31 Mayıs 2011 Salı

Marga Faultisch - Gözlük camını buldu

 
Günümüz göz optiğinde önemli yer tutan özel camları, Almanya'nın Mainz kentinde 1916- 1998 yılları arasında yaşayan Marga Faultsch isimli bir kimyagere borçluyuz.

Marga, asistan olarak başladığı kariyerini tanınmış bir işletme sahibi olarak bitirdi. Marga Faultisch, klasik optik camlar üzerinde çalışırken, göz optiğine ait camlara yönelerek, hafif ve kırılma riski düşük gözlük camlarını buldu.

Yüksek dereceye sahip gözlük kullanıcıları açısından bu buluş, çok büyük önem taşıyordu. Bu buluş sayesinde, gözü bozuk pek çok insan hem hafif hem de estetik gözlük camlarına kavuştu.

Buluş uluslararası alanda kabul görerek Amerika'da 1973 yılının 100 en büyük teknik buluşlar listesine girdi. Margo Faultisch, buluşundan hareketle 300 çeşit optik cam daha üretti ve 40 adet patente sahip oldu.

Kaynak: Aktif Haber

Amanda Jones - İlkel buzdolabını icat etti



19. yüzyılda yemekleri soğutmak için kullanılan ilk buz makinesini üretmek de kadınların hanesine yazılan bir başarı oldu. Makine, bir gömme mutfak içine monte ediliyor ve kapıları bir ayak pedalı yardımıyla açılıyordu.

Mucid Amanda Jones, Wisconsin eyaletindendi ve buluşunun patentini kendi adına aldı.

Kaynak: Aktif Haber

Melitta Bentz - Ağız Tadıyla Kahve

İlk kahve filtresini Almanya'nın Leipzig kentinde yaşayan Melitta Bentz bize armağan etmiştir. Melitta Bentz, 35 yaşında iki çocuk annesi bir ev kadınıydı. Kahve içmeyi çok seviyordu.

Ancak fincanın dibinde biriken siyah kahverengi renkli telvelere sinir oluyordu. Bir gün pirinç bir kabın altına çekiç ve ince bir çivi ile birkaç delik açtı ve kabın içine büyük oğlunun okul defterinden kopardığı sayfayı huni şeklinde kıvırarak yerleştirdi.

Kahveyi kaba boşattıktan sonra üstüne sıcak suyu döktü. Uygulama başarılı olmuş telvesiz kahvesine kavuşmuştu. Melitta'nın birkaç arkadaşı da buluşu denedi onlar da memnun kaldılar. Başlangıçta kullandığı kâğıt, kahveyi çok uzun sürede süzdüğü için Bentz, kahveyi daha kolay süzebilecek bir kâğıt arayışına girdi.

Bir süre sonra bunu da başardı. Melitta Bentz, 1908 tarihinde Berlin'de İmparatorluk Patent Dairesi'nden buluşunun patent hakkını aldı. Fakat bununla yetinmedi. Birkaç ay sonra evlerinin bir odasında kahve filtreleri üreten küçük bir imalathane kurdular, imalathane büyütülerek fabrikaya, o da fabrikalar zincirine dönüştü.

Melitta Bentz 29 Temmuz 1950'de 77 yaşında yaşama gözlerini kapadığında, uluslararası planda üretim yapan dev bir şirketin sahibiydi.

Kaynak: Aktif Haber

Josephine Cochran - Bulaşık makinesini icat etti



Amerikalı Josephine Cochran, hali vakti yerinde bir kadındı ve çok renkli bir hayatı vardı. Sürekli partiler veriyor, parti sonrası bulaşıkları genellikle kendisi yıkıyor ve bunu yaparken de tabakların bir kısmını kırıyordu. Günümüzde hanımlarımıza en büyük kolaylık sağlayan bulaşık makinesini böylece icat etti.

19. Yüzyılda ABD'li kadınların canını bulaşık yıkamak çok sıkmaya başlamıştı. Bulaşık yıkamanınkendi görevleri olmadığını düşünüyorlardı. Bu tür işlerle uğraşmak yerine daha sosyal aktivitelere zaman ayırmak istiyorlardı. Bu nedenle tuttukları temizlikçiler onların yerine bu görevleri yerine getiriyorlardı. Çok sevdikleri yemek takımlarına hizmetçilerin çok fazla özenmediklerinden şikayet ediyorlardı.

 Birçok kadın bulaşık makinası yapabilmek için değişik fikirler geliştirdi. Ancak ilk patent 1885'te Josephine G. Cochran tarafından alındı. Cochran yaratıcılık konusunda rakiplerinden bir adım öndeydi, bunun nedeni buharlı gemiyi icat ettiğini ortaya süren John Fitch'in soyundan geliyor olmasıydı.

Cochran her zaman daha üstün bir yaşayış tarzı hayal etti. Bu yüzden isminin daha kolay hatırlanacak "Cochrane, Cockran" gibi şekillerde yazdığı söylenmektedir. Bulaşık makinasını üretip patentini aldığı zaman ismi Josephine G. Cochran olarak tarihe geçti..

Makinanın çalışma sistemi çok basitti. Alt kısımda yeralan iki silindir ile pompalanan su ve sabun, makinanın içinde bulaşıkların dizildiği raflara pompalanıyordu. Daha sonra yeniden pompalanmak üzere emici silindirler bu suyu çekiyordu. Evlerde kullanılmak üzere üretilen makinalar, yan taraflarında bulunan kol yardımı ile çalıştırılıyor. Daha büyük ihtiyaç görülen işyerlerinde ise buhar gücünden faydalanılıyordu.

Bir fuarda gazeteciler tarafından makinalarının tanıtılması üzerine daha çok tanındı. Makinanın pazarlamasınıda kendi yapan Cochran, pazarlamanın icat etmekten daha zor olduğunu ve şimdiki aklı olsa bu işe girişmeyeceğini söyledi.


Kaynak: baktabul

II. Sultan Kılıç Arslan - Miryokefalon Savaşı Fatihi


Anadolu Selçuklu Devletini İhtişamın  Zirvesine Çıkaran İdareci 

Anadolu Selçuklu Devletini ihtişamın ziresine çıkaran ve Osmanlı Devleti'nden önce Anadolu'da kurulan ilk büyük İslâm Devletinin namı cihana yayan idareci Sultan II.Kılıç Arslan'ın tarihimizde müstesna ve mümtaz bir yeri vardır...

Sultan olduğu 1155'ten 1192'de vefatına kadar 37 yıl, devleti iç ve dış düşmanlardan arındırarak, iktisat, irfan, medeniyet yönünden terakkinin zirvesine çıkarmıştır. O'nun hükmettiği devre, tarihimizin en parlak devirlerindendir. Kılıç Arslan siyasî cihetten üç zorlu engeli aşmayı başarmış bir idarecidir: (1) Bizans'ın Anadolu'ya yeniden yerleşme ümit ve siyasetini ebediyen kırmıştır. (2) Haçlı tehlikesini Anadolu'dan bütünüyle uzaklaştırmıştır. (3) Civar bütün beylikleri merkeze bağlıyarak Anadolu birliğini kurmuştur. Bu siyasî muvaffakiyetlere paralel olarak da Anadolu'da maddî-manevî ilerlemenin başlamasına vesile olmuştur. Sultan Kılıç Arslan bu icraatlarında nasıl muvaffak olmuştur?.. Bu sorunun cevabı Sultan II.Kılıç Arslan'ın hayatında saklıdır. Bu yüzden bu cihangir padişah'ın hayatına göz atmamız gerekmektedir.
  yılında babası ile birlikte Maraş'ı haçlıların elinden kurtarmıştır.
Sultan II. Kılıç Arslan 1115 yılında dünyaya geldiğinde, Anadolu'da Ehl-i Tevhid'in yerleşmeye başlamasının üzerinden bir asra yakın bir zaman geçmişti. Büyükbabası Süleyman Şah, sarsılmaz bir iman, azim ve gayretle Anadolu'da Selçuklu devletinin temelini atmış ve Anadolu'nun bir İslambeldesi olması için köklü tedbirler almıştı. Süleyman Şah'ın 1086'da vefatı üzerine tahta geçen oğlu I.Kılıç Arslan tarihe şan veren bir mücadeleyle I.Haçlı seferine (1096-1099) kahramanca karşı koymuş ve yarım milyona yakın haçlıyı Anadolu bozkırlarına gömmüştü.I.Kılıç Arslan'ın 1107'de vefatı üzerine 2.Kılıç Arslanın amcası Melikşah, Anadolu Selçuklu tahtına geçmişti. Sultan II.Kılıç Arslan şehzadeliğinden itibaren geleceğin Sultanı olmak üzere itinayla yetiştirilmiştir. Dinî ilimleri devrin meşhur âlimlerinden, devlet idareciliğini bizzat pederinden ve çocuk denecek yaşından itibaren atıldığı idarecilik hayatında pratikten öğrenerek yetişti. Babasıyla birlikte, Elbistan'ın fethinde bulundu (1144) ve Elbistan'a Melik tayin oldu. Meliklik devrinde maiyyetindeki bir avuç akıncıyla Göksün ve Maraş bölgelerine akınlar yaptı. 1147-1149 yılları arasında cereyan etmiş olan II.Haçlı seferine karşı babası Sultan Mes'ud'la birlikte karşı durmuş ve Haçlılara yapılan çetin mücadelelerde tecrübesini arttırmıştır. Melik II.Kılıç Arslan'ın da iştirak ettiği bu Hilal-Salip mücadelesinde Haçlılara büyük kayıplar verdirilmiştir. Haçlı tehlikesinin berteraf edilmesini müteakip 1149

Sultan I. Mes'ud hayattayken, siyasî bilgisiyle askeri sahada gösterdiği dirayetiyle, irade ve enerjisiyle, geniş görüşüyle tahta en layık olan bu oğlunu 1155 yılında Sultan ilan etmişti. Sultan II. Kılıç Arslan babasını yanıltmayacaktı. Kısa zamanda babasının yarım bıraktığı işleri tamamlamak üzere teşebbüslere geçti... Büyük Selçuklu Sultanı, Sancar'ın vâris bırakmadan 1157'de vefat etmesi üzerine Anadolu Selçuklu Devleti tamamen müstakil oldu.

Kılıç Arslan sağlam bir Devlet mekanizması kurmaya muvaffak olduktan sonra fetih bayrağını eline aldı. 1157'de Ayıntab'ı fethederek Suriye sınırını güven altına aldı. Daha sonra Bizans üzerine döndü ve Miryekefalon'daki savaşla neticelenecek zorlu bir mücadeleye başladı. Kılıç Arslan'ın en büyük ideali, Peygamberi bir, kitapları bir, idealleri bir olan Müslüman Devletleri aynı bayrak altında toplamak, küffür karşısında tek bilek tek yürek olarak durmaktı... Kılıç Arslan böyle bir iman birliğinin önünde hiçbir engelin duramayacağına inanıyordu. Fakat bu ittihad'ın pek çok engelleri vardı. Bu engelleri kılıca iş kalmadan halletmek istiyordu. Bu ulvî idealini Kader-i İlâhi'nin de yardımıyla gerçekleştirmeye muvaffak olmuştur. Musul ve Suriye'nin hükümdarı Atabey Nûreddin Mahmud Zengi'nin 1174'te vefatıyla Kılıç Arslan'ın idealindeki "İslam Birliği"nin önündeki en büyük manilerden birisi kendiliğinden kalkmıştı. Çünkü Mahmud Zengi'nin tavrı yüzünden Güney Anadolu iki devlet için huzursuzluk bölgesi olmuştu.

II. Kılıç Arslan 1175'te nicedir Selçuklulara musallat olan Dânişmendli krallığını ortadan kaldırmıştı. Daha sonra Danişmendoğulları Selçuklu hizmetine girdi.

Kılıç Arslan meşakkatin semeresini almış ve Anadolu İslam birliğini tesis etmeye muvaffak olmuştu. Artık sıra, köhnemiş zihniyetin temsilcisi Bizanstaydı. Akıncılar Bizans topraklarında kasırga gibi esmeye başlamışlardı. II.Kılıç Arslan'ın fevkalâde siyaseti ve mahareti karşısında telaşa kapılan Bizans imparatoru Manuel Komnenos Selçukluları Anadolu'dan atmak için büyük bir ordu hazırladı ve Anadolu üzerine sefere çıktı. Zaten Kılıç Arslan epeydir böyle bir karşılaşmaya hazırlanmaktaydı. İki ordu 1176 yılında Eğiridir Gölü'nün az kuzeyinde karşı karşıya geldi. "Miryokefalon savaşı" diye tarihlere geçen bu savaşta II.Kılıç Arslan kumandasındaki Selçuklu ordusu Bizanslıları perişan etti ve bütün İslâm Âlemini sevince gark eden parlak zaferi kazandı. Bu zaferden sonra Bizans, Ehl-i Tevhid'i Anadolu'dan sökemeyeceğini kesin olarak anlamış oldu.
 İzzeddin Ebul-Feth" denilmiştir.
Kılıç Arslan (1189-1192) yılları arasında yapılan 3.Haçlı seferi âfetinden Anadolu'yu kurtarmak için de büyük mücadele verdi. Anadolu'ya girmek isteyen Haçlı ordusunu gerilla harpleriyle yıprattı ve Anadoluyu bu belâdan kurtardı.

Kılıç Arslan Diğer İslam Devletleriyle de anlaşmaya gayret etmiş ve bunda da muvaffak olmuştur. Muasırı Selahaddin Eyyubi ile anlaşması ve İslamın menfaatleri yönünde ittifaka gitmesi bu çalışmalardandır.
II.Kılıçarslan, askerî sahadaki zaferleri yanında, bütün Devlet sathında başlattığı kültür san'at, ilim hareketleriyle ve imar faaliyetleriyle de dikkat çekmiştir..

Devrinde, yüzlerce cami, medrese, han, kervansaray, imaret, çarşı, çeşme ile Anadoluyu bir baştan bir başa donatmıştır. Bilhassa Orta Anadolu şehirlerinde büyük bir imar hareketini gerçekleştirmiştir.

Sultan Kılıç Arslan, İslamiyyetin hakikatlerini nefsinde tatbik etmek ve etrafa tebliğ etmek için âzami gayret sarfetmiştir. O, İslamiyyetin verdiği mefkure sayesinde Anadolu'da yurt kurulduğunu ve kurulan İslâm Devletinin bekâsının da ancak bu yüce dine sımsıkı yapışmakla mümkün olduğunu anlamış ve bu idrak içerisinde hareketlerine yön vermiştir.

Sultan II. Kılıç Arslan, Adalet'i esas almıştır. Adalette din farkı gözetmemiştir. Bu davranışları yüzündendir ki, Hıristiyanlar bile o'nun zamanında kiliselerinde Sultan'ın şevketi ve başlarından eksik olmaması için dua ediyorlardı.

Kılıç Arslan'ın idaresi boyunca Anadolu'da görülmemiş bir huzur, asayiş ve refah dönemi gelmiştir. Dinin izzetini muhafaza için didinen Kılıç Arslan'a bu yüzden "
Bu şanlı padişah, 1192 yılında Konya yakınlarında vefat etmiştir. Yerine Sultan olan oğlu Keyhusrev tarafından Sultan Mes'ud camiinin yanındaki Künbed'e defnedilmiştir.

Kaynak: sevde.de

Ayşe Seniyeperver Sultan (IV. Murat'ın Annesi)

Eyüp Sultan Camii

Ayşe Seniyeperver Valide Sultan, (d. 1761 – ö. 11.Aralık.1828). Osmanlı padişahı IV. Murat'nın annesi, Valide Sultan ve Sultan I. Abdülhamid'in 4. eşiydi. Bulgar asıllıydı ve doğduğu zamanki ismi Sonya idi. Oğlu IV. Mustafa'nın kısa saltanatı sırasında 29.Mayıs,1807–17.Kasım.1808 tarihleri arasında Valide Sultan oldu. Oğlunun öldürülmesinden sonra 20 sene daha yaşadı ve 11.Aralık.1828 tarihinde öldü. Eyüp Sultan Camii Şadırvan avlusundaki hazireye defnedilmiştir.

Eyüp Sultan Camii İçi


Kaynak: Wikipedia

29 Mayıs 2011 Pazar

Osmanlı'da Saray Hayatı - 3

KADINI ZAMAN İÇİNDE BİZ DIŞLADIK, OSMANLI ÖYLE DEĞİLDİ

- Valide Sultanlar yönetime karışıyorlar mıydı?
- Valide sultanların yönetim noktasında zaman zaman büyük katılımları olmuştur. Ondan da zaten Osmanlı tarihçileri çok tedirgindir. Çünkü elinin hamuru ile var ya o deyiş.. Niye erkek işine karışıyorsunuz der, 4. Murat'ın annesi. Hürrem Sultan gibi biraz dirayetli kadınlardan bizim tarihçiler hiç hazzetmezler. Çünkü Osmanlı tarihinde kadının ne işi var anlayışından hareket ediyorlar. Aslında kafalarımızın bir köşesinde, kadın arka planda kalsın, erkek egemen bir toplum olsun. Devlete şu şekilde müdahale etmişlerdir.. Mesela kadınlar, oğulları ile istişare etmişlerdir. Annedir sonuçta ya da eştir sonuçta.

Herhangi bir şekilde bir araya geldikleri zaman sadece hava ne kadar güzel, çiçekler de açtı falan sadece onu konuşmamışlardır herhalde. İnsan, sevdiği insanın fikrini almak ister. Erkek de kadınının fikrini almak ister. Mutlaka sorguluyor ve mutlaka bir takım telkinde bulunmuşlardır. Artık o aralarında bunun bir vesikası olmaz. Açıktan olanlarda vardır. Hürrem sultan gibi ve bazı Turan sultan gibi açıktan olanlar vardır. Ama genelde istişare noktası, istişare yoluyla olmuştur diye tahmin edebiliyoruz.

- Yani Osmanlı erkeği, kadınların fikrine önem vermişlerdir diyebiliyor muyuz?
- Fikrine önem vermek şu: Biz zaten kadını dışlayan bir kültürden gelmiyoruz. İslam öncesi Türklerde de kadın erkek birlikte hükmetmişlerdir. Erkek hükümdar öldüğü zaman, kadın hükümdar götürmüş. Osmanlı da sonuçta bu töreden, bu gelenekten geliyor. Bu kültürün kadını dışlaması mümkün değil. Kadını ait mahfiller yapmaları, camilerde cemaatle namaz kılacak yerler yapmaları bile bunu gösterir.

Bugün biz zaman içinde bunları dışladık. Teravihten dışladık, cumadan dışladık, cenazeden dışladık; şimdi yeni yeni efendim kadınlar kılabilirmiş. Niye söylemiyorsunuz kardeşim. Biz söyleyince Yavuz Bahadıroğlu da ifrat noktalara geliyor, Eh-li sünnette bunun yeri yoktur falan oluyor. Ben din alimi değilim, ehl-i sünnet anlamam çok fazla ama ben Osmanlı uygulamalarından söz ediyorum, yanlışsa onların yanlışıdır.

OSMANLI ÜLKESİNDE TEK ÖZGÜR OLMAYAN KİŞİ PADİŞAHLARDIR

- Peki padişaha eş seçimi nasıl yapılırdı?
- Padişah eşlerini valide sultanlar seçiyordu. Padişah eş seçemez. Fransız gezgin  Dr. Brive Rice,” Osmanlı ülkesinde tek özgür olmayan kişi padişahlardır. Ne savaşa karar verebilir, ne barışa karar verebilir hatta ne de kendi eşini seçebilir” dedi.  Bu çok dramatik bir olgu. Valide sultanın  münasip gördüğü bir hanım padişaha gösterilir. Padişah ondan sonra yüzde doksan kabul etmek zorundadır.

- Mesela Hürrem Sultan nasıl padişah eşi oldu?
- O da cariye, saraya geldi ve sarayda eğitildi. Asıl adı Ruhsana  dır. Ama hiç bir akrabalık, hiçbir şey gözetmemiş. Hatta valide sultan o ülke ile savaş haline geliyor. Osmanlının kazanması için dua ediyor. Bu kadar değişmişler. Şu yargılanabilir yadırganabilir. Küçük çocukları alıyorsunuz Müslüman yapıyorsunuz falan. Peki bunlar hallerinden memnun. Padişah kadını ya da anası oluyor. Ya da bir devşirme çocuk alıyorsunuz.
Müslüman çocuk yapıyorsunuz. Sonra kendi ırkına karşı savaşa gönderiyorsunuz. Ama anneler çocuklarını vermekte yarışıyor. Niye? Osmanlı'ya Sadrazam olabilir diye. Sen ABD'ye başkan olacaksın deseler, bir şekilde göndermez misin? Niye şimdi millet ABD'ye gitmeye can atıyor. Green Card  almak için can atıyor. Üstelik, bulaşıkçılık yapmak için. Osmanlı, dönemin yıldızı. Osmanlı devleti denildiği zaman en üst düzeydeki bir devlet ve millet hatırlanıyor ve orayla bütünleşmeye can atıyorlardı.

OSMANLI DEVLETİ BİR VESİKA DEVLETİDİR

- Osmanlı padişahlarının alkol kullanıp kullanmadığı da çok konuşuluyor. Padişahlar alemci miydi?
- Ben televizyondan meydan okumuştum. Osmanlı devleti bir vesika devletidir. Arşiv devletidir, atılan her adımın, alınan her nevalenin meyvenin vesairenin mutlaka bir yerde kaydı kuydu vardır. Mesela saraya giren bütün sebzelerin dökümü vardır. Hangi gün hangi hafta ne sebeple, ne sebze alınmıştır.
Burada şarabı bana kimse gösterebilir mi? gösterilirlerse ben teslim olacağım. Osmanlı padişahları Allah'ın kanunlarını uygulamaları açısından, sorumlu olduklarından Allahın yeryüzündeki vekilleridir. Bu adam akşam kimseye gözükmeden saraydan çıkıyor.

Gidiyor Dimitris’in meyhanesinden bir şişe rakı alıyor da saraya mı dönüyor. Hayır. Burada sarayın mübayaasını yapan, yiyeceği içeceği alan görevliler, gidiyorlar alışveriş yapıyorlar. Ya da o nesneler saraya geliyor. Bu gelenler arasında içkiyi kimse gösterebilir mi? Sultan 4. Murat zamanında, Yıldırım Beyazıd zamanında, 2.Abdülhamit zamanında, Vahdettin zamanında yoktur.

Ne zaman alınmıştır. Sultan 2. Abdülhamit zamanında Alman imparatoru Vilhelm karısı ile ziyarete geldiğinde. Onun için iki şişe adını hatırlamıyorum şimdi şampanya diyelim aldırılmıştır. Onun kaydı var. Çünkü içer. İçerse onu ben men etmem. Beni ilgilendirmez ona alınmıştır.

- Misafirine ikram olsun diye alınmış…
- Evet.

- Kendisi kullanmış mı peki?
- Hayır, hayır misafirine ikram olsun diye almış. İsterlerse ikram edilecek diye çünkü içerler. Ona ikram edilmek için alınan içkinin kaydı var da kendi içtiği içkinin niye kaydı yok acaba. Çünkü böyle bir şey yok. Yani kendisine din-i mübin-i yaymak için feda etmek üzere yetiştirilen bu insanlardan, din-i mübin-e alenen haram olan bir haramı işlemeye isnat etmek, bunlara gard etmektir. tarihe de gard etmektir.

UHREVİ HESABI OLMAYAN TARİHÇİLERDEN BU MİLLET ÇOK ÇEKTİ

- Maalesef her şey ne kadar yanlış anlatılıyor…
- 4. Murat hakkında, İran casuslarının verdiği bir rapor var biliyorsunuz. O zamanlarda İran’la da aramız açıktır,zaman zaman savaşıyoruz. 4. Murat'ı yürürken, sallanırken görmüşler sarayda.Onu sarhoş diye not düşmüşler. İşin aslı bu değil elbette.

- İşin aslı nedir peki?
- 4. Murat’ta Gut hastalığı var. Zaten 29 yaşında ölüyor. Gut hastalığı, mafsal hastalığıdır. Müthiş mafsallarda ağrı yapar. Irsi olarak bütün çocuklara geçmiş. Ve padişahların çoğunluğu bu hastalıktan ölmüşler.
Bu gut hastalığında ağrıları dindirmek için doktor tavsiyesi ile afyon yutuyor.Afyon yutunca da tabi terelelli oluyor insan,sarhoş gibi oluyor, sallanıyor mecburen. Bu haline görüp içki içtiğine hükmetmişler. O da bizim tarihçilerin diline pelesenk olmuş. Hadi onlar yabancı bir imparatordan, yabancı bir padişahtan bahsediyorlar. Siz kendi dedenizden bahsederken biraz daha tedbirli ve temkinli olmak zorunda değil misiniz?
Biraz daha doğru yaklaşmak zorun değil misiniz. Uhrevi hesabı ve endişesi olmayan tarihçilerden bu millet çok çekti. Tarihçi eline kalemi aldığı zaman bahsedeceğimiz insanla ahirette yüzleşeceğim duygusunu terk etmemek zorundadır ki doğruları yazabilsin. 

 Kaynak: Haber 7

Osmanlı'da Saray Hayatı - 2

PADİŞAHLAR AKRABA BIRAKMAMAK İÇİN YABANCI KADINLARLA EVLENDİ

- Şimdi en çok konuşulan konuya, Osmanlı padişahlarının yabancı kadınlarla evlenmesine gelelim. Padişahlar neden yabancı kadınları tercih ettiler?
- Bunun çok basit cevabı var, akraba bırakmamak için. Eğer Osmanlı kadınlarından birileri ile evlenselerdi kayınpederleri, kayın valideleri, kayın biraderleri olacaktı. Onun kayınbiraderinin, kayınbiraderinin kayın biraderiolacaktı. Ben Padişahın akrabasıyım diye ahaliye zulmedebileceklerdi. Bir asiller sınıfı oluşacaktı. Tıpkı Avrupa’da olduğu gibi..“Ben sizden daha asilim, benim kanım saraydan geliyor” falan iddialarıyla halka zulm edeceklerdi. Onun için bu zulmü peşinen ortadan kaldırdılar. isimsiz kızlarla evlendirler. Avrupalı kralların kızlarıyla falan değil. Esir kızlarla, yani cariye dediğimiz şey savaş esirleriydi.Dolayısıyla hiç akrabaları olmadı.

- Temel neden bu muydu?
- Evet buydu. ikinci neden, padişahın sarayına  hangi Anadolu’dan kız alacaktınız. Sarayın, padişahın karısı olacak kadın eğitimli olması gerekiyordu. O zamanın imkanları ile kasaba ya da şehirlerde eğitim imkanları son derece kısıtlıydı. Ancak saraydaki Enderun’da ve haremde doğru düzgün eğitim verilebilirdi.

VALİDE SULTANLAR PADİŞAHTAN ÇOK MAAŞ ALIRDI

Saraya hareme alınan kızlar yarın bir padişahın annesi olabilecek seviyede yetiştiriliyorlardı. Padişahı temsil edecek, ona eş olabilecek seviyede yetiştiriliyorlardı. Bu da müthiş bir eğitim verilmesinden geçiyordu. Bu eğitim de valide sultanlar denetliyordu. Bunların bir sürü alt kadroları vardı. Ve biliyor musunuz valide sultanlar, kadınlar, padişahtan daha fazla maaş alıyordu.

- Öyle mi? Valide sultanlar maaşlı mıydı?
- Sarayda en büyük bütçe, valide sultanın bütçesiydi. Çünkü haremi o yönetiyordu. Ve o bütçeden artırdıkları ile tahsil masraflarını kısarak bir sürü hayır yapmışlardır. Üsküdar'a baktığınız zaman yukarıdan Altunizadeden Üsküdara doğru inin, gördünüz eserler, camiler, sebiller, medreseler hepsi kadın eseridir.

- Osmanlıda kadınlar aynı zamanda sosyal hayatın içindeydiler diyebilir miyiz?
- Tam içindeler. Kadın eserlerinden dolayı Üsküdar'a kadın Üsküdar derler, kız Üsküdar derler. Hatta Hürrem Sultan,(o tarihin lanetlediği valide sultan) bile yetmiş civarında hayır eserinin sahibidir. Bunu şahsi geliriyle yapmıştır. Kendine sarf etmeyerek, süslenip, püslenmek yerine han hamam yaptırmayı, mescit yaptırmayı seçmiştir. Hatta, Kanuni seferde iken yanık yanık mektuplar yazmıştır. "Param bitti, hamamı tamamlayamıyorum" diyor.

BİR KADINI, EVLADINI KORUDU DİYE NİYE ASTI TARİHÇİLER?

Bu kadının suçuna baktığınız zaman birinci suçu, oğlunu koruması. Hangi tarih oğlunu korudu diye bir anneyi asar, idam eder. Çünkü oğlu padişah olmazsa öldürülecektir. Sistem bu. Öldürülmemesi için padişah olması gerekir. Hani öldürülmese de bir şehre vali tayin edilse, ona razı olabilir bir anne. Ama padişah olmadığı zaman yok edilecekse benim oğlum padişah olsun. Bunun için kocasını etkileyebilmişse,kendini sevdirebilmişse ne güzel.. Hangi kadın kendini kocasına sevdimek, beğendirmek istemez. Bunların hangisi, neresi suç. Padişahı etkiledi diyorlar. Ya kadın kocayı etkiler... O kendi oranında etkiler, öbürü ona göre etkiler. Efendim kendini çok sevdirdi. Padişahı aşık etti. Ne güzel etmiş. İyi etmiş gayet güzel...
İnsan aşık olmazsa beraberliği sürdürebilir mi. Biz aşkı meşki de yanlış anlıyoruz ya.

DİN KİTAPLARINI ERKEKLER YAZDIĞI İÇİN…

- Ben de Kanuni Sultan Süleyman ile  Hürrem Sultan arasında neler yaşandı diye soracaktım?
- Aşk yaşandı. Çok güzel ve duru bir aşk yaşandı. Birbirlerini çok sevdiler ve Kanuni başka bir kadını alma ihtiyacı hissetmedi. Peki neden böyle oluyor. Bir kadını, evladını korudu diye niye astı tarihçiler? Çünkü tarihi erkekler yazıyor.
O kadın duygusallığını, anne duygusallığını, anne endişelerini anlayamayız biz. Ne kadar ince ruhlu olursak olalım ki değiliz. Kaba saba insanlarız, erkekler öyledir maalesef. Bunu anlayamaz, anlamak istemez.
Din kitapların da erkekler yazdığı için tefsirleri vs. orada da hz. Havva’yı suçluyorlar. Hz. Adem'i o kandırdı diyen din kitaplarımız var. Halbuki Allah Kuran'ı Kerim'de diyor ki:
“Şeytan kandırdı ikisini de.” Demek ki şöyle düşünüyorlar, bir yerde kadın varsa, şeytan aramaya gerek yok. Böyle düşünüyorlar o zaman. O bakımdan bunları da, yıkacak çalışmalar yaptım. Sezar’ın hakkı Sezar'a, kadının hakkı kadına ve benim için Hürrem Sultan çok saygıya layık müstesna bir insandır.

HAREM KIZ ÜNİVERSİTESİDİR

- Biraz da cariye meselesine gelmek istiyorum. Cariyeleri nasıl tanımlarsınız?
- Cariyeleri savaş esiri olarak tanımlayabiliriz. Nasıl devşirmeler alınmışsa askerlik için, ve o devşirmelerden nasıl büyük sadrazamlar çıkmışsa, cariyeler de ihtiyaca binaen alınmıştır. Osmanlı’da Kürt,Türk ayrımı yoktur, faydalılığa bakar Müslümanlık. Devlete, inanca sadık mısın, faydalı mısın? Enteresan örnekler var. Mesela Trabzon'un fethinde Mahmut Paşa, Fatih'in sadrazamdır. Onun teyzesinin oğlu Rum İmparatoronun dışişleri bakanıdır. Onlar birlikte görüşüyorlar. Ve Mahmut Paşa kısa bir çarpışmadan sonra imparatoru Trabzon'u teslim etmesi için ikna ediyor. Kan dökülmesini engelliyorlar teyze çocukları. Bunlar birbirlerini de tanıyor. Yani soyunu sopunu inkar et  demiyor. Sorun yok. Bu bakından hareme aldıkları kızları da müthiş bir eğitime tabi tutarlar. Yani Enderun erkek üniversitesi, harem de kız üniversitesi diyebiliriz.

OSMANLI HİÇBİR İNSANI HADIM ETMEMİŞTİR

- Maalesef günümüzde haremi, kadınların tıkıldığı bir kafes olarak tarif ediliyor. Halbuki siz farklı anlatıyorsunuz.
Kendi eğitimleri var, kendi eğlenceleri var. Kadınlar musiki, tarih, coğrafya eğitimi alıyorlar. Erkek hocalar da var, kadın hocalar da var.. Bunların iyi yetişmesinden sorumlu olan da valide sultandır. Yani padişahların annelerisorumludurlar. Bunun alt katmanlarında ağalar falan vardır. Ağalar hadımdır ama Osmanlı hiç bir insanı hadım etmemiştir.Yani erkekliğini gidermemiştir. Sadece öyle yapılmış olanları almış ve orada değerlendirmiştir. Çünkü, o büyük bir rezalet, büyük bir günahtır. Bunu yapmadılar ama bu sistemden yararlandılar. Çünkü öyle olması gerekiyordu. Erkek girmemesi gerekiyordu. Padişahın yatak odası ile harem arasında öyle bir labirent var ki padişahın izinsiz hareme girmesi bile mümkün değildir. Ne yapılır? Bir kadın çok iyi yetişmişse, yani Padişaha layıksa, bunlar çok çocuk sahibi olmak zorundadırlar. Çünkü Osmanlı devleti sürekli savaşlarıniçindedir. Ve şehzadeler savaşa katılmaktadırlar. Bazen müstakil, bazen de babalarının yanlarında. Ve hangisinin ölüp, hangisinin kalacağı belirsizdir. Bu bakımdan her erkek çocuk babasından sonra padişah olacak şekilde yetiştirilecek. Çünkü hangisinin sağ kalacağı yine belli değil. Kardeş kavgaları bu yüzden çıkmıştır.

HAREM HAYATI BAŞIBOZUK BİR HAYAT DEĞİLDİR

- Yine en çok konu edilen harem de kadınların süt banyoları yapmaları. Kadınlar süt banyoları yaptılar mı hakikaten?
- Neticede harem hayatı, başı bozuk bir hayat değildir. Ve disiplinli bir hayattır. Onun bütün kanunları bellidir, köşeleri bellidir. O disiplin içinde, o olgunun içinde de kadınların kendi kişisel özgürlükleri vardır, odaları vardır, egemenlikleri vardır, egemenlik alanları vardır. Yok süt banyosu yaparlarmış, böyle bir şey de yok. O kadar süt temin edecek bir İstanbul da yok. 500 - 600 bin nüfuslu bir İstanbul’dan söz ediyoruz.
Neticede belki süt içmişlerdir, ya da bir takım süt maskeleri kullanmışlardır güzellik anlamında.. ama öyle süt banyosu falan yok. Batılılar, kadınların güzelliğinden mütenasip, yani uygun vücutlu olduklarından görüntünün çok estetik olduğundan çok güzel giyindiklerinden söz ediyorlar. Yani siz çarşaf giyersiniz ama kendinize öyle bir yakıştırırsınız ki açıkla yan yana geldiğinizde siz daha dikkat çekersiniz.

Sadece güzellik değil, sadece kıyafet de değil, kadın duruşu denen bir duruş var. Bu öğretilir, öğrenilebilir. Kadınlar kendi aralarında öyle bir iletişim içindeler ki mahalle hayatında, birbirleri ile etkileşerek hem kültürel açıdan beslenirler, hem de bakım açısından, kadın olma açısından eğitilirler.

Kaynak: Haber 7

Osmanlı'da Saray Hayatı - 1



Yazdığı tarihi romanlarından dolayı "Tarihi sevdiren adam" olarak tanınan Yavuz Bahadıroğlu, Osmanlı döneminin saray hayatını anlattı. Bahadıroğlu, Osmanlı'da özgür olmayan bir tek padişahın bulunduğunu söyledi.

Birkaç gün önce bir davetteydim. Yemek sonrası birkaç arkadaş şömine başına geçtik. Odun ateşinin kokusunu bilirsiniz. Kahveye ayrı tah katıyor bence. Kahvemizi yudumlarken sohbet döndü dolaştı kadın erkek ilişkilerine geldi.
Erkeklerin eşlerini aldatmalarını Osmanlı'ya kadar götüren bile oldu. Padişahların cariye sistemiyle çok eşli olduklarını, kadınları kafese kapattıklarını, sosyal hayatın içinde kadının yeri olmadığını dahi söylediler.
Her ne kadar aslının böyle olmadığını anlattıysam da başarılı olduğumu söyleyemem. En son bir tarihçi ile konuşarak, belgeleriyle size anlatmaya karar verdim.

Osmanlı tarihi konusunda çok ciddi araştırmaları olan, hatta “Tarihi Sevdiren Adam” lakabı ile anılan Tarihçi Yazar Yavuz Bahadıroğlu’nun kapısını çaldım. Benim çok istifade ettiğim, eksiklerimi tamamladığım bir sohbet oldu.
Adınızı vermiyorum arkadaşlar lütfen siz özellikle okuyun. Bildiğiniz gibi olmadığını konunun uzmanından öğrenmiş olacaksınız…

TÜRK MİLLETİNDEN AİLE HAYATINI ALIRSANIZ ELİNDE ÇOK ŞEY KALMAZ

- Osmanlı dönemindeki aile hayatını nasıldı?
- Gaston Jess diye profesör bir adam var. İsviçreli yanlış hatırlamıyorsam. “Osmanlı hayatını teferruatıyla inciledim, nüanslarıyla inceledim ve gördüm ki, Türk milletinden aile hayatını alırsanız elinde çok şey kalmaz” diyor.”

Babalar, çocuklarını omuzlarına alırlar ve hayata tepeden baktırırlar, bu da Osmanlı'da zaman içinde bir gurur olarak gelişir ve bütün milletlere tepeden bakarlar” diyor. Osmanlı’da gurur olmaz. Oysa gururdan, şeytandan sığınır gibi Allah'a sığınmışlardır. Bu özgüvendir. Öyle bir millet yetiştirirler ki, kendine özgüveni vardır. Kimseden korkmaz, ürkmez, paniğe kapılmaz, soğukkanlı ve sessiz, gürültüyü sevmeyen insanlardır. Şimdi aile yapısına baktığımız zaman evvela mahalleden hareket etmek lazım. Bir yere bir mahalle kurulmadan önce mescit kurulur, cami kurulur, onun etrafına imam evi, müezzin, kayyum evleri kurulur.  O onun akrabasını getirir, bu bunun akrabasını getirir.Mahalle, caminin etrafında oluşmaya başlar. Camiye ne diyorlar bizim kültürümüzde Beytullah, küçük Kabe. Yani hayatın merkezinde Allah’ın evi vardır.  Yani Allah kavramı vardır. Her mahallenin ortasında vakit namazları kılmak için bir mahalle mescidi vardır.

İMAM MAHALLENİN MÜLKÜ AMİRİYDİ

Selahattin camileri de vardı.. Yani mahallelinin gelip sohbet edeceği büyük bir cami. O da cuma camiidir. Cuma günleri oraya giderler.  Bu defa mahallenin önderleri, muhabbethanede, buluşur dertleşirler, tanışırlar, kız alıp, kız verirler akraba olurlar. Bu mahallenin teşekkül tarzıydı. Ve mahallede bir dinamik gözetleme sistemi vardı.
Bu şimdi kameralarla yapılıyor. Burada insan gözüyle yapılıyordu. Mahallenin yaşlıları kendilerini bütün aileden, bütün mahalleden sorumlu tutuyorlardı. Mahallenin gençleri çocukları yaramazlık yaptıklarında, uygunsuzluk yaptıklarında, saygısızlık yaptıklarında, "bak bu sefer görmezden geliyorum" ikincisinde "babana söylerim".
Korkuyu bir tehdit unsuru olarak kullanıyorlardı. Çoğunlukla da söylenmezdi babalara. Ve küçük küçük davaları, mahalle arasındaki sıkıntıları, oradaki ombdusmanlar, yani ihtiyarlar heyeti orada çözer mahkemeye intikal ettirmezlerdi.O kadar mahalleye önem vermiştir ki Osmanlı, muhtarlar yok o zaman. İmam, padişaha karşı sorumludur. İmamları padişah tayin eder. İmam sadece cami imamı değil, aynı zamanda o mahallenin mülkü amiridir.

- Yani günümüzün algısıyla imam sadece namaz kıldıran değildir?

- Hayır.  imam mahallenin önderidir, mahalleli ona saygı gösterir.

- Peki maaşınıı nereden alır?

 - İmamlar devletten maaş alırsa devletin istediğini yapacaktır. Dolayısıyla maaşını o mahalleden alır. Mahalledeki avariz denen bir vakıf vardır, o vakfa bağış yapılır, kurban bağışlanır ve mahallenin küçük ihtiyaçları da oradan karşılanır. İmamın maaşı da oradan temin edilir.

KAPI TOKMAKLARI BİLE DİŞİ VE ERKEK OLARAK DÜŞÜNÜLMÜŞ

- Evlerin yapısı nasıldı?
- Evler, cepheleri birbirine dönüktür. Sana bir hikayemi anlatayım.
70'li yıllarda ev yapıyorduk köyde. Babam evin yönü bu tarafa dönük olacak diyor. Arsa çok geniş değil, ev küçülüyor bu tarafa döndürdüğümüzde. Ya niye o tarafa döndürüyoruz, olabilecek şekilde kuralım diyorum. Sonunda ağzındançıkardı baklayı.cephesi kıbleye bakacak. "Ya baba namaz mı kılacak dedim senin ev, biz yönümüzü kıbleye döndürürüz. Evi döndürmeye ne gerek var” dedim. "Bana bak genç adam dedi, evi kıbleye dönük olmayanın, yönü de kıbleye dönmez” dedi. Dolayısıyla Osmanlı evleri kıbleye bakıyor. Cami gibi düşünüyorlar. İkincisi, kapılar birbirine açılır, pencereler de birbirine açılır. Öbür komşu arka pencereye çıktığı zaman, bizim ön penceremize bakıyor. ve orada komşuluk evvela lafla başlıyor. “Hoş geldiniz, beş gittiniz. Bir çay kahve içimliğine gelmez misiniz?”, ya da “Hoş geldine gelmek istiyoruz müsait misiniz?” tarzında. Müthiş bir seramoni var. Kadınların rahatı için huzuru için her şey düşünülmüş. Zaten evler selamlık ve haremlik olarak ikiye ayrılıyor, selamlıkta erkekler ağırlanıyor. Kapı tokmakları bile, dişi ve erkek olarak düşünülmüş. Büyük kapı tokmağı sert ses çıkartıyor, içeride oturanlar biliyorlar ki erkek misafir... Küçük kapı tokmağı ince ses çıkartıyor, biliyorlar ki hanım misafir. Karşılamaya ona göre çıkıyorlar.

BATI “KADIN VARSA ŞEYTANA GEREK YOK” DERKEN

- Yani buradaki bir cinsiyet ayrımı değil?
- Cinsiyet ayrımından ziyade namahremden korunma duyusu hadisesi. Erkeğe kadın çıkmasın anlayışı. Bir de saygı anlayışı, kadını da düşünmüşler algılamışlar. Ona da bir yer vermişler, pay vermişler çünkü o dönemin Avrupası’nda, “Kadın varsa şeytana gerek yok” sözünü özdeyiş olarak Fransa’da kullanılıyordu, kadın katlanılması gereken bir baş belasıdır tarzında bakılıyordu.
Kadını aşağılayan, bakış açısı. Bu  istanbul fethinren sonra bize de bulaşmış.

OSMANLI’DA KADINLARI DEPRESYONDAN ENGELLEYEN ŞEY

- Peki Osmanlı’da kadınların evlerinden çıkmaları sorun oluyor muydu?
- Yani bunu anlatanlar o kadar enteresan ki  sanki erkekler otomobillerle geziyorlardı. Öyle bir sirkülasyon yok ki.. Herkes evinde, hatta kalmak zorunda. Yani, yollar asfalt değil, kaldırım değil, çok nadir yerlerde arnavut kaldırımı vardır. Genelde sokaklar daracık, çamurlu yollar, alışveriş merkezleri yok, eğlenilecek bir durum yok.

- Yani kadın oldukları için değil?
- Hayat şartları bunu gerektiriyor. Yoksa bayramları vardır eğlenceleri vardır. Eğlenmeyen bir toplum değil, eğlenen bir toplum ama eğlence algıları farklı bizden... Mesela teravih kılmaktan büyük zevk alırlar kadını, erkeği... ve ellerinde fenerlerle teravihe giderler..Sadece Kadir gecelerinde istanbul’da ışıklar yakılır.. Sokaklar karanlıktır. Yani sokağa çıkmak, bir yerden bir yere gitmek çok zor, otomobiller işlemiyor ki... Kadınlar şartlar uygun olmadığı için sokağa çıkmıyor. Ama evde birçok işle uğraşıyorlar, üretiyorlar. Dokuma yapıyor, sabun yapıyor, zeytin yapıyor, salamura yapıyor, turşu yapıyor. Erkek de dışarıda bürodadır saray hizmetindedir. Yani o zamanlar olmadığı için kadınlar dışarıda iş hayatında değiller, gereksinimini kendi evinde kendi üretiyor?Yani yine üretkendir kadın. Soruyorum size günümüzde kadınlar çok mu mutlu bu kadar iç içe olmaktan? Bir tarafta rahat edebiliyorlar mı sanki. Mesela Fransa’da  bir araştırma yapılmış. Kadınlar mutsuz olduklarını söylemişler. İşyerlerinde çok fazla saldırgan üslupla karşılaştıklarını, taciz edildiklerini söylemişler…

Osmanlı’da kadınların canlarının sıkılmamasını, depresyona girmemelerini temin eden şey komşuluk ilişkileriydi. Hiç bir kadın işi bittiği anda yalnız kukuman kuşu gibi kafes arkasında oturup koca beklemiyordu, Artı koca bekleyecek vakti bile yok. Kadınlar kendi aralarında fikir alışverişinde bulunurlar. Kendilerini eğitmek adına çaba harcarlar.
Belirli yerlerdeki hanım annelerden eğitim alırlar. Harem dediğimiz yer aslında bir üniversitedir. Kadınlar önce çırak olarak çıkartılır. Çırak çıkarmak demek bir paşayla evlendirilir bir beyle evlendirilir. Bir mahallede oturması temin edilir, doğru bir insan, doğru bir eğitim almış kadın o mahallede oturur ve o mahallenin annesi olur.. Gelinlik çağı gelmiş kızların çeyizinin dizilmesi, doğru kısmetlerin bulunması, kadınlara biçki dikiş öğretilmesi, saz öğretilmesi gibi her şeyden sorumludur.

- Kadınların müzik dersi almasında bir sorun yoktu yani.
- Sarayda çok yetkin tarzda müzik dersleri vardı. Orada tercihen kızlara ud çalmayı, kanun çalmayı öğretirler. Kültürel etkileşim alanı oluştururlar.

KADININ EGEMENLİK ALANINA KOCA İZİNSİZ GİREMEZ

- Yani anlatıldığı gibi kadın oturup koca bekleyen, kafes arkasında yaşayan değil
diyorsunuz?
- Öyle bir dünya yok. Kadın kendi dünyasını oluşturmuş, kendi egemenlik alanını kurmuş. Hatta egemenlik alanına koca izinsiz giremez, gelecekse de izin alarak hud destur var mı,müsaitse gelir koca. Yani bu eğitimdir, kadına saygının gereğidir. Çocuklar okullara merasimle uğurlanır. Son zamanlara kadar bu geçerliydi. Sultan Abdülhamit döneminde bile,çocuklar ilahilerle, selatüsselamlarla okula getirilirdi. Filancanın çocuğu okula başlıyor. Komşular gelirler, hediyeler getirirler, “Allah zihin açıklığı versin”e gelirler. Evladını merasimle hocaya teslim eder.  “Eti senin kemiği benim” sözünün arkasında bunu sen terbiye et, doğru insan haline bize getir, yoksa etini sıyır falan değildir.

- Falakayı nasıl görüyorsunuz. Vahşice değil mi?
- Evet sınıfta bir falaka vardır ama bir tehdit unsuru olarak vardır. Bunun icazetini de Molla Gürani’den alırlar. Molla Gürani, elinde bir sopa ile Fatih’in çocukken dersine geliyor. "Hoca elindeki ne diye soruyor” şehzade. Adam, "Ha bu kızılcık sopası diyor" "Ne işe yarar diye hayretle soruyor?" Hiç sopa yememiş ki şehzade.. "Ha bu" diyor. "Bazı öğrencilerimizin üzerine bulaşan tembellik tozlarını silkelemeye yarar."
Ondan sonra, koşarak annesine gidiyor. "Anne sen deli bir hoca bulmuşsun. Beni, dövmekle tehdit etti." "Valla dediğin gibi oğlum. O delidir, ne yapsa yeridir. Beni de döver korkarım. Birşey söyleyemem, suyuna git. Dersini iyi öğrenmeye çalış." Tehdit unsuru olan sopa her zaman orada durdu. ve hiç bir zaman Fatih Sultan Mehmet'e değmedi.

Kaynak: Haber 7

Rabia Sermi Sultan


Rabia Sermi Sultan (1698-1732), Osmanlı padişahı I. Abdülhamit'in annesi ve Sultan III. Ahmet'in eşiydi. 1698'de Fransa'da doğdu. Doğduğu zaman ki adı Ida idi. 1714 yılında III. Ahmet'in eşi oldu. 1732'de öldüğünde oğlu I. Abdülhamit 7 yaşındaydı. I. Abdülhamit annesinin ölümünden ancak 42 sene sonra tahta çıktı. O yüzden Rabia Sermi Sultan "Valide Sultan" ünvanını alamadı. İstanbul'da Yeni Camii Turhan Hatice Valide Sultan Türbesi haziresine gömüldü.

Kaynak: Wikipedia

16 Mayıs 2011 Pazartesi

Washington Anıtı’nda Bir Türk Hattatın Mermere İşlenmiş Yazısı


Sultan Abdülmecid

Amerika’daki “ilk” ve “en kalıcı” tanıtımı bundan tam 158 sene önce yaptığımızdan ve tanıtımın kahramanının Türk hattının en büyük isimlerinden biri, Kazasker Mustafa İzzet Efendi olduğundan haberdar mıydınız?

Sene 1853’tür ve Amerikalılar George Washington’un hatırasına dikecek oldukları devasa bir sütunda bütün memleketlerin temsil edilmesini istediler. Bunun için başkentlere haber yollanır ve her memleketten kendisine mahsus bir eser göndermeleri istenir.

Washington’daki Osmanlı temsilcisi Emin Bey, İstanbul’u Amerikalıların talebinden haberdar edince zamanın hükümdarı Sultan Abdülmecid, Türkiye’nin sütunda bir “hat”la temsil edilmesine karar verir.

Kazasker Mustafa İzzet Efendi

Hat, o devrin büyük sanatkarı Kazasker Mustafa İzzet Efendi’ye “celi talik” bir yazıyla yazdırılır. Levhada: “Devam-ı hulleti te’yid için Abdülmecid Han’ın / Yazıldı nam-ı paki seng-i balaya Vaşington’da” yani”Dostluğun devamını göstermek için, Abdülmecid Han’ın temiz adı Washington’da dikilen bu taşa yazıldı” denmektedir. Yazı sonra mermere işlenir, üzerine Abdülmecid’in tuğrası konur ve bir gemiyle Amerika’ya yollanır.

Yollama masrafı olan 390 kuruş, bugünün parasıyla 290 dolar tutmaktadır. Derken abidenin inşaatına başlanır, iş 1884’te tamamlanır ve öteki memleketlerden gelen kitabelerle beraber Kazasker’in yazısı da 169 metrelik sütuna yerleştirilir.

158 yıl öncesinin tanıtımının öyküsü işte böyle… Sultan Abdülmecid’in mermere hakkedilmiş ismi o zamandan beri Washington’daki abidenin üzerinde duruyor.

Mehmet Güntekin (HaberTürk Tarih – 01.05.2011 – Sayı:49)

9 Mayıs 2011 Pazartesi

Anadolu Fatihi Kutalmışoğlu Süleyman Şah



Selçuk Beyin oğlu Arslan Yabgu'nun torunu ve Selçuklu Beylerinden Melik Şihabeddin Kutalmış Beyin oğlu Gazi Süleyman Şah, Anadoluyu engelle karşılaşmadan Marmara sahillerine, İzmit'e kadar ilerledi.
baştan başa fetheden ve bir Müslüman ülkesi haline
getiren büyüğümüzdür.
Alparslan'la birlikte Malazgirt muharebesine iştirak eden Gazi Süleyman Bey muharebede büyük kahramanlık göstermiştir. Zaferin kazanılmasından sonra Sultan Alparslan bu namlı kumandanını Anadolunun fethiyle görevlendirdi.
Gazi Süleyman Bey kahraman fedâileriyle birlikte Anadolu içlerine dalarak süratle fetih hareketine girişti ve birkaç sene içerisinde muazzam fetihler yaparak Anadolunun büyük kısmını ele geçirdi.
Gazi Süleyman Bey, Artuk, Tutuk, Dânişmend, Saltuk Beyler gibi büyük kumandanları, akıncı bölükleriyle çeşitli bölgelere göndermişti. Bu kumandanlar zaferler kazanarak Anadolunun bir İslam diyarı olmasını temin etmişlerdir.
Anadoludaki fetih ordusu Kayseri civarında Bizans ordusuyla yaptığı savaşı kazandı ve hiçbir
Süleyman Bey, Konya ile birlikte bütün orta Anadoluyu fethetti. 1075'te de mühim bir Bizans şehri olan İznik ve havalisini ele geçirerek İznik'e yerleşti.
Gazi Süleyman Beyin Anadoludaki fetihleri bütün İslam beldelerinde sevinçle karşılanmaktaydı. Sultan Melikşah da çok sevdiği Süleyman Beyin muvaffakiyetlerinden dolayı her vesileyle sevincini belli ediyordu.
Sultan Melikşah, 1077'de Gazi Süleyman Bey'i Anadolu sultanı olarak ilan etti. Böylece payitaht İznik olmak üzere Anadolu Selçuklu devleti tarih sahnesine çıkmış oluyordu.
Süleyman Şah, Bizansın içişlerine de karışıyor, desteklediği şahsı kral yaptırıyordu. Nitekim krallığını ilan eden Bizans kumandanı Botaniates'i desteklemiş ve bu kumandanın yanına iki bin asker vererek tahtı ele geçirmesine yardımcı olmuştu.
Askerlerine ve halka son derece iyi davranan ve adaletle iş ören Süleyman Şah gayr-i müslim yerli halkın da takdirini kazanmıştı. İç isyanlar ve kötü idare yüzünden perişan olan yerli halk, Süleyman Şah idaresinde huzur ve sükûna kavuşmuşlardı.
Bir yandan fetihler devam ederken, diğer yandan fethedilen topraklara Müslümanlar getirilip yerleştiriliyordu. Azerbaycan, Türkistan ve İran'dan onbinlerce Müslüman aile Anadoluya göçetmeye başlamıştı.
Süleyman Şah, Kapıdağı yarımada ile Çanakkale Boğazı'nın Asya sahillerini de ele geçirdi. İstanbul Boğazına kadar olan kısımlar daha önce ele geçirilmişti. Öyle ki Selçuklu orduları Üsküdar'a kadar gelmiş ve hasretle İstanbul'u temaşa etmişlerdi.
1081'de yapılan anlaşmaya göre, Selçukluların Marmara sahillerine kadar bütün Anadolu'ya sahip oldukları Bizanslılarca da kabul edilmiştir.
Süleyman Şah 1082 yılında Çukurova'ya girdi ve ilk önce Tarsus'u fethetti. 1083'te ise Adana, başta olmak üzere bütün Kilikya (Adana civarları) beldelerini hakimiyyeti altına aldı.
Süleyman Şah'ın en büyük arzusu Antakya'yı ele geçirmekti. Bu maksatla yola çıktı. Harekâtını gizli tuttu. 12 gün boyunca gündüzleri konaklamak ve geceleri yol almak suretiyle ordusunu ilerletti. 13 Aralık 1084 günü Antakya önlerine geldi ve ani bir hücumla şehri ele geçirdi. Şehrin büyük kilisesini camiye çevirdi. İlk cuma namazında 120 müezzin bir ağızdan Ezan-ı Muhammedi'yi okudu.
Süleyman Şah şehrin ahalisine çok iyi davrandı ve şehri baştan başa imar ettirdi.
Süleyman Şah Anadoludaki fetih harekâtını devam ettirdi. Kumandanlarını çeşitli bölgelere gönderdi. Bunlardan Buldacı Bey, 1085 başlarında Maraş, Elbistan, Göksun ve Besni kalelerini fethederek bu bölgeleri ele geçirdi.
Bu esnada Çaka Bey İzmir'i fethetmiş, İzmir Körfezinde büyük bir donanma kurdurarak Selçuklu Devletinin ilk deniz kuvvetlerinin kurucusu olmuştu.
Gümüştekin Bey ise Urfa ve Antep çevresini fethetmişti. 1085'e doğru bütün beylikler bir araya getirilmiş ve Anadolu'da kuvvetli bir devlet doğmuştu. Süleyman Şah Kurucusu olduğu devletin birliğini temin etmişti. 1105'e doğru bütün Anadolu Müslümanların eline geçmişti. Anadolu fâtihi Süleyman Şah, devlet idaresinde de maharetini göstermiş ele geçirdiği topraklara kök salmak için müslüman ahalinin Anadoluya yerleşmesini temin etmişti.
Süleyman Şah zaferden zafere koşarken, Sultan Melikşah'ın kardeşi Sultan Tutuş da saltanat hevesine kapılmış, Suriye'de bir devlet kurmak maksadıyla sağa sola saldırmaya başlamıştı.
Süleyman Şah, Sultan Tutuş'un bu hareketlerine dur demek maksadiyle ordusuyla birlikte Tutuş'un üzerine yürüdü. İki ordu 5 Haziran 1086'da Halep yakınlarında karşı karşıya geldi. Muharebenin en şiddetli safhasında bir kısım Türkmenler Süleyman Şah'ın safını terkederek karşı tarafa geçtiler. Bunun üzerine Süleyman Şah'ın ordusu bozuldu. Kendisi de muharebe meydanında vuruşurken şehid düştü. Cenazesi büyük bir cemaatle kılınan cenaze namazından sonra Halep kapısında defnedildi.
Anadolu fâtihi Süleyman Şah'ın şehadeti, Anadolu'da ve bütün Selçuklu beldelerinde üzüntüyle karşılandı.
Sultan Melikşah, Süleyman Şah'ın oğlu I.Kılıçarslan'ı İsfahan'a getirterek ihtimamla yetiştirdi.
Süleyman Şah'ın sağlam temeller üzerine bina ettiği devlet 1308'e kadar tarih sahnesinde kalmıştır.

Kaynak: Sevde.de

Mahir İdareci Nizamü'l Mülk



Nizamü'l Mülk, Büyük Selçuklu devletinin, idâri, malî ve askeri teşkilatını kuran ve kurduğu bu teşkilat bütün müslüman devletlerce örnek alınan, mahir bir devlet adamıdır.
Alp Arslan ve Melikşah devirlerinde (1064'ten vefat ettiği 1092'ye kadar) 29 yıl fasılasız devam eden vezirliği esnasında yaptığı icraatlarla bütün Müslümanların gönlünde taht kurmuş değerli bir âlimdir.
Asıl ismi Hasan olan Nizamü'l Mülk, 10 Nisan 1018'de Horasan'ın eski kültür merkezlerinden olan Tuş şehrine bağlı Nukan kasabasında doğmuştur. Babası Ali bin İshak, Gazne Devletinde vazife gören bir devlet memurudur.
Nizamü'l Mülk ve kardeşi, devrin meşhur fâkihlerinden Ebu'l Kasım Abdullah'ın yanında mükemmel bir tahsil görmüşlerdir. Öyle ki Nizam-ül Mülk henüz 11 yaşında iken Kur'an-ı Kerim'i ezberlemiş ve yine çok genç yaşta iken fıkıh âlimleri arasında zikredilir olmuştur.
Dinî ve edebî kültürü ile temayüz eden Nizam-ül Mülk idarecilikte de büyük muvaffakiyet göstermiştir. Babası ile birlikte Gaznelilerin maiyyetinde çalışmış, 24 Mayıs 1040'taki Dandanakan savaşından sonra Selçuklu hizmetine girmiştir.
Nizam-ül Mülk Belh valisi Ebu Ali bin Şadân'ın yanında bulunduğu esnada şehrin idaresinde gösterdiği maharetten dolayı tanınmış ve daha sonra Merv'de bulunan Alparslan'ın yanına gitmiştir. O tarihten sonra da Alparslan'ın yanından ayrılmamıştır. Alparslan Selçuklu tahtına oturur oturmaz Nizm-ül Mülk'ü kendine vezir tayin etti. Halife Kaim bin Amrillah tarafından kendisine "Nizam-ül Mülk", "Kıvâmü'd Devle ve'ddîn" lakapları verildi.
Nizam-ül Mülk, Malazgird muharebesi hariç (Alparslan tarafından her ihtimale karşı, memleketi idare etmek vazifesi ile Hemedan'a gönderildiği için iştirak edememiştir) Devletin bütün fütuhat muharebelerinde padişahlarla (Alparslan ve Melikşah) birlikte olmuş, cesareti ve isabetli kararları ile zafere giden yolu göstermiştir.
Devlet teşkilatında, askerî, idarî ve malî sahalarda yapmış olduğu yeniliklerle devletin sağlam temeller üzerine kurulması için çalışmış ve bunda da muvaffak olmuştur.
Kurmuş olduğu idari sistem bütün İslam ülkelerine ve Osmanlı Devletine örnek olmuştur.
Bu mahir idareci İslâmiyyeti gerçek yönüyle her tarafta anlatmak ve bâtıl cereyanların yayılmasını engellemek için kurmuş olduğu medreselerle de Devlete ve İslamiyyete büyük hizmetlerde bulunmuştur.
Fatımilerin yaymış olduğu Şiî-batınî düşüncelerin ve Hasan Sabbah'ın sapık fikirlerinin Selçuklu Devleti bünyesinde yer tutmaması ve İslam akidesinin halk tarafından her yönüyle öğrenilip yaşanması için gayret sarfetmiş ve bu maksatla medreseler kurdurmuştur. İsfahan, Bağdad, Basra, Nişâbûr, Herât, Belh, Âmul, Musul gibi mühim beldelerde kurulan "Nizamiye Medreselerinde tesbit edilen ortak bir eğitim programıyla değerli ilim adamları yetiştirilmiştir.
Nizamiye Medreseleri, sistemli bir şekilde kurulmuş olan ilk üniversite olarak tarihlere geçmiştir.
Nizam-ül Mülk'ün bu çalışmaları sayesinde Ehl-i Bid'anın propagandası kırılmıştır. Bütün çalışmalarının sonuçsuz kaldığını gören sapık görüşlü Hasan Sabbah, bu büyük devlet adamını ortadan kaldırmak için planlar yapmaktaydı. Nizam-ül Mülk 15 Ekim 1092'de bir Batınî fedaisi tarafından hançerlenmek suretiyle şehid edilmiştir. Nâaşı İsfahan'a getirilerek oradaki türbesine defnedilmiştir.
Örnek devlet adamı ve İslamiyyete ömrünü vakfetmiş büyük bir insan olan Nizamü'l Mülk asırlar boyu hatıralarda yaşamıştır. Nizamü'l Mülk'ün vefatından sonra oğullan ve torunları Selçuklu Devletine vezir olarak hizmet etmişlerdir.
Nizam-ül Mülk'ün "Siyasetnâme" isimli çok değerli bir de eseri bulunmaktadır.

Kaynak: Sevde.de

3 Mayıs 2011 Salı

Hal Dili - 3

Ya Şeytan İmanını Çalsaydı?
Bir gün adamın biri Sehl b. Abdullah Tüsterî k.s. hazretlerinin yanına gelerek,

- Evime hırsız girdi ve eşyalarımı alıp götürdü, diye şikâyette bulundu. O da,

- Allah Tealâ’ya şükret, eğer iman hırsızı olan şeytan kalbine girip de tevhid inancını bozsaydı o zaman ne yapardın?” dedi.

Kuşeyrî, Risâle

Duvarın Dibinde Beklerken
Evliyanın büyüklerinden Abdullah b. Mübarek k.s.’nin tevbe edip yüzünü Hakk’a dönmesinin sebebi bir cariyeye olan aşkı idi. Cariyeye öyle vurulmuştu ki yerinde duramıyordu. Bir kış gecesi gidip, kadının duvarı dibinde sabaha kadar onu bekledi. Arada bir dışarı çıktığında kadını görebiliyordu.

Bütün gece kar yağmıştı. Sabah ezanı okununca yatsı ezanının okunmakta olduğunu sandı. Ortalık aydınlanınca durumun farkına vardı. Kendi kendine:

– Yazık sana Abdullah, utan! Sırf nefsinin hevesi için böyle bir gecede sabaha kadar ayakta dikildin durdun. Eğer imam namazda uzun bir süre okusa deli olursun, dedi.

Bu üzüntüyle tevbe etti. Kendini ibadet ve taate verdi. Nihayet öyle bir dereceye ulaştı ki, bir gün bağa giden annesi, onu bir ağacın altında uyurken bir yılanın ağzına bir nergis yaprağı alıp sinekleri ondan uzaklaştırdığını gördü.

Tezkiretü’l-Evliya

Semerkand Dergisi Mart 2011 Sayısı

Hal Dili - 2

Sultan’ın Denize Atılan Yüzüğü
Kanunî Sultan Süleyman bir gün boğaz gezisi yaparken, kayığını Beşiktaşlı Yahya Efendi dergâhının tarafında kıyıya yanaştırıp Efendi hazretlerini de yanına davet etmişti. Yahya Efendi k.s. da beraberinde nur yüzlü bir zatla geldi.

Boğazda seyir halinde olan kayıkta Kanunî ile Yahya Efendi birbirleriyle tatlı bir sohbete başladılar. Fakat misafir zat bu sohbete katılmamıştı ve sürekli padişahın parmağındaki pek kıymetli yüzüğe bakıyordu. Durumu fark eden Kanunî yüzüğünü çıkarıp o zata verdi. Ancak o zat yüzüğü aldığı gibi denize fırlattı. Sultan buna içerlediyse de Yahya Efendi’nin hatırına bir şey demedi.

Gezi nihayete erip kıyıya yanaştıklarında, o zat eğilip denizden bir avuç su aldı ve kendisine hayretle bakan Kanunî’ye uzattı. Zatın elinde az evvel fırlattığı yüzüğünü gören Kanunî yüzüğünü aldı. Bir şeyler diyecekti ki, o nur yüzlü zat hızla yanlarından uzaklaşıp gözden kayboldu. Sultan iyice şaşırmıştı.

Yahya Efendi, mütebessim bir şekilde izah etti:

– Sultanım! Bu zat görmeyi epeydir arzuladığınız Hızır Aleyhisselam idi, dedi.

Osman Nuri Topbaş, Abide Şahsiyetleri ve Müesseseleri ile Osmanlı


Kanunî ve Karıncalar
Müderrislik, kadılık, kazaskerlik vazifelerinden sonra şeyhülislâmlık da yapan büyük âlim Ebussuûd Efendi, Kanunî Sultan Süleyman döneminin büyük şahsiyetlerinden biridir.

Bir gün Kanunî Sultan Süleyman, sarayın bahçesinde armut ağaçlarını kurutan karıncaların telef edilmesi için Şeyhülislâm Ebussuûd Efendi’den aşağıdaki beyitle fetva istedi:

“Dırahta ger ziyân etse karınca / Zararı var mıdır ânı kırınca?”

Yani: “Eğer ağaca karınca zarar verse, onu öldürmek caiz midir?” diye sordu.

Padişahın bu fetva talebi üzerine, Ebussuûd Efendi de şöyle bir beyitle cevap verdi:

“Yarın Hakk’ın dîvânına varınca / Süleyman’dan hakkın alır karınca!”

Bir karıncayı bile incitmekten çekinecek kadar mükemmel bir manevi terbiyeden geçmiş bulunan Kanunî hem dirayetli bir kumandan, zeki ve teşkilatçı bir devlet adamı ve hem de alim ve edip bir şahsiyetti.

Abide Şahsiyetleri ve Müesseseleri ile Osmanlı

Semerkand Dergisi Mart 2011 Sayısı

Hal Dili - 1

Üç Binek

Bir defasında İbrahim b. Edhem k.s. hazretlerine:

– Zamanınızı nasıl geçiriyorsunuz, diye soruldu. Dedi ki:

– Elimin altında üç bineğim var.

• Bir nimete kavuştuğum zaman şükür bineğine binerek onu karşılarım.

• Bir bela ortaya çıkınca sabır bineğiyle onu karşılarım.

• İbadet anında ise, ihlâs bineğine biner onu öyle karşılarım.

Feridüddîn Attar, Tezkiretü’l-Evliya


Üç Şükür
Şükür üç kısma ayrılır:

• Dil ile şükür: Bu, kulun Allah Tealâ’nın hükmüne boyun eğip teslim olarak, sahip olduğu nimetleri O’nun lütfettiğini bilmesi ve şükretmesidir.

• Beden ve azalar ile şükür: Bu ise, kulun nimeti veren Rabbine karşı vefakâr olup, O’nun yolunda hizmet ve O’na kulluk etmesidir.

• Kalp ile şükür: Bu da, nimeti verene karşı hürmet ve edebi muhafaza ederek, kalbini sürekli nimeti vereni müşahedeye bağlamaktır.

Kuşeyrî, Risâle

Semerkand Dergisi Mart 2011 Sayısı