18 Mart 2011 Cuma

İstanbul’da Boğa Güreşine 300 Lira Rüşvetle İzin Vermiştik


Türkiye’de 1908’deki II. Meşrutiyet’in ilanından sonra özgürlük ortamı genişlemiş, daha önceleri yasak olan birçok uygulama, ülkeye girme fırsatı bulmuştu.

Eski yasaklardan biri de, boğa güreşiydi. II. Abdülhamid’in mutlakiyet idaresi zamanından bazı yabancılar İstanbul’da boğa güreşi turnuvaları düzenlemek istemişler, ama izin alamamışlardı. Meşrutiyet sonrasında, 1910 Mayıs’ında izinlerin verilmesi üzerine bazı yabancı organizatörler tarafından Beyoğlu’nda birkaç gösteri düzenlendi. Ama İstanbul basını “kanlı” oldukları gerekçesiyle gösterilere karşı çıktı ve gazetelerde çok sayıda eleştiri yazıları yayınlandı. Yazarlar, “Bu vahşete son verilmelidir” diyorlardı. Mesela, İkdam Gazetesi’ndeki yazıda, şöyle deniyordu:

“İspanya’da bile nefretle karşılanan, Paris, Londra, Berlin gibi medeni merkezlerde kesinlikle uygulama alanı bulamayan boğa güreşinin İstanbul’da yapılmasına izin verildiğini işittiğimizde bir türlü inanmak istememiştik. Bu izni veren yetkili makam acaba güreşler hakkında bilgi sahibi değil midir? Bu izin yüzünden İstanbul’da feci ve dehşetli manzaralar yaşanıyor. Zavallı hayvan mızraklarla, kamalarla, bin türlü eziyetle öldürülünceye kadar kanlar içinde bırakılıyor. Şehrimizin bu kanlı oyunlardan kurtulmasını talep ediyoruz.”

Gazetelerde bu tür yazılar artınca, boğa güreşleri İçişleri Bakanı’nın emriyle yasaklandı. Fakat, organizasyonu yapan kumpanyaya izin verenler bazı yükümlülüklerin altına girmişlerdi. Mesela, kumpanya boğa güreşine ruhsat alabilmek için belediyeye el altından 300 lira vermişti ve güreşler yasaklanınca zararın tanzim edilmesini istediler.

Kumpanyanın ısrarı üzerine güreşler yeniden başladı, ama gazeteler eleştirilerine devam ettiler. Hedefte bu defa ruhsat karşılığı olarak 300 lira aldığı idea edilen belediyenin 6. Dairesi bulunuyordu. Belediye ideaları yalanladı. Basın işin üzerine gitti. Halktan gelen şiddetli tepki yüzünden gösteriler yeniden yasaklandı. İstanbul’da bir daha boğa güreşi yapılmadı ve 300 lira konusu da unutuldu.

Mehmet Güntekin (HaberTürk Tarih – Sayı: 40 – 27.02.2011)

Aylıkları Ödeyebilmek İçin Karısından Borç Alan Padişah

Osmanlı hükümdarı III. Mustafa, 1757’de tahta çıktı. Sarayda dünyaya kapalı bir ortamda yetişmesine rağmen iktisadi ve siyasi gelişmeleri çok iyi takip edebiliyordu. İmparatorluğun geleceği için “batılılaşmanın” gerekli olduğuna inanmış ve ordunun yeniden yapılanmasından bütçenin dengelenmesine kadar birçok alanda reformlara girişmiştir. Tahta çıktığında, imparatorluk eski senelere göre daha iyi durumdaydı. III. Mustafa bundan faydalanmasını bildi, hazineyi iyileştirdi, bütçe açıklarını kapadı, derebeylerinden “imdadiye” adında bir vergi topladı ve paranın ayarını düzeltti. Onun devrinde hazine son 30 yılın en iyi halini almıştı.

Batılılaşma, orduda yenilik ve hazinenin güçlü olmasının gerekliliği kadar, kuzeydeki Rus tehdidinin de bir an önce sona ermesinin şart olduğuna inanıyordu. Bunun için Avrupa’da kuvvetli bir müttefik aramaya başladı ama daha bulamadan Rusya’ya savaş ilan etmek zorunda kaldı. Savaşın gerekçesi, Rusya’nın Lehistan’ın içişlerine karışmaya başlamasıydı.

Savaş altı sene devam etti ve Osmanlı tarafının yenilgisiyle sonuçlandı. Hazine boşaldı, ordu dağıldı ve III. Mustafa’nın ölümünden altı sonra, 17 Temmuz 1774’te Osmanlı İmparatorluğu yenilgiyi resmen kabul etmiş, Kaynarca Antlaşması’nı imzalayıp toprak ve tazminat vermek zorunda kalmıştı.

Osmanlı-Rus savaşının beşinci yılında son derece ilginç bir olay yaşandı. Savaşın sebep olduğu büyük harcamalar yüzünden boşalan hazine, askerin aylıklarını bile ödeyemeyecek hale gelince, III. Mustafa, oğlu III. Sultan Selim’in annesi Mihrişah Valide Sultan’dan borç istedi ve senetle 237 kese 55 kuruş altın aldı.

Ancak padişah 1774’ün 21 Ocak’ında aniden ölüverince savaşın sonunu göremedi ve karısına olan borcunu da ödeyemedi. Dolayısıyla Mihrişah Valide Sultan padişaha verdiği borcu geri alamadı ve bu hadiseden bugüne, III. Mustafa’nın şimdi Topkapı Sarayı Arşivi’nde saklanan borç senedi kaldı.

Artin Bogosian (HaberTürk Tarih – Sayı:42 – 13.03.2011)

İspanya’daki 8 Asırlık İslam Hakimiyeti Son Müslüman Hükümdarın Çektiği Bir “Aaah!” İle Son Buldu



Müslümanlar İberya yarımadasında 800 yıl kaldılar. O sırada “Endülüs” adını taşıyan İspanya, sahipleri savaşta Kuzey’e Asturias dağlarına sürülmüşlerdi. 8 asır sonra geri gelerek “Reconquista” adı altında İspanya’yı geri aldılar.

Sarayın Dört Duvarında Yazılı

Fetih sırasında savaştan dönen ordu başşehre giriyordu. Arabaların, atların, alkışların, haykırışların arasında hükümdarın atı tüm ihtişamı ile ilerliyor, çığırından çıkmış halk “Ya muzaffer melik, ya galip hükümdar” diye ortalığı çınlatıyordu. Melik bir an durakladı. Atının dizginlerini çekti, yüzünü göğe çevirdi ve “La Galibe İllallah” dedi. “Allah’tan başka galip yoktur” demek istiyordu. Bu sözü o sırada inşaatı sona ermekte olan büyük sarayın her yanına yazdılar. Üç kelimeden ibaret olan “La Galibe İllallah” cümlesi Elhamra Sarayı’nın duvarlarını çepeçevre kuşatarak sonsuza dek sürecek bir mesaj niteliği kazanıyordu.

Bir zaman sonra Endülüs Müslümanları’nın son şehri Granada da düşüp Elhamra Sarayı, Aragon krallarının eline geçti. Aradan 400 yıl daha geçti. Bir sonbahar günü kültürel etkinlikler ve bir konser için şimdi müze olarak kullanılan Granada Sarayı’na gelen bir Türk kültür grubunun üyeleri “La Galibe İllallah” yazısını okudular.

El Hamra Sarayı Aslanlı Avlu

Gemileri Yaktırdı

Müslümanlar İspanya’da 800 yıl kalmışlardı. Efsane kumandan Tarık bin Ziyad’ın emrinde 4 gemi ve 7 bin mücahitle denizi geçerek 711’de Avrupa’ya ayak basan Arap orduları, burada karşılaştıkları Vizigot Kralı Rodrigez’i, Rio Barbeta savaşında Suriye’den gelen kuvvetlerle yenilgiye uğrattılar. Tarık günümüze de kendi adı ile anılan boğazı geçtikten sonra askerlerin geri dönüş ümidini kırmak için gemileri yaktırmış ve “Ey mücahitler, arkanızda düşman gibi bir deniz, önünüzde deniz gibi bir düşman var, dönüş yoktur ki, iki seçenek vardır, ya ölüm yada zafer” demiş.

8 veya 10 gün süren İberya Yarımadası’nda son ulaştıkları nokta, kuzeybatıda Poitier şehridir. 10 Ekim 732 tarihinde burada Charles Martel komutasındaki Franklar’a yenilen Araplar, Avrupa’da Poitier’den öteye geçemediler ancak 21 yıl içinde ele geçirdikleri İspanya’da 8 asır kaldılar.

Üniversiteleri Etkilediler

O çağda Arap siyasi gücünün merkezi olan Suriye, Abbasi iktidarının eline geçtikten sonra İspanyol toprağında devam eden Emevi saltanatının bu ülkeye parlak bir uygarlık getirdiği görülmektedir. Müslümanlar başta Elhamra Sarayı olmak üzere, Kurtuba Camii, Medinet el Zehra, Saragosa Camii, Almeira ve Malaga kaleleri, Real Manastırı, Alkazar Sarayı, Sevilla Kulesi ve Toleda Çeşmesi gibi eserler inşa ettiler. Latin tarihlerinin gururla andığı İbni Rüşt, Meymunides ve İbni Bace gibi filozoflar burada yetişti. “Tıbb-ı Nebevi” kavramı güneybatı Fransa’daki tıp çevrelerinde ve üniversitelerde etkisini gösterdi. Bu alanda bugün dahi izleri görülen bir “İslami tıp” ekolü doğdu.

Kurtuca Camii tavanı

Kitaplarla Tartıştılar

Endülüs felsefesi çok ileri bir noktadaydı. Latinlerin “Avveroes” adını taktıkları 1126 doğumlu İbni Rüşt, bu alanda önde geliyordu. Felsefe tarihçileri dünyanın, yaratılış ve yaşamın sırlarını çözme yolunda pek ileri noktalara varan İbni Rüşt’ün, Fransız Rene Descartes’i etkilediğini yazarlar.

İslam düşüncesinin ünlü ismi İmamı Gazali, 9. yüzyılda İbni Rüşt’e karşı çıkmıştı. Bağdat’ta yazdığı “Tehafütü’l-felasife” isimli kitabı ile İbni Rüşt’ü eleştiren Gazali “felsefenin İslam’da yeri olmadığını” ileri sürüyordu. İbni Rüşt buna başka bir kitap ile karşılık verdi. Tartışma o devirde İslam dünyasını ikiye ayırdı. Gazali, “kainatın sırlarını çözmek için insanın akıl ve mantık yerine ‘tahassüsat’gücünü kullanması gerektiğini ileri sürüyordu. Tahassüsat, göksel mesajlar ve kalbe dolan sezgi gücüydü.

Bazı bilim adamları İbni Rüşt’e bazıları Gazali’ye hak verdiler. Tartışma uzun yıllar sürdü. Sonraki dönemde Endülüs tesirindeki Fransız filozoflar da tartışmaya katıldılar.

Endülüs’ün Acıbademi

Endülüs uygarlığı, temelde maddi bir uygarlıktı. Bir dine dayalı ancak daha çok dünyaya dönüktü. Teknolojide çağına göre başarılıydı. İspanya’da inşa ettikleri su kanalları asırlarca bölgelerin su ihtiyacını karşılamıştı. Endüstri ileriydi, özellikle de tekstilde büyük aşamalar kaydedilmişti. Yaşam biçimleri farklıydı. Mutfakları renkliydi. Arabistan’dan çıkma mutfak gelenekleri batıda büyük zenginlik kazanmıştı. Bugün her şekerci dükkanında bulunan acıbadem kurabiyesi, Endülüs icadıydı. Gitar da Granada’da ortaya çıkmıştı. Endülüs müziğinde Arap etkisi vardı. Granada’da bir kadınlar korosu çok meşhur olmuştu.

Endülüs Emevi uygarlığı, 1492’de son buldu. Kral Ferdinand ve Kraliçe İsabella, İspanya’da Müslümanların elinde kalan Granada’ya bir sefer düzenlediler ve 1492’de Granada teslim oldu.

Kurtuca Camii içinden bir kesit


İşkenceden Geçirdiler

Teslim şartlarını görüşmek için bir komisyon toplanmıştı. Halkın görüşmelerden haberi yoktu. Herkes olağan bir barış antlaşması konuşuluyor zannediyordu. 15 gün sonra bir sabah Kardinal Jimenez, Elhamra Sarayı’nın üzerine haçı diktiğinde gerçeği öğrendiler. İspanya elden gitmişti. Bir anda Granada sokakları protesto gösterilerine sahne oldu, insanlar aldatıldıklarını anlayarak çileden çıktılar. Halkın öfkesi günlerce sürdü, fakat sonuç alamadılar. Artık İspanyolların elinde esir olmuşlardı. Bir süre sonra Katolik olmaya zorlanacaklar, olmayanlar engizisyonda geçen büyük işkencelere uğrayacaklardı.

1492 yılından sonra İspanya topraklarında Müslüman olmak veya Müslüman gibi düşünmek, büyük bir suçtu ve cezası ağırdı. Müslümanlar İberya’yı terk etmek zorunda kaldılar ve Museviler de artık İspanya’dan ayrıldılar.

Hükümdarın Çıktığı Tepeye “Arab’ın Son Ahı” Adını Verdiler

1492’deki yenilgiden sonra İspanya’dan kaçmak üzere sahillere yığılan Müslümanlar, o sırada daha devlet hizmetine girmemiş olan Türk denizcisi Barbaros Hayrettin tarafından ücretsiz olarak Kuzey Afrika’ya taşınmıştı. Müslümanlarla birlikte İberya’dan çıkarılan Yahudiler de Osmanlı toprağına taşındılar. Sultan II. Bayezid, Yahudileri Selanik’e yerleştirdi.

Müslümanların son kalesi olan Granada düştükten sonra Elhamra Sarayı da İspanyolların eline geçmişti. Sarayın son sahibi olan Nasıri hükümdarı 12. Muhammed, bir sabah ailesi ve yakınları ile sarayı terk etti. Uzaklaştılar ve bir tepenin üzerine çıktılar. 12. Muhammed geri dönerek terk ettiği sarayına son bir defa daha baktı ve derin bir “Aaah!” çekti. Bu tepe daha sonra “Ultimo suppiro del Moro” yani, “Arab’ın son ah tepesi” adını aldı ve bugün de aynı isimle anılıyor.

Hükümdar, sarayından ayrılırken ağlıyordu. Yanında bulunan annesinin “Vaktiyle erkek gibi koruyamadığın ülken elinden giderken kadınlar gibi ağlıyorsun” demesi de tarihlere geçti.

Nezih Uzel (HaberTürk Tarih – Sayı:42 – 13.03.2011)