146 Azerbaycan Türkü aydının Stali...
n'e geri verilmesi ve kurşunlanarak öldürülmeleri tarihe "Boraltan Köprüsü Vakası" olarak geçmiştir.

1944 yılında Türkistan, Sovyet Rusya'sı tarafından işgal edilmişti. Sovyet rejimi kendisine karşı tehlike olarak gördüğü her şeyi yok etmeye kararlıydı. Özellikle Türklerin yaşadığı ülkelerde taş üstünde taş bırakmayan Sovyet rejimi Azerbaycan'daki Türkleri de hedef almıştı. Sovyet rejiminin katliamlarından kaçarak kendilerine "anayurt" olarak gördükleri Türkiye'ye sığınmak isteyen 146 tane Azerbaycanlı aydın tarihe geçen bir olayın aktörleri oluyor.

Azerbaycan'daki Sovyet birliklerinden kaçmayı başaran aydınlar, Iğdır'daki sınır kapısına yakın yerdeki Aras Nehri üzerindeki Boraltan Köprüsü'nü geçerek Türk sınır karakoluna sığınıyor.

Türkiye'de "Milli Şef" döneminin yaşandığı yıllara denk gelen olayda, 146 Azerbaycanlı'nın Türkiye'ye sığındığını duyan Sovyetler hükümeti, bu kişilerin derhal SSCB'ye iadesini istiyor.

Türkiye'ye sığınan Azerbaycan Türkleri, kuşkusuz kendilerinin azılı Rus askerlerine geri verileceğine ihtimal bile vermiyorlardı. Azerbaycanlı sığınmacılar Türkiye'ye sığınarak kurtulduklarını düşünüyorlardı.

Sovyetler'den gelen istek üzerine karakoldaki askerler panik içinde Ankara ile temasa geçiyor ve sığınmacıların geri verilip verilmeyeceği ile ilgili bilgi almak istiyor. Hem Türk askerleri hem de sığınmacılar, öz yurtlarının böyle vatan sevdalısı kardeşlerimize kucak açacağından emin bir şekilde Ankara'dan gelecek cevabı bekliyorlar. Ankara'dan gelen cevap herkesin tüylerini ürpertiyor:
 
ANKARA: ESİRLERİ İADE EDİN
 
Bu korkunç cevap, herkeste bir korku ve şaşkınlık uyandırıyor ve Ankara'nın cevabı tekrar isteniyor. Fakat sonuç aynı: "Ülkelerine iade edin!"
 
BİZİ ÖLDÜRÜN GERİ VERMEYİN
 
Azerbaycanlılar, bu cevap karşısında "Lütfen bizi o azılı düşmanlara teslim etmeyin, bizi siz öldürün. Kendi vatanımızda, kendi bayrağımızın altında ölmüş oluruz" deseler de, karakol komutanı içini kan ağlaya ağlaya 146 sığınmacıyı yeniden Sovyet Rusya'sına, eslim etmek zorunda kalıyor. Ruslara zorlukla teslim olan 146 Türk evladı, hemen elleri ayakları bağlanarak oracıkta, Türk askerlerinin gözleri önünde kurşuna dizilerek öldürülüyor!

Tutsak Türklerin kurşuna dizilmeden önce söyledikleri bir ağıt şöyle:

Boraltan bir köprü, aşar geçer Aras'ı,
Yuğsan Aras suyuyla, çıkmaz yüzün karası.

Karası, karası, merhamet fukarası,
Karası, karası, merhamet fukarası,

Düşman bekler karşıda, önüne kattı beni,
Can alınan çarşıda, kardeşim sattı beni.

Dönüp seslendim geri, merhametsiz birine,
Beni siz vursaydınız, şu gavurun yerine.

Azerbaycan'ın büyük milli şairi Almas Yıldırım, bu olayı "Dönek Kardeş" adlı şiirinde şöyle dile getiriyor:

Türk denince özü, sözü mert olur,
Dost deyince ayrılmaz bir fert olur,
Kardeş deyip dara düşsem, sığınsam,
Şimden geru bu bana bir dert olur.
Ben ne diyem bu vefasız dağlara,
Öz kardaşı dönek olan ağlara!

Türk; o Altayların dünkü eri mi?
Yolunda can koydum, verdim serimi,
Düştüğü ağlardan kurtulsun diye,
Serdim ayağına doğma yerimi...
Kardaş armağanı, dökülen kanlar,
Bana mükâfat mı giden kurbanlar?

Ben diyorum, Kayıhan'dır soyumuz,
Bir kaynaktan varlığımız, boyumuz,
Dilim dili, yolum yolu, emel bir,
Bir bayrakta, yıldız'ımız, ay'ımız.
Azerî, Türk, Türkmen; var mı ayrılık,
Nerden doğdu bu imansız gayrılık?

Alnımın yazısı, karadır kara,
Karadan bir mendil yolladım yara,
Yol uzun, el uzak, yetişmez eller,
Türklüğün kanayan kalbini sara.
Felek kıymış beslenen bu dileğe,
Lânet Türk'ü hançerleyen bileğe.

Bir suç mu düşmana göğüs gerdiğim?
Günah mı Türklüğe gönül verdiğim?
Rusların açtığı yaradan derin,
Anayurtta öz kardaştan gördüğüm.
Seslenseydim, ses çıkardı her taştan,
Ne beklersin sağırlaşan bir baştan.
Kaçtır, eli kanlı çıktı oyundan,

Ne bilem, kahpelik varmış soyunda,
Girdiğim öz yurttan döndürülürken,
Kanımın aktığı sınır boyunda
Açan lâlelerden bir çelenk örsem,
Türklük dünyasına armağan versem.

Karakol komutanı, genç subay, evine döndükten sonra yaşananlara dayanamayıp intihar etmiştir.

 
Kaynak: Tarih Kulübü

İpsiz Recep - Emice

İpsiz Recep ya da Emice Rizeli bir çeteci ve Kuvay-i Milliyecidir.
1862 yılında Rize'de doğmuştur. Yelkenlisiyle Zonguldak üzerinden kömür taşımacılığı yaparken işlerinin bozulmasıyla eşkiyalığa başlamış, Kandıra civarında Müslüman halka zulmeden Rum çetelerine karşı Kuvayı Milliye saflarında başarıyla karşı koymuştur. Bir Fransız gemisini kaçırmayı başarınca Ankara hükümeti'nce milis yüzbaşı olarak onurlandırılan İpsiz Recep, düzenli kuvvetlere katılarak Yunan ordusuna karşı savaşmıştır. Ona layık görülen istiklal madalyasını geri çevirerek "Ben madalya için değil milletim içim savaştım" demiştir. 1928 yılında Yenimahalle’deki evinde ölmüş, vasiyeti üzerine mezarı Karasu şehir mezarlığına defnedilmiştir.

Hayatı

Atatürk’ün “Emice” diye hitap ettiği kahraman çeteci.
İpsiz Recep’in Milli Mücadele’deki yeri çok önemliydi. Katılmasında en önemli rolü ise 23’ncü Fırka Kumandanı Atıf Bey oynamıştı. Binbaşı Tufan’ın 43’ncü Alayına bağlanan çete, gözünü budaktan esirgemeden savaşmıştı. Recep Reis ise bu mücadelede milis yüzbaşılığa kadar yükselecekti. Sakarya Nehri’nin Kandıra yakasında Yunanlılar, Karasu tarafında da Milli Kuvvetler bulunuyordu. Sakarya, Ereğli ve Boğaziçi’nde baskınlar yapıp silah ve cephaneye el koymakla kalmaz, düşmanı da yıpratırdı.
Çetesine ilk katılan Mehmet Kaptan olmuştu. Rizeli Mehmet işgal İstanbul’unda düzenlediği bir baskın sırasında Çeşme Meydanı’nda İngilizler tarafından yakalanmış ve işkenceden geçmiş biriydi. Recep’in yanındakiler her geçen gün büyüyecek, işgalcilerin korkusu haline gelecekti.Çete her seferinde değişik baskın yöntemleri uyguluyordu. Bazen motorla Şile’ye geliyorlar, kara yolu ile Boğaziçi’ne gelip Küçükağız’da cephane yüklü Yunan gemilerini basıp tüm yükü Anadolu’ya sevk ediyorlardı. İpsiz Recep’le kader birliği yapanlardan Zekeriya Tiryakioğlu, Batum harekatını Murat Sertoğlu’na şöyle anlatmıştı:
“Ben bombacıydım. İpsiz Recep’le birlikte bize Orek Tabyaları’nı ele geçirme emri verilmişti. Rus askerlerinin bu kadar karşı koyacağını sanmıyorduk. Batum önünde tam bir hafta savaştık. Sonunda Orek Tabyaları’nı ele geçirdik ve Türk bayrağını diktik.”

Recep Reis Milli Mücadele’nin şanlı gemisi Alemdar’ın kurtarılmasında da yer almıştı. Çarkçıbaşı Osman Efendi şiddet gemiye ihtiyaç olduğunu biliyor ve gemiyi kaçırmaya karar veriyordu. Gemi personeli ile birlikte 23 Ocak 1921 gecesi yola çıktığında başarı şansları oldukça azdı. Uluca ile Çamlı arasında Fransız gambotuna yakalanmış ve Ereğli Limanı’na yakın olan Çobançeşme mevkiine sokmayı başarmışlardı. Baba Burnu’nda mevziilenen Recep Reis ve adamları yaylım ateşine başlıyor ve Fransız gambotunun iki ateş arasında kalmasını sağlıyordu. Mücadele 2 saat sürmüş ve Alemdar kurtarılmıştı.

Mart 1921 ise İpsiz Recep’in düşman değil, dalgalara yenildiği tarihti. Kocaeli cephesine silah götürmek üzere yola çıkan İpsiz Recep, fırtınadan motorlarının arıza yapması üzerine İnebolu’ya çıkmak zorunda kalmıştı. İnebolular onu coşku içinde karşılıyordu. Bir hafta kalmış, kafile “Hicret”in onarılmasından sonra yola çıkmıştı. Kaymakam İsmail Hakkı Bey, Kastamonu Valiliği’ne durumu telgrafla bildiriyordu:
“Kocaeli cephesine sevk edilmek üzere hava muhalefetinden İnebolu’ye gelen Hicret motoru ile 51 kişilik Recep Reis ve çetesi motorlarını tamir ederek yola çıkmışlardır (İnebolu, şifre-7 Mart 1921, sayı:256)."

II. İnönü muharebesi sırasında bir Yunan taburu Sakarya’nın batısında Seyfiler’de karargah kurmuştu. Recep Reis ve birliği 29 Mart 1921’de gerçekleştirecek, Sakarya yakınındaki Boğaz bölgesine hücum eden bir başka Yunan taburuna geçit vermeyecekti. Recep Reis’in savunması 12 saat sürmüş, düşman kuvvetleri Boğaz hattını yarmak imkanını bulamamıştı. Bölgede savunma hattını iki hafta koruyan Recep Reis, daha sonra Kocaeli Grup Komutanlığı’nın 17 Nisan 1921 tarihli emri gereği, Sakarya bölgesinden hareketle Hendek-Sakarya üzerinden Çatalköprüler mevkiine gelmişti. Bu sırada Mürettep Kolordu Komutanı Kazım Bey, karargahını Düzce’den Gevye’ye nakletmişti ve hatıralarında Recep Reis’e de yer verecekti:“Kolordumuz 6 piyade taburu, 6 top ve 1 milli süvari alayından meydana geliyordu. İpsiz Recep’in milli müfrezesi de vardı (İpsiz Recep bu sıralarda 70 yaşını aşmıştı).

Ali Fuat Paşa’nın da emrinde çalışmıştı. Abaza Seyit’i vurup, Keskin’de Yunan karargahını da basan oydu.
Birliğin düzenli orduya katılışı ve 41’nci Alay’ın 3’üncü Taburu’nu teşkil edişi 8 Mayıs 1921 tarihini taşır. Düzenli orduya katılışında şüphesiz Muhittin Paşa’nın büyük etkisi olmuştu. Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı yayınlarından edinilen bilgilere göre Recep Reis 19 Ağustos 1921’de Kocaeli bölgesindedir.

Atatürk’ün “Emice” diye hitap ettiği kahraman çeteci.

İpsiz Recep’in Milli Mücadele’deki yeri çok önemliydi. Katılmasında en önemli rolü ise 23’ncü Fırka Kumandanı Atıf Bey oynamıştı. Binbaşı Tufan’ın 43’ncü Alayına bağlanan çete, gözünü budaktan esirgemeden savaşmıştı. Recep Reis ise bu mücadelede milis yüzbaşılığa kadar yükselecekti. Sakarya Nehri’nin Kandıra yakasında Yunanlılar, Karasu tarafında da Milli Kuvvetler bulunuyordu. Sakarya, Ereğli ve Boğaziçi’nde baskınlar yapıp silah ve cephaneye el koymakla kalmaz, düşmanı da yıpratırdı.

Çetesine ilk katılan Mehmet Kaptan olmuştu. Rizeli Mehmet işgal İstanbul’unda düzenlediği bir baskın sırasında Çeşme Meydanı’nda İngilizler tarafından yakalanmış ve işkenceden geçmiş biriydi. Recep’in yanındakiler her geçen gün büyüyecek, işgalcilerin korkusu haline gelecekti.Çete her seferinde değişik baskın yöntemleri uyguluyordu. Bazen motorla Şile’ye geliyorlar, kara yolu ile Boğaziçi’ne gelip Küçükağız’da cephane yüklü Yunan gemilerini basıp tüm yükü Anadolu’ya sevk ediyorlardı. İpsiz Recep’le kader birliği yapanlardan Zekeriya Tiryakioğlu, Batum harekatını Murat Sertoğlu’na şöyle anlatmıştı:
“Ben bombacıydım. İpsiz Recep’le birlikte bize Orek Tabyaları’nı ele geçirme emri verilmişti. Rus askerlerinin bu kadar karşı koyacağını sanmıyorduk. Batum önünde tam bir hafta savaştık. Sonunda Orek Tabyaları’nı ele geçirdik ve Türk bayrağını diktik.”

Recep Reis Milli Mücadele’nin şanlı gemisi Alemdar’ın kurtarılmasında da yer almıştı. Çarkçıbaşı Osman Efendi şiddet gemiye ihtiyaç olduğunu biliyor ve gemiyi kaçırmaya karar veriyordu. Gemi personeli ile birlikte 23 Ocak 1921 gecesi yola çıktığında başarı şansları oldukça azdı. Uluca ile Çamlı arasında Fransız gambotuna yakalanmış ve Ereğli Limanı’na yakın olan Çobançeşme mevkiine sokmayı başarmışlardı. Baba Burnu’nda mevziilenen Recep Reis ve adamları yaylım ateşine başlıyor ve Fransız gambotunun iki ateş arasında kalmasını sağlıyordu. Mücadele 2 saat sürmüş ve Alemdar kurtarılmıştı.

Mart 1921 ise İpsiz Recep’in düşman değil, dalgalara yenildiği tarihti. Kocaeli cephesine silah götürmek üzere yola çıkan İpsiz Recep, fırtınadan motorlarının arıza yapması üzerine İnebolu’ya çıkmak zorunda kalmıştı. İnebolular onu coşku içinde karşılıyordu. Bir hafta kalmış, kafile “Hicret”in onarılmasından sonra yola çıkmıştı. Kaymakam İsmail Hakkı Bey, Kastamonu Valiliği’ne durumu telgrafla bildiriyordu:
“Kocaeli cephesine sevk edilmek üzere hava muhalefetinden İnebolu’ye gelen Hicret motoru ile 51 kişilik Recep Reis ve çetesi motorlarını tamir ederek yola çıkmışlardır (İnebolu, şifre-7 Mart 1921, sayı:256).”

II. İnönü muharebesi sırasında bir Yunan taburu Sakarya’nın batısında Seyfiler’de karargah kurmuştu. Recep Reis ve birliği 29 Mart 1921’de gerçekleştirecek, Sakarya yakınındaki Boğaz bölgesine hücum eden bir başka Yunan taburuna geçit vermeyecekti. Recep Reis’in savunması 12 saat sürmüş, düşman kuvvetleri Boğaz hattını yarmak imkanını bulamamıştı. Bölgede savunma hattını iki hafta koruyan Recep Reis, daha sonra Kocaeli Grup Komutanlığı’nın 17 Nisan 1921 tarihli emri gereği, Sakarya bölgesinden hareketle Hendek-Sakarya üzerinden Çatalköprüler mevkiine gelmişti. Bu sırada Mürettep Kolordu Komutanı Kazım Bey, karargahını Düzce’den Gevye’ye nakletmişti ve hatıralarında Recep Reis’e de yer verecekti:“Kolordumuz 6 piyade taburu, 6 top ve 1 milli süvari alayından meydana geliyordu. İpsiz Recep’in milli müfrezesi de vardı (İpsiz Recep bu sıralarda 70 yaşını aşmıştı).

Ali Fuat Paşa’nın da emrinde çalışmıştı. Abaza Seyit’i vurup, Keskin’de Yunan karargahını da basan oydu.

Birliğin düzenli orduya katılışı ve 41’nci Alay’ın 3’üncü Taburu’nu teşkil edişi 8 Mayıs 1921 tarihini taşır. Düzenli orduya katılışında şüphesiz Muhittin Paşa’nın büyük etkisi olmuştu. Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı yayınlarından edinilen bilgilere göre Recep Reis 19 Ağustos 1921’de Kocaeli bölgesindedir.

Emice ve Mustafa Kemal

Recep Reis savaş sonrası İstiklal Madalyası’na hak kazananlardan biriydi. Efradı ile birlikte Ankara’ya gelmiş ve bando ile karşılanmıştı. Ankara’da bir hafta kalmışlar ve Atatürk’ün iltifatlarına mazhar olmuşlardı. Atatürk:
“Recep Reis bir daha harp olursa ne kadar kuvvetle gelirsin?” dediğinde şu cevabı vermişti: “Adamlarım dağıldı artık. Yanımda bir yeğenim var. Ne zaman emredersen atımı ve silahımı alır gelirim.”
Atatürk, Recep Reis’e 250 lira maaş bağlamıştı. Paradan başka her şeye önem veren Recep Reis, maaşını da Tayyare Cemiyeti’ne bağışlayacaktı. Kendisine verilen arazinin altı dönümünü bırakıp gerisini de etrafındakilere dağıtacaktı.
Artık tek dostu topraktı. Silahını duvara asmış, toprağını bekliyordu. 35 numaralı ahşap evinde yanında sadece eşi Nadire vardı. 1928 yılı geldiğinde son aylarını yaşıyordu. Son gündoğumunu karşıladığında ihtimaldir ki yeniden doğuyordu.

İpsiz Recep hakkında yayınlanmış bir hayli kitap bulunmaktadır. Mümin Yıldıztaş, Ergun Hiçyılmaz ve İbrahim Balcı gibi bir çok yazar ipsiz Recep hakkında kitap hazırlamıştır. Erhan Afyoncu'nun editörlüğünü yaptığı Yeditepe Yayınları arasında neşredilen ve Mümin Yıldıztaş tarafından hazırlanan İpsiz Recep/ emice isimli çalışma osmanlı arşivi belgelerine dayanılarak hazırlanmış bilimsel nitelikli bir yapıttır. Bilindiği gibi TRT 1'de yayınlanan aynı isimli dizinin danışmanlığı da yine Mümin Yıldıztaş tarafından yapılmıştı.

Kaynak: Wikipedia

9 Mart 2013 Cumartesi

Gül Esin (Türkiye'nin İlk Kadın Muhtarı)

 
 
Türkiye'de kadınlara seçme ve seçilme hakkı, ilk defa belediye seçimleriyle ilgili olarak 1930 yılında çıkarılan 1580 sayılı Kanun'la verilmiştir. Daha sonra çıkarılan 26 Ekim 1933 tarih ve 2349 sayılı Kanun'la da kadınlarımız köy ihtiyar heyetlerine ve muhtarlığa seçilme hakkını elde etmişlerdir.

Bu Kanun çerçevesinde ilk muhtarlık seçimi bundan tam yetmiş beş yıl önce bugün yani 12 Kasım 1933 tarihinde Aydın ilimizin o zaman Çine ilçesine bağlı olan, bugün ise Karpuzlu ilçe merkezi olarak bilinen Demircidere köyünde yapılmış ve seçimlerin galibi Gül veya Gülkız Ürbül Hanım olmuştur.

İlk eşini ve 6 erkek kardeşinden 5'ini Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı sürecinde kaybeden Gül Hanım, Türkiye'nin ilk muhtarı seçildiğinde otuz iki yaşındadır ve bu görevi üstlenmek için gerekli olan okuma yazma şartını haiz bulunmaktadır.

1933 yılında ülke çapında okuma yazma nispeti yüzde 10'dan düşük, kadınlarımız arasında ise bunun çok daha altındadır. Ama Gül Hanım İstanbul'un Fatih veya Nişantaşı semtinde değil, Aydın'ın bugün bile sapa bir yöresi olan o günkü Demircidere köyünde, çok sınırlı imkânlarına rağmen okuyup yazmanın üstesinden gelebilmiş ender kadınlarımızdan biridir, yani Gül Hanım, bu mümtaz ve aziz milletin 7'si erkek 8 aday arasından tarihimizin ilk kadın muhtarı seçilmeyi ve görevine seçimle gelen ilk kamu yetkilisi olmayı başarabilmiş istisnai evlatlarından birisidir.

Seçimlerden sonra basına bir beyanat veren zamanın Çine Kaymakamı Mehmet Ali Bey "İlçemiz yeni Kanun'un uygulanması konusundaki öncülüğünden dolayı bahtiyarlık hissetmektedir. Halkımız cumhuriyetin yeniliklerini severek benimsemekte ve 'Türk kadınına benliğini tanıtan ve medeni haklarını veren cumhuriyettir.' gerçeği bu gibi yeni tezahürlerle kuvvet bulmaktadır." diyerek önemli bir gerçeği dile getirmektedir.

Kadınımıza gurur veren o günlerde, 11 Aralık 1933’te Halkevi Gazetesi’nde çıkan haber ‘Büyük inkılabın il kadın muhtarı, vazifen kutlu ve mutlu olsun’ manşetiyle verilmiştir.

Yine o günlerde, Türkiye'nin tek siyasi partisi konumundaki Cumhuriyet Halk Fırkası Genel Sekreteri -ve daha sonra da Başbakan- olan Recep Peker de Gül Hanım'a çektiği telgrafta "Türkiye'nin ilk kadın muhtarı olmak büyük bir şereftir. Kutlu olsun. Sizin ve aynı vazifeleri alacak bütün kız kardeşlerimizin Türk kadınının üstünlüğü hakkındaki davamıza hak kazandıracak örnekler vereceklerine şüphe yoktur." demektedir.

Bu ifadeler aslında insanlık tarihinin büyük siması, istisnai insan Mustafa Kemal Atatürk'ün şu sözlerinden ilham almaktadır: "Bir toplum, bir millet, erkek ve kadın denilen iki cins insandan meydana gelir. Mümkün müdür ki bir toplumun yarısı topraklara zincirlerle bağlı kaldıkça diğer kısmı göklere yükselebilsin?" Cumhuriyetin inançlı ve sadık evlatları olarak bu davaya ve felsefeye daima sahip çıkmak hepimizin görevi olmalıdır.

Gül Hanım, görevde kaldığı iki yıl boyunca sadece göstermelik bir muhtar olarak kalmamıştır. Köyünün sosyal ve ekonomik yaşantısına katkıda bulunmak amacıyla Karpuzlu-Çine arasına taş döşemeli yol ve bir köprü inşa edilmesine önayak olmuştur. Köye ait hizmetlerin belli bir mekânda kararlaştırılıp yürütülebilmesi için kooperatif tipi bir oluşumla kaynak yaratıp bir köy odası yaptırmıştır. Belli bir yaşın altındaki gençlerin kahvelere girmesini yasaklayıp avcılık, binicilik ve diğer spor dallarında faaliyet göstermek üzere bir gençler derneği kurdurmuştur. Muhtar olmasının ardından kahvehanelerde kumar oynamayı yasaklayan Gül Esin, kız kaçırma olaylarını önlemiş ve nikah işlerini düzene sokarak da büyük başarı elde etmişti.

Kaynak:
Türkiye Büyük Millet Meclisi
Genel Kurul Tutanağı
23. Dönem 3. Yasama Yılı
16. Birleşim 12/Kasım /2008 Çarşamba tutanaklarındaki Dönemin Aydın milletvekili ERTUĞRUL KUMCUOĞLU'nın konuşmasından alıntır.

8 Mart 2013 Cuma

Sabiha Gürayman



Sabiha Rıfat Gürayman, Türk inşaat mühendisi , voleybocu.
Türkiye’nin ilk kadın inşaat mühendisidir. Anıtkabir'in inşaatında 10 yıl boyunca başmühendis olarak görev yapmıştır. Fenerbahçe Spor Kulübü’nün ilk kadın voleybolcusudur.
1910 yılında Manastır’da dünyaya geldi. İlköğrenimini öğrenimini Beşiktaş Esma Sultan İlkokulu'nda okudu. 1925’te Nişantaşı Kız Ortaokulu’nu bitirdi; ardından İstanbul Kız Lisesi’ne devam etti.
...
1927’de Yüksek Mühendis Mektebi’ne (bugünkü İstanbul Teknik Üniversitesi) girdi. O yıl ilk defa kız öğrenci alan okulun ilk kız öğrencisi idi. 1933 yılında bir diğer kız öğrenci olan Melek Hanım (Erbil) ile birlikte okuldan mezun oldu ve Türkiye’nin ilk kadın inşaat mühendisi ünvanını aldı.
Üniversite yıllarında voleybol sporu ile ilgilenen Sabiha Rıfat Hanım, Fenerbahçe erkek voleybol takımının kaptanlığını üstlendi(1928 veya 1929)
Çalışma hayatına Ankara Bayındırlık Müdürlüğü’nde başladı, daha sonra Bayındırlık Bakanlığı’na geçti. Ülkenin değişik yerlerinde bir çok okul, hükümet konağı ve resmi binanın yapımında görev aldı. [Anıtkabir] ve TBMM inşaatlarında 10 yıl çalıştı. İnşaatı sırasında başmühendisliğini yaptığı Anıtkabir’in Hürriyet Kulesi’nde bir fotoğrafı sergilenmektedir. Ankara'nın Beypazarı ilçesinde “Kemer Köprüsü”'nün inşaatında çalışması nedeniyle köprü yöre halkı nedeniyle “Kız Köprüsü” olarak isimlendirildi.
1939 yılında yüksek mühendis Remzi Gürayman ile evlenen Sabiha Rıfat Hanım’ın çocuğu olmadı.
1963 yılında emekli olan Gürayman, 1993’de eşini kaybettikten sonra İzmir’e yerleşti. 4 Ocak 2003 tarihinde hayatını kaybeden Gürayman, Doğançay Mezarlığı’na defnedildi.
 
Kaynak: Wikipedia

Nezahat Onbaşı

 
 
 
Nezahet Onbaşı'nın hikâyesi aslında Çanakkale Savaşı günlerine kadar uzanıyor. Savaş yıllarında annesi Hadiye Hanım daha 24 yaşındayken ince hastalığın (verem) kurbanı olur. O günlerde İstanbul işgal altındadır, küçük kızın babası Albay Hafız Halit Bey ise cepheden cepheye koşmaktadır. Hafız Halit Bey bir müddet sonra komutasındaki 70. Alay ile Anadolu'daki Milli Mücadele saflarına katılma kararı alır. Tabii kızını da yanında götürmek zorunda kalır. Böylece kader Küçük Nezahet'i daha 9 yaşındayken cephelerle tanıştırır.

At sırtında geçen ilk günün gecesinde donma tehlikesi atlatır. El bebek gül bebek büyüyeceği bir dönemde öksüz kalmıştır çünkü. Hafız Halit Bey küçük kızını kimseye emanet edemeyeceğini düşünerek adeta cephelerde büyütür. Küçük Nezahet, askerlerden at binmeyi, silah tutmayı öğrenir. Tam üç sene cephelerde bilfiil babasının katıldığı her muharebeye katılır. 70. Alay'ın simgesi olur adeta. Cephede Mustafa Kemal Atatürk'ün ve İsmet İnönü'nün de dikkatini çeker.

 
Ben Babamla Ölmeye Gidiyorum, Siz Nereye Gidiyorsunuz?
İstiklal Savaşı başladığında Alay Komutanı Albay Halit'e, Yunan askerleriyle en çetin çarpışmaların yaşandığı Gediz hattını müdafaa görevi verilir. Minik Nezahat, yanı başında süngü süngüye çarpışan Mehmetçik'in şehit oluşunu görecek kadar savaşın içindedir artık. Gediz Cephesi Yunanlılara karşı ilk yenilginin alındığı cephelerden biridir. Ancak Türk askeri düşmanın lojistiğini kesmek için verdiği mücadeleyi sonuna kadar sürdürür. Zor anlar yaşanır. Tarihe kaybedilen muharebe olarak geçen Gediz Cephesi'nde sadece bir alay başarılı olmuştur. O da Hafız Halit Bey'in kumandasındaki 70. Alay'dır. Küçük Nezahet'i onbaşı yapacak, daha sonra onu Türkiye Büyük Millet Meclisi kürsülerindeki tartışmalara taşıyacak en önemli olaylardan biri de bu sırada vuku bulur.

Türk askeri Yunan saldırıları karşısında zor anlar yaşamaktadır. O sırada cepheden kaçmayı düşünenler bile olur. Yaklaşık 600 kişilik alayı ile en zor sınavı veren Hafız Halit, umutların tükendiği noktada atıyla askerlerin önünü kesen küçük kızı Nezahat'i bulur. Minik, ama vatan sevgisiyle dolu yürek cephe gerisine kaçmaya çalışan askerlerin karşısına duvar gibi dikilir ve ağzından şu sözler dökülür: "Ben babamın yanına ölmeye gidiyorum, siz nereye gidiyorsunuz?"

Babasına destek olmak isteyen bir çocuğun çırpınışlarının ötesindedir gayreti. Atın üstündeki küçük kız, askerlerin yüzüne tokat gibi bir gerçeği, 'vatan sevgisini ve şehadeti' haykırınca hepsi geri döner. Çoğu cephede şehit düşer, ancak Gediz muharebesi kaybedilse de Yunan askerinin Anadolu'nun içlerine kolay sızması geciktirilir. Küçük Nezahat, sınavı kazanmıştır. Artık o elinde oyuncaklarıyla askerin arasında gezen bir kız çocuğu değil, 70. Alay'ın Nezahet Onbaşısı'dır.
 

İlk İstiklal Madalyası'nı Bu Çocuğa Verelim
 
Bu kahramanlık hikâyesi Cumhuriyet'in ilânından hemen sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin en hararetli tart ışmalarından birine konu olur. Tarih 30 Ocak 1921'dir. Bir milletvekili Meclis Riyaseti Celilesi'ne (başkanlık) Nezahat Onbaşı'ya ilk İstiklal Madalyası’nın verilmesini önerir: "Bursa Mebusu Operatör Emin Beyin, muhtelif harp cephelerinde bilfiil müsademata iştirak eden (çatışmalara katılan) 12 yaşlarındaki Nezahet Hanımın İstiklal madalyasıyla taltif edilmesine dair takriri... Muhtelif harp cephelerinde bilhassa son Gediz ve İnönü meydan muharebelerinde bilfiil müsademata iştirak ve her an efrat ve hatta zabitanı teşci eden (cesaretlendiren) yetmişinci alay Kumandanı Hafız Halid Beyin kerimesi on iki yaşlarında Nezahet Hanıma ilk İstiklal madalyasının itasını teklif ve teklifi vakım Heyeti Umumiye'nin tasdikine arz edilmesini rica ederim. (30 Kanunusani 1337 - Bursa Mebusu Operatör Emin Bey.)"

Erzurum Mebusu Celaleddin Arif Bey izahat verilmesini ister. Operatör Emin Bey söz ister ve Nezahet Onbaşı'nın cephelerdeki kahramanlıklarını bir bir anlatır. Babasını ve askerleri nasıl cesaretlendirdiğini söyler: "Bu çocuk mutlaka muhtac-ı taltiftir. İlk İstiklal madalyasını bu çocuğa verirsek büyük bir kadirşinaslık gösteririz. Ha onu arzedeyim, bütün askerlerimiz buna (Türk Jandark'ı) namını vermişlerdir." İzmit Vekili Hamdi Namık Bey itiraz eder, İstiklal madalyalarının Yunan madalyalarına benzetilmemesi için 12 yaşında bir çocuğa verilemeyeceğini, sadece hediye ile taltifini önerir.

Bolu Mebusu Tunalı Hilmi Bey araya girer, İstiklal Madalyası’nın da ötesinde küçük Nezahet'in asker yapılmasını, mirimiran (tuğgeneral) rütbesiyle ödüllendirilip, paşa hanım olmasını teklif eder. Meclis başkanı hem hararetli hem latifelerle dolu konuşmaların sonunda Emin Bey’in teklifi gereği ilk İstiklal Madalyası'nın minik kıza verilmesi gerektiğini söyler. Meclis zabıtlarına bu aynen geçirilir. Tartışmalar sürer, ordu kumandanlığına sorulması bile gündeme gelir. Meclis'teki bu tartışmalar aslında küçük Nezahet'in ömrü boyunca peşini bırakmayacak iç burkan bir hikâyenin temelini oluşturur.

Hem Kurtuluş Savaşı gazisi babası Albay Hafız Halit Uzel Bey hem kendisi defalarca başvurmasına rağmen İstiklal Madalyası'nı bir türlü alamaz. Nezahet Onbaşı bir çeyizlik hediye ile de taltif olunur. Çeyiz de tıpkı İstiklal Madalyası kararı gibi zabıtlara geçmesine rağmen gerçeğe dönüşmez.

Aradan yıllar geçer. Tam 65 yıl sonra bir gazetecinin köşe yazısında konuyu gündeme getirmesiyle dönemin Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Necmettin Karaduman tarafından bir takdir beratı verilir. Nezahat Onbaşı, 6 Temmuz 1986'da Dolmabahçe Sarayı'nda sessiz sedasız bir törenle şükran plaketini aldığında 78 yaşındadır. Aradan 6 yıl geçer ve madalyasını göremeden 84 yaşında hayata gözlerini yumar.

Nezahat Onbaşı şimdi Anadolu yakasındaki Karacaahmet Mezarlığı'nda İstiklal Madalyası sahibi kocası emekli Albay Rıfat Baysel ile yan yana yatıyor. İstiklal Mücadelesi'nin çocuk kahramanı Nezahet Onbaşı'dan geriye iki kızı İnci ve Oya hanımlar, torunu Şebnem ile onun kızları Didem ve Gizem kaldı. Bir de İstiklal Madalyası ile taltifini onaylayan TBMM tutanakları...



Atatürk'ten İltifat
 
Küçük Nezahet'in birbirinden ilginç anıları da var tabii ki. Padişah yanlısı Kuvvay-ı İnzibatiye askerleri Albay Hafız Halit'in sorumlu olduğu alayın Anadolu'daki Milli Mücadele Orduları'na katılmasını (1919) istemez. İşte küçük Nezahet o çatışmalarda bir askerin yanı başında şehit oluşuna şahit olur. Yüreğini sarsan bu anıyı çocuklarına sık sık anlatır.

İlk asker elbisesini 1920'de giyer. Erlerin kullanılmayan kıyafetlerinden minik kıza bir haki elbise dikilir. Çerkes Ethem ile cephede karşılaşır. Asker elbiseli bu küçük kızı merak eden Çerkes Ethem, niye bu kıyafetleri giydiğini sorar. Nezahet'in cevabı, "Ben askerim." olur. Askerin silahı olmazsa asker olmaz, diyen Çerkes Ethem çatışmalarda ele geçen bir Yunan filintasını ona silah olarak verir. 70. Alay'ın adı 'Kızlı Alay' diye anılmaya başlar. Birinci İnönü Muharebesi'nde cepheye gelen Atatürk alayın sembolü Nezahet'le tanışır. Atatürk'ün sebeb-i ziyareti aslında Alay Komutanı Hafız Halit'i denetlemektir. Atatürk komutan çadırında kulaklarında küpe, asker elbiseli olarak Nezahet Onbaşı ile karşılaşınca çok şaşırır. Yanındakilere sorar, "Kim bu?" diye. Komutanımız Albay Halit'in kızı cevabını alınca daha da şaşırır. Sonra ona sorar, "Ne arıyorsun sen burada?" O da vecize haline gelen sözünü söyler: "Ben askerlerin kalesiyim, dönmek isterlerse karşılarında beni bulurlar." Cevap Atatürk'ün çok hoşuna gider. Küçük kızı sever. Bursa Ahudağ eteklerinde, Bozüyük'te Atatürk'ün özel vagonunda ve Akşehir'de olmak üzere üç kez daha cephede karşılaşırlar.



Asker Kıyafetleri İçinde Minik Bir Kız

Asker kıyafetleri içindeki küçük kız Garp Cephesi Kumandanı İsmet Paşa'nın da gözünden kaçmaz. At üstünde onu gördüğünde, "Kim bu küçük asker, niye bu kadar küçükleri askere alıyorsunuz?" diye yanındakileri fırçalar. Sonra sarı sarı küpelerini fark eder minik kızın. "Aç bakayım şapkanı?" der, saçlarını okşar, iltifat eder: "Kimsin sen? Parola ne?" "Onbaşı Nezahet." İnönü gülümser: "İyi o zaman ben seni kurmay yapıyorum." Sonra Alay Komutanı Hafız Halit'in kızını cephelerde büyütmek zorunda kaldığını öğrenir. Paşanın kurmay iltifatı karşılıksız kalmaz, Nezahet Onbaşı, karargâh binasının bahçesindeki asma (üzüm) yapraklarından yaptığı sarmayı Paşa'ya ve babasına ikram eder.

İstiklal Harbi sona erer, Nezahet Onbaşı babasıyla birlikte İstanbul'da yaşamaya devam eder. 13 yaşındayken adının ilk duyulduğu o meşhur tartışmalı TBMM oturumu yapılır. Küçük Nezahet, Fransız İhtilali'nin simge ismi 16 yaşındaki Jan Dark (Jeanna D'Arc) ile özdeşleştirilir. Ama madalya rüyası bir türlü gerçekleşmez. İstanbul Kumkapı'da açılan Jan Dark Enstitüsü'nün de en başarılı öğrencisi olur. Ancak bir aile kararıyla ortaokuldan sonra okuldan alınır.

Okuma sevgisi ve asker olma isteği yüreğinden hiç çıkmaz. İstiklal Harbi'nin genç kahramanlarından Yüzbaşı Rıfat ile 1931'de evlenir. Uzel soyismi artık Baysel'dir. Yüzbaşı Rıfat da Alman Mektebi'ni okurken 17 yaşında okulunu terk edip Kuleli Askerî Lisesi'ne kaydını yaptırmıştır. Daha okulunun birinci yılında o da kendini Milli Mücadele cephesinde bulur. Mehmet Rıfat (Asım), İstiklal Madalyası alan ilk genç askerlerdendir. Nezahat Hanımla evlendikten sonra Atatürk'ün yaverlerinden biri olur.

Nezahat Onbaşı ve ailesi Atatürk'e çok yakın oldukları halde hiçbir zaman alamadıkları İstiklal Madalyası’nı şikâyet konusu yapmaz. Dolmabahçe Sarayı'nda düzenlenen devlet törenlerinde, balolarda Nezahat Onbaşı da vardır. Dönemin asker ve lider eşlerinin tamamıyla iyi ilişkiler kurar. En büyük üzüntüsü okuyamamak olur. Ama hayalleri yarım kalır.

Evliliğinin yedinci yılında ilk kızı İnci, daha sonra Oya dünyaya gelir. Evinin kadını ve iyi bir anne olur. Çocuklarını Kurtuluş Savaşı'nın hikâyelerini anlatarak büyütür. Hayat arkadaşı Rıfat beyi de 1974'te kaybeder.



Son İsteği Türk Bayrağına Sarılmaktı
 
Annesinin son günlerinde yeniden Milli Mücadele günlerini yaşamaya başladığını söyleyen büyük kızı İnci Üçok (Baysel), Nezahet Onbaşı'nın ölüm anını şöyle anlatıyor: "Çok rahatsızlanmıştı. Gülhane Askerî Tıp Akademisi'ne kaldırdık. Hastanede, 'Bak gördün mü Alay geldi. Karşıda askerler. Bak kızım babam beni almaya geldi. Alayın hepsi burada.' diyordu. Onlar son sözleri oldu."

Büyük kız İnci, "Askerler onun her şeyiydi. Ay yıldızlı bayrağı ve askerleri gördüğünde gözleri dolardı." diyor. Annesinin intizamlı bir hayatı olduğunu, Atatürk ve Kurtuluş Savaşı ile ilgili hatıralarını hep coşkuyla anlattığını söylüyor.

İstanbul Özel Saint-Joseph Fransız Lisesi Felsefe öğretmeni küçük kızı Oya Baysel ise tek bir isteğini yerine getiremediklerini dile getiriyor: "Onun son dakikasına kadar hep yanında olduk. Tek isteği var yapamadığımız. Öldüğümde Türk bayrağına sarın demişti. Bir takım asker geldi, cenaze törenine. Ama tabutuna al bayrağı koyamadık. O günün telaşıyla birileri Bayrak Kanunu var deyip engellemişti. Biz de unuttuk."

Nezahat Onbaşı 24 Eylül 1993'te GATA'da vefat eder. Ve eşinin yanına Karacaahmet Mezarlığı'na defnedilir. O, ardında birçok kimsenin bilmediği tarih kayıtlarına not düşülen bir kahramanlık hikâyesi bıraktı. Nezahet Onbaşı'nın alamadığı İstiklal Madalyası TBMM'nin 69 numaralı Kanunu mucibince Cumhuriyet'in ilk yıllarında 6 bin 920 kişiye verildi. Madalya alanlar arasında 70. Alay Komutanı Hafız Halit Bey ve Nezahat Onbaşı'nın eşi Rıfat Baysel de vardı. Bugün Meclis Kütüphanesi'nin raflarında yer alan 6 defterin kayıtlarına göre İstiklal Madalyalı kahramanların ilk 1500'ü Atatürk'ün silah arkadaşları, milletvekilleri ve cephede yer alan komutanlara verilmiş. Sonra erlere, halk kahramanlarına, Maraş'a, Antep'e, Urfa'ya İstiklal beratı ve madalya verilmesi kararlaştırılmış. Kayıtlara ilk İstiklal Madalyası olarak geçen tek taltif Nezahat Onbaşı'ya yani bir çocuğa aitti. Ancak o madalyasını alamadan hayata gözlerini kapadı.
 
Derlemedir