29 Haziran 2011 Çarşamba

Osmanlı'nın Hukuk Anlayışı


Ayasofya Vakıfları'na ait dükkanların kira bedelleri vakıf tarafından bir miktar yükseltilmişti. Kiracılar itiraz edip mütevelliler kanalıyla Kanuni Sultan Süleyman'a müracaat ettiler: "Vakfın son derece zengin olduğunu, dikkanların mevcut gelirinin giderlere fazlasıyla yettiğini, kira bedellerinin artırılmasına gerek bulunmadığını" öne sürdüler.

Kanuni, mütevelli heyeti dinledikten sonra, kira bedellerinin bu senelik yükseltilmemesi için ferman verdi. Heyet, padişah fermenını güle oynaya Şeyhülislam Ebussuud Efendi'ye götürdü. Zira "gereğinin yapılması" kaydıyla fermanı kadılara götürme görevi ona aitti. Ebussuud Efendi, fermanı okur okumaz itiraz etti:

- Bunu tamim etmem. Padişah fermanı ile kira tesbiti yapılamaz. Zira padişahın emriyle nameşru olan şey meşru olmaz; haram olan nesne, fermen ile helal olmaz. Bu hususlarda emr-i şer'i şerif budur.

Durum padişaha arz edildiğinde koca Kanuni boynunu büktü: "Şeyh'in sözü haktır!" dedi.

Osmanlı Devleti'ni, kendi çağının önderi ve örneği yapan şey, işte bu kılı kırk yaran hukuk anlayışıydı. Hukuka önce padişahların uyma zorunluluğu vardı.

Kaynak: Nesil 2011

27 Haziran 2011 Pazartesi

Çin İmparatoru Yerine Yanlışlıkla Bağdat Valisi’ne Çekilen Telgraf

Osmanlı’nın son yıllarında yoksulluğunda ve kıtlığın yol açtığı sosyal bunalım, doğu bölgelerinde batıya oranla daha fazla hissedilmekteydi. Gıda temininde zorlanan halkı yerlerinden edip batıya doğru göçe zorlayan o günlerin psiko-sosyal havası, Ahmet Hilmi Bey’in I. Dünya Savaşı yıllarını anlatan hatıralarına şöyle yansımıştır:

“Kış ayları başlarken harbin doğurduğu sıkıntılar, yavaş yavaş hissolunmaya başlamıştı. Şark (doğu) cephesinde iaşe ve erzak darlığı her gün biraz daha artıyordu. Hayat pahalılığı her yerde süratle ilerliyordu. Şeker, çay ve kahve ender bulunan maddelerden olmuştu. Şark vilayetlerimizin kısmen istilaya uğraması yüzünden bura memurları ve ahalisinden bir kısmı garba (batıya) çekilmek zorunda kalmışlardı. Bunların ilk merhalesi Sivas oluyor, vaziyetin inkişafını (gelişmesini) bekleyerek Sivas’ta oturuyorlardı. İaşe ve iskan meselesi, gittikçe güçleşiyordu.”

Osmanlı’nın son dönemlerinde yetişen ve devlet adamlığının yanı sıra edebiyatçılığı ve entelektüel kişiliğiyle de tanınan Süleyman Naif, iaşe sorununun had safhada olduğu bu tarihlerde Bağdat valisi idi. Bir gün 3. Ordu Kumandanı Hafız İsmail Paşa’dan bir telgraf aldı. Telgrafta, “130 ton şekerle 13 ton çayı hazırlayarak 24 saat içinde orduya sevkediniz” deniyordu.

Telgrafta yazılanlara oldukça şaşıran Nazif’in cevabı, “Çin İmparatoru’na yazılması gerekirken yanlışlıkla valiliğe çekilen telgrafınız okundu. İşimiz mahşere kalmıştır!” oldu.

Kaynak: Kemalettin KUZUCU (HaberTürk Tarih – 14.Kasım.2010 – Sayı:25)

Padişahın Hemşehrisi Olan Söğütlü Aşiret Askerleri


Güvenliğine aşırı derecede dikkat eden II. Abdülhamid, kendisini “hemşehrilerim” diye hitap ettiği Söğüt’ten gelen askerlere emanet etmişti.

Amcası Sultan Abdülaziz’in bir darbe ile devrilip şüpheli bir şekilde can vermesinden hemen sonra ağabeyi V. Murad’ın da tahtından indirilmesi, Abdülhamid’i son derece vesveseli yapmıştı. Herkesten ve her şeyden kuşku duyardı. Bu yüzden sıradan muhafızlara da güvenmemiş ve güvenliğini kendi kurduğu özel bir bölüğün sağlamasını istemişti.

Yıldız Sarayı’nda üslenmiş olan bölükteki askerler Söğüt, Bilecik ve Eskişehir havalisine yerleşmiş eski Türk kabilelerinden olan ve mertlikleri, cesaretleri ve dürüstlükleriyle tanınan “Karakeçeli” aşiretinin mensuplarıydılar. Osmanlı hanedanının bağlı olduğu Kayı boyunun da Karakeçeli aşiretinden geldiğine inanılıyordu. Dolayısıyla, padişah ve muhafızları akraba sayılıyorlar ve II. Abdülhamid, Karakeçeliler’e son derece güveniyor ve her gece yatak odasının kapısında bile Karakeçeli aşiretinden bir muhafız tutuyordu.

Süvari bölüğünün adı, “Söğüt Ertuğrul Alayı” idi. 1899 yılında, alaya 30 yeni muhafız alınması gerekti. II: Abdülhamid, asker seçimini yapacak olan sarayın “baştüfekçisi” Tahir Paşa’ya verdiği talimatta, yeni muhafızların taşımaları gereken özellikleri şöyle sıralamıştı:

“Muhafızlar, Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi’nin babası Ertuğrul Gazi ile Söğüt’e gelmiş ailelere mensup, yakışıklı ve uzun boylu olmalıydılar. Sakal konusu önemli değildi, sakallı olanlardan traş olmaları istenmeyecek ama sakallarını bakımlı tutmalarına dikkat edilecekti. Ata çok iyi binmeleri gereken bu askerler, orduda görev yapanlardan yahut ihtiyat sınıfına ayrılmış olanlardan seçilebilirdi. 1897 Osmanlı-Yunan savaşına katılanlar, özellikle tercih edilecekti. Askerlerin arasında, ileride subaylığa yükselebilecek kabiliyete sahip olanların bulunması da gerekiyordu. Seçilecek bu 30 askerin iyi ahlak taşımaları ve beş vakit namaz kılmaları şarttı.

Askerler padişaha sadakatle hizmet edecek, her ne suretle olursa olsun başkalarının sözlerine kanmayacak ve padişahın emirlerini son nefeslerine kadar tutacakları konusunda Ertuğrul Gazi’nin Söğüt’teki türbesinde yemin edecekti. Alaya katıldıktan sonra memleketlerine dönmek isteyenler 3 senelik hizmetten önce izin alamazlardı. Hizmete devam etmek isteyenlerin rütbeleri yükseltilecek ve jandarma birliklerinde görevlendirileceklerdi.”

II. Abdülhamid’in seneler boyu başkatipliğini yapmış olan Tahsin Paşa, hükümdarın Söğütlü askerlerden “Benim öz hemşehrilerim” diye bahsettiğini yazıyor.

Kaynak: Nefise GERMİYANLI (HaberTürk Tarih – 08.Mayıs.2011 – Sayı:50)

25 Haziran 2011 Cumartesi

Sevgi Kaşıkları


Bir gün sormuşlar ermişlerden birine:
- Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?
- Bakın göstereyim, demiş ermiş. Önce sevgiyi dilden gönüle indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine. Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasından da, derviş kaşıkları denilen bir metre boyunda kaşıklar. Ermiş:
- Bu kaşıkların ucundan tutup şöyle yiyeceksiniz, diye bir de şart koşmuş. 
- Peki, demişler ve içmeye teşebbüs etmişler. Fakat o da ne? Kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü döküp saçmadan götüremiyorlarmış ağızlarına. En sonunda bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan. Bunun üzerine:
- Şimdi, demiş ermiş. Sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe. 
Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen ışıklı insanlar gelmiş oturmuş sofraya bu defa. 
- Buyurun, deyince her biri uzun boylu kaşıkları çorbaya daldırıp, sonra karşısındaki kardeşine uzatarak içmişler çorbalarını. Böylece her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar sofradan. 
- İşte, demiş ermiş. Kim ki hayat sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse o aç kalacaktır. Ve kim kardeşini düşünür de doyurursa o da kardeşi tarafından doyurulacaktır. Şüphesiz şunu da unutmayın; hayat pazarında alan değik veren kazançlıdır her zaman.


Yıl 1910


Fransızlar yeni buluşları olan uçağı tanıtmak için çeşitli uluslardan katılımcıları davet ederler. Herkes böyle bir icadın gerçekleşmiş olması nedeniyle şaşkın ve meraklıdır.

Dönemin Osmanlı heyetine de katılımcı için haber gönderilir. Heyet, icatlara oldukça meraklı olan Ali Rıza Paşa'yı gönderelim, o meraklıdır der. Ve herhal saraya çağırılır. Kendisine Fransızların buluşundan bahsedilir ve Osmanlı'yı temsilen gitmesi istenir. Ali Rıza Paşa, "Bunu biz yapmalıydık" der ve içinden hayıflanır. Yalnız derler paşaya davet 2 kişilik, yanına bir kişi daha al onu da sen belirle. Ali Rıza Paşa, biraz düşünmüş ve bir delikanlı var onu götüreyim demiş.

Ali Rıza Paşa ve delikanlı Paris'in yolunu tutmuşlar. Paris'te otele yerleşmişler. Ve buluşun gösterileceği yerde kalabalık meydan ve pist herkes merakla bekliyor. Derken pilot hazırlıklarını yapıyor. Bir tane mont giyiyor, bir de gözlük takıyor. Uçak havalanıyor. Parendeler, taklalar, manevralar müthiş bir gösteri. Piste iniyor. Pilot, alkışlar arasında iniyor uçaktan. Herkes kıskanç ama şaşkın.

Pilot, bir yetkili, bir gönüllü istiyor. Pilotun arkasında ona eşlik edebilecek cesareti olan biri. Bizim delikanlı atılıyor. Ben ben... Tamam, deniyor ve delikanlıya gözlük ve mont veriliyor. Delikanlı, montu giyiyor, gözlüğü takıyor. Kalabalıktan sıyrılmak üzere iken Ali Rıza Paşa kolundan tutuyor: "Boşver, sen binme, bırak başkası binsin" diyor. "Neden" diye soruyor delikanlı. "Birşey mi hissettiniz?" "Yok, sen yine de binme evlat" diyor paşa. derken başkası biniyor uçağa. Uçak havalanıyor.

Delikanlı tepkili Paşa'ya. Parendeler, manevralar derken uçak alev topuna dönüyor ve piste çakılıyor ikili. Delikanlı Paşa'ya bakıyor hayretler içinde. Paşa mağrur ve mutlu bir insanı kurtardığı için. Ama bir başkası için, kurtardığı bir insan değildi. Bir ulustu...

Çünkü delikanlı Mustafa Kemal Atatürk'tü...

Hazırlayan: Sunay Akın

Dert Ağacı


Eski çiftlik evini restore etmek için tuttuğum marangoz, işteki ilk gününü zorlukla tamamlamıştı. Arabasının patlayan lastiği onun işe bir saat geç gelmesine neden olmuş, elektrikli testeresi iflas etmiş ve şimdi de eski püskü pikabı çalışmayı reddetmişti. Onu evine götürürken yanımda adeta bir taş gibi oturuyordu.

Evine ulaştığımızda beni, ailesiyle tanıştırmak için davet etti. Eve doğru yürürken küçük bir ağacın önünde kısa bir süre durdu, dalların uçlarına her iki eliyle dokundu.

Kapı açıldığında, adam şaşırtıcı bir şekilde değişti. Yanık yüzü tebessümle kaplandı, iki küçük çocuğunu kucakladı ve eşine kocaman bir öpücük verdi. Daha sonra beni arabaya yolcu etmeye geldiğinde; ağacın yanından geçerken merakım daha da arttı ve ona eve giderken gördüğüm olayı sordum:

- O, benim dert ağacım, dedi. Elimde olmadan işimde bazı sorunlar çıkıyor, ama şundan eminim ki o sorunlar evime, eşime ve çocuklarıma ait değil. Bunun için bu sorunları her akşam eve giderken o ağaca asıyorum. Sabahları tekrar onları oradan alıyorum. Ama komik olan ne biliyor musun? Ertesi sabah onları almaya gittiğimde, astığım kadar çok olmadıklarını görüyorum.

Üzüntüyle geçen her dakikanızın, mutluluğunuzdan çalınmış 60 saniye olduğunu hiç unutmayın...

Emerson

Ortaçağın Bilgisayarına "Usturlab" Derlerdi


Müzelerde mutlaka rastlamış olmalısınız. İrice bir cep saatini andırır. Saatten farkı ince ama kat kat dairelerden meydana gelmesi ve dairelerin üzerinde garip çizimlerin yeralmasıdır.

Bu öyle bir alettir ki, akla gelen neredeyse her işe yarar. Gök cisimlerinin bulundukları yerlerden geceyle gündüzün uzunluğuna, namaz saatlerinin belirlenmesinden dağların yüksekliğinin yahut kuyuların derinliğinin hesaplanmasında bile kullanılır, üstelik kağıtla kaleme de ihtiyaç bırakmaz.

İsmi, "Usturlab"dır. Ortaçağ boyunca İslam dünyasının bilgisayarı olmuş, asırlarca kullanılmış, zamanla yerini yeni buluşlara bırakmış ve bilim tarihindeki makamına yan gelip oturmuştur. Bugün müzelerde, geçmişin yüzyıllarca kullanılmış en gelişmiş aletlerinden biri olarak teşhir edilmektedir.

Temeli, gök küresinin bir düzlem üzerine izdüşümü idi. Bu izdüşümü çapı 10 ile 19,5 cm. arasında değişen daire şeklindeki disklere çizilmiş; diskin üzerine yerleştirilen diğer dairelere güneşin, ayın ve yıldızların konumları işaretlenmişti.

Kullanılması gerçi büyük maharet isterdi ama alışanlar için çocuk oyuncağıydı. Kutup noktası merkez alınır, ana disk gök yarımküresi farzedilir, mesafe hasapları yahut yön bulma işlemleri diskten gerçeğe uyarlanırdı. Hatta, gök cisimlerinin birbirine uzaklığı ve boyutları bile hep usturlabla hesaplanırdı.

Usturlab gerçi ortaçağ İslam bilginlerinin geliştirdiği en önemli astronomi aracıydı ama, sadece İslam aleminde değil, bütün dünyada kullanıldı. Endülüs yoluyla Avrupa'ya taşındı, batılı gezginlerin de başucu aleti oldu ve tarihi değiştiren keşifler onun sayesinde başarıldı.

Kaynak: HaberTürk Tarih - 08.05.2011 - Sayı:50

20 Haziran 2011 Pazartesi

Nereye Gömeceğim?



Mete Han Çin ordusu ile karşı karşıya gelmiştir. Etrafı gözetmek için veziriyle bir tepeye çıkar ve bakar ki, Türk ordusu Çin ordusu karşısında bir avuç karınca gibi duruyor. Veziri Mete'nin geri çekiliceğini düşünerek Mete'ye sorar:

- Ne düşünüyorsunuz efendim?

Mete Han vezirine dönerek :

- Bu kadar Çinliyi ben nereye gömeceğim ?

...Alıntıdır...

18 Haziran 2011 Cumartesi

İlk Bilgisayar Programı - Ada Byron Lovelance


10 Aralık 1815 yılında Londra'da doğdu. Şair baba ve matematiğe düşkün anneden olan Ada Lovelace (Augusta Ada Byron ), 13 yaşındayken uçan bir makine tasarlayıp, hesapladı. 17 yaşında matematik ve teknoloji üzerine çalışmaya koyuldu. 1840 yılında Augustus De Morgan'dan matematik dersleri almaya başladı.

İngiltere'de 1832 yılına kadar kadınların bilimsel tartışmalara katılmalarına izin verilmediği ve akademik yayın yapmalarının uygunsuz görüldüğü bir dönemde, kadın olduğunun belli olmaması amacı ile isminin baş harfleri olan "A.A.B."yi kullanarak, bilgisayar sistemleri üzerine bilimsel bir dergide ilk akademik yayını yapan öncü kadın Ada, 1835 yılında Lord Lovelace ile evlendi ve bu evlilikten 3 çocuğu oldu.

Mekanik bir bilgisayar tasarlayan İngiliz Charles Babbage'ın makinesi üzerine yazılmış bir Fransızca makaleyi tercüme ederek İngiliz mühendise gönderdi. Bundan etkilenen Babbage, Lovelace Kontesi Ada'dan söz konusu makaleye kendi notlarını da eklemesini istedi. Ada, çevirdiği makalenin üç katı uzunluğuna erişen kendi orijinal notlarını Babbage'a gönderdi ve aralarında yoğun bir iletişim başladı.  Leydi Lovelace'a göre bu tür bir makine uygun şekilde programlanırsa karmaşık müzik eserleri bestelemek, grafik üretmek ve karmaşık matematiksel problemleri çözmek için kullanılabilirdi. Ada Lovelace, Babbage'a gönderdiği mektuplarda söz konusu makinenin belli ve sonlu sayıda adımdan oluşan bir plan kullanarak ne şekilde Bernoulli sayılarını hesaplayabileceğini tarif ediyordu. Bu plan, bilgisayar tarihinde somut bir makineye uygulanabilecek olan ilk "bilgisayar programı" olarak kabul edilmektedir. 1979 yılında, ABD Savunma Bakanlığı tarafından geliştirilen meşhur programlama dillerinden birine de onun onurununa "ADA" ismi verildi.

Bilinen ilk bilgisayar programcılarından olan, müzikle, atlarla ve hesap makineleri ile ilgilenen Ada Augusta Byron, 27 Kasım 1852'de 37 yaşında Marylebone'de kanserden hayata gözlerini yumdu.

Kaynak: Wikipedia

Marion Donovan - Bebek Bezi, Diş İpi ve Bir Düzüne Buluş Daha


Marion Donovan 01 Ocak 1917 tarihinde ABD, İndiana Fort Wayne'de doğdu. Pennsylvania'da Rosemont College'den mezun oldu. 1939 yılında BA İngiliz Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Daha sonra New York'a gitti ve Vogue Dergisi'nde Güzellik Editör Yardımcısı olarak işe başladı. Vogue dergisi için çalıştıktan sonra James Donovan ile evlendi. Kocasıyla birlikte Westport'a taşındı.

Daha sonra anne olan Donovan, kızı Sharon'un doğumuyla birlikte kirli bebek giysileri, altını değiştirme vb zorluklarla karşılaştı. İkinci Dünya Savaşı'nda çalışan annelerin en önemli sorunlardan biri olan çocukların altının kısa sürede değiştirilebilmesi için bebek bezi yapılabileceğini düşündü.   

Çocuk Bezi
 
Marion Donovan tarafından 1951 yılında icat edilmiştir. Donovan, evde yaşamı kolaylaştırmak için, çoklu askı, diş ipi ve elbise arkasındaki fermuarı kolay kapatma gerecini de içeren bir düzineyi aşkın buluşun patentini alan üretken bir mucittir. Geleneksel kumaş çocuk bezleri, bağlandıktan sonra genellikle üzerine giydirilen naylon külotla kullanılırdı; fakat naylon nemi çok fazla hapsedip pişiğe neden oluyordu. Daha iyi bir çözüm olması olması gerektiğine hükmeden Donovan, çeşitli bezlerle deneyler yaptı ve sonunda en iyi çözümün paraşüt naylonu olduğuna karar verdi. Yaptığı sızdırmaz çocuk bezi külotu 1949'da satışa sunuldu. Sızdırmaz külotla birlikte tek kullanımlık kağıt çocuk bezini geliştirdi. Bu fikir o kadar tuttu ki, Donovan talebi karşılayamadı ve US 2,575,163 numaralı patenti çocuk bezi üretebilecek güce sahip bir şirket olan Keko Corp.'a sattı.

Donovan 1958 yılında 41 yaşında Yale Üniversitesi'nden Mimar olarak mezun oldu.

John Hancock Sigorta Şirketi için Boston'da 26 yıl çalıştı. Massachusetts General Hospital'da Boston'da 10 yıl çalıştı. sonrasında John T. Berry Merkezi'de 4 yıl ve Shaughnessy Hastanesi'nde 10 yıl çalıştı.
20'nin üzerinde buluşu olan Donovan 1980'li yıllarda genelde evde kullanılabilecek eşya çözümleri üretti.
Donovan 04 Kasım 1998 tarihinde Lenox Hill Hastanesi'nde 81 yaşında vefat etti.

Kaynak: Wikipedia

16 Haziran 2011 Perşembe

Çanakkale, Balkan Savaşı’nda Uğradığımız Büyük Yenilginin Parlak Bir Rövanşıdır



Dünya 1914 yılında genel bir savaşa girdi: I. Dünya Harbi’ne, eskilerin deyimi ile “harb-i Umumi”ye veya “Cihan Harbi”ne…

Artık yaşlanmış olan Osmanlı Devleti, savaşta “Düvel-i Muazzama” denen dünya devletlerinin karşısındaydı. Romanya’dan Libya’ya, Yemen’den Azerbaycan’a kadar tüm cephelerde savaştı, her tarafa asker ve malzeme yetiştirdi. Kurulu düzenin eski ve hantal oluşuna rağmen İmparatorluğun has evlatları atalarından devraldıkları bayrağı yere düşürmemek için her alanda canlarını verdiler.

Türkiye’de birkaç nesle zorla ezberletilmiş bir siyasi türkü vardır: “Türkiye bu savaşta yenilmiştir, zira ortağı olan Almanya yenilmiştir, dolayısıyla o da yenilmiş sayılmıştır” denir.

Benim aklım buna bir türlü ermiyor. Yıllardır düşünüyorum, çıkış yolu bulamıyorum. İki ülke ortak çıkarları uğruna savaşa girerse, birinden biri yenildiğinde, diğeri neden yenik sayılsın? Yenik sayılmak ne demek? Bu hangi askerlik kitabında yazıyor? Eğer “savaş” dediğimiz şey futbol maçı değilse, kimin gücü kaldıysa dövüşe devam eder. Ortağınız yenildi ise siz neden yenilmiş sayılacaksınız? Askeriniz varsa, paranız varsa, silah gücünüz varsa tek başınıza savaşa devam edersiniz. Sonuçta yener yahut yenilirsiniz.

Nitekim Türkiye’de yaşananlar bunun ispatı olmuş, Balkan faciasından yüreği yaralı çıkan bir grup kahraman asker, Çanakkale’de hayatta olduğunu kanıtlamış ve Anadolu harbinde de Mustafa Kemal’in askeri dehası ve organizasyon gücü ile savaş kazanılmıştır.

Savaşa giden Osmanlı askerlerinin gurulu yürüyüşü

Mitralyözden Napalma

Dolayısıyla, Balkan, Çanakkale ve İstiklal Harbi’nin her üçünü de aynı sebebe bağlı tek bir harp olarak düşünmek yerinde olur. 1914’te başlayan I. Dünya Harbi, Türkiye’yi haritadan silmek için kuzey komşumuz tarafından başlatılan savaşlar dizisine Batı’nın bir katkısıdır.

Çanakkale Savaşı, 93 muharebesi ve Balkan savaşı gibi tam bir “imha” savaşıdır. Bu savaşta sivil halka düşman olan asker, sanayi ve finans kapital güçleri eski, dürüst savaşları ortadan kaldırarak yerine caniyane bir savaş biçimi koymuşlardır. İnsanları topluca yok etmek için harika bir savaş makinesi icat etmişler adını da “makineli tüfek” yahut “mitralyöz” koymuşlardır. Dünya savaş tarihinde bu şekilde başlayan yeni devir, günümüzde kullanılan ve yerin iki kilometre üzerinde patlayan binlerce insanı bir anda yok eden tonlarca ağırlıktaki “napalm” bombalarına kadar varmıştır.

Seddülbahir'de İngiliz kampı

Havada Buluşan Mermiler

Çanakkale Savaşı’nın üzerinden 95 yıl geçti. Bugün dahi savaş alanlarına gidip “dedelerinin nasıl savaştığını” merak edenlere devamlı anlatılan bir hikaye vardır: “Havada çarpışarak eriyen makineli tüfek mermileri…” Bunlardan savaş alanlarına yayılmış yüzlercesi hala topraktan çıkmakta, ziyaretçilerin yüreğini kabartmaktadır. Ancak karşılıklı kullanılan milyonlarca merminin nasıl olup da havada buluşacak kadar sık ateşlendiği kimsenin dikkatini çekmez, bu savaş makinesinin hangi zekaların ürünü olduğu pek sorgulanmaz.

Çanakkale Savaşı’nda kullanılan ve o çağın en ileri teknolojisi ile üretilen silahlar, bu savaşın bir “fuar” şekline döndüğünü gösteriyor. Sergi standına çevrilen siperlerde silahlı müşteriye uygulamalı tanıtılıyor, ne işe yaradığı anlatılıyor ve insanı nasıl öldürdüğü, dakikada kaç can aldığı, tetiği çekene nasıl bir güç sağladığı izah ediliyor. Bütün bunların yanında savaş, kahramanlık, şehadet, esaret sanki kan sofrasının ve şiirinin garnitürü gibi gösteriliyor.

Çanakkale Savaşı’nın gözlerden uzak düşmüş bir başka özelliği de, birbirinden binlerce kilometre ötelerde yaşayan halkların buluşarak savaşa tutuşmalarıdır. Dünyanın bir ucundaki İngiltere, diğer ucundaki sömürgelerinden asker toplayarak getirmiş, yolun yarısında bir başka ulusun üzerine göndermiştir. Bunu hangi güçle başarmıştır? Bu nasıl bir temel devlet idealidir ki, Londra sömürgeleştirilmiş, soyulmuş, son noktasına kadar siyasal ergden uzaklaştırılmış insan topluluklarını böylesine vahşi bir sevkiyata ve soykırıma ikna edebilmiştir? 1900’lerin başında bir Avustralyalı’nın veya Borneolu’nun yahut bir Anzak’ın Çanakkale Boğazı’nda ne işi vardı? Bu soru Çanakkale Savaşları’nın 90. yıldönümünde Avustralya ve Yeni Zelanda başbakanları tarafından törenlere katılan İngiltere veliahdı Prens Charles’a sorulmuştu.

Çanakkale Savaşları denizde ve karada 8,5 ay sürmüştü. Mehmed Akif Ersoy’un “tüm insanoğlu” anlamında “akvam-ı beşer” dediği topluluklar bu 8,5 ay zarfında birbirlerini boğazlamışlar, yarım milyon insan, kendilerini yöneten birkaç politik planlamacının eseri olan ve önlenemeyeceği varsayılan bir savaşta, canlarını kaybetmişlerdi. Elbette ölenler şehit, kalanlar gaziydi ama bu savaşa neden olanların ve çıkarları bunu önlemeye uygun düşmeyenlerin hiç de böyle bir şeref kazanmaya hakları yoktu.

Politik Savaşı Kaybettik

Tarih şeref madalyasını sadece “dürüstlere” verir. Çanakkale Savaşı, her iki taraf içinde bir imha savaşıydı. O zamana kadar isteklerini, karşı taraftan silah zoruyla elde etmeye çalışan uluslar, eski çağların düello yapan şövalyeleri gibi kahramanca savaşırlardı. Çanakkale ve sonrası ise ulusların birbirlerini “imha” etme savaşları oldu. Bu olayın savaş tarihi verilerinden hareketle “toplum bilim” açısından yeniden incelenmesi gerekir. Şimdiye kadar bu inceleme yapılmamış, sadece kahramanlık destanlarıyla yetinilmiştir. Türkler bu savaşı kazanmışlar ama ne yazık ki, hemen arkasından gelen politik savaşı kaybetmişlerdir. Zira Çanakkale Boğazı’ndan geçemeyen müttefik donanması iki yıl sonra 55 parça gemiyle İstanbul limanına demir attı.

Tüfeklere fişek yetiştirmeye çalışan Türk kadınları

Amiral Sözünde Durmadı

Müttefik donanmasını İstanbul’a getiren Mondros Mütarekesi imzalanırken mütarekeye Türkiye adına imza koyan Rauf Bey, İngiliz kumandanı Amiral Calthrope’a gelecek gemilerin arasında “Yunan gemisi bulunmaması için” ricada bulunmuştu. Calthrope bunu kabul etmekle birlikte Averof zırhlısını son dakikada işgalci donanmaya dahil etti. Gemiye, gözlerden uzak bir yerde demirlemesi talimatını verdiğini söylüyordu. Averof varsayılan bu talimatı dinlemedi, Dolmabahçe Sarayı’nın önüne demir attı. Bu da yetmedi; Calthrope, Averof’ta bir resepsiyon verdi ve yenik Türkiye’nin başı yerde generalleri, devlet adamları, halk temsilcileri bu davete icabet ettiler. Muzaffer İngilizler, savaş sonrasında Türklere açıkça hakaret ediyorlardı.

Çanakkale Savaşı’nı bir “imha savaşı” şekline sokanlar ve daha sonra 450 yıllık Osmanlı başkentini fiilen işgal edenler, kendi uygarlıklarının karşısına çıkan diğer uygarlıkları, insan topluluklarını ve farklı yaşam biçimlerini arzın sathından silebildikleri ölçüde yasallık ve devamlılık kazanacaklarına inanmışlardı. İnançlarını ileriki senelerde de sürdürmeye devam edecekler ve bu düşünce, davranışlarını ekonomik ve endüstriyel çıkarların çok ötesine taşıyarak yeryüzü çapında uygulayacaklardı. Bugün ulaştıkları nokta, budur.

Kaynak: Nezih uzel (HaberTürk Tarih – 24 – 07.Kasım.2010)

Azrail İle Akbabalar Yaralıların Başında Beraberce Bekliyorlardı!..

Bulgar birliklere karşı savaşan Osmanlı askerleri

Bulgarlar Edirne'yi bombalarken

Richard C. Hall’un Balkan Savşları sırasındaki notlarından bir kesit şöyledir:

“…Bulgarlara karşı yapılan savaş dört gün sürdü. Türkler kaybetti, zira askerlerin ekmeği ve başkumandanın telgrafı yoktu. Birçok asker, ölmüş atların ve katırların gayet fena kokan cesetlerinin derileri ile ayaklarını ve bacaklarını sarıp soğuğa direnmeye çalışıyorlardı. Bazı askerler ise aç kalınca topladıkları otları yemişler ve maalesef zehirlenmiş, müthiş acılarla kıvranarak ölmüşlerdi. Açlıktan ölüme mahkum olan askerlerin bazen vahşi kuşları kovmak için bir kolu kalkıyor, fakat ölmekte olan bu askerin hareketi hiçbir işe yaramıyordu. Kuşlar aç askerlerin başından ayrılmıyordu.

Abdullah Paşa bile açlıktan ölmek üzere idi. Paşa’yı, bir yabancı gazetecinin verdiği birkaç konserve kurtardı. Türkler, Manastır’da Plevne savaşçılarının efsanevi cesaretini ve kahramanca inadını gösterdiler. Tam ve kesin yenilgilerine rağmen şan ve şeref tacına layık oldular.

Türk birlikleri, Yanya’nın imdadına Sırp sınırından itibaren yürüye yürüye, takatten düşerek, neredeyse bir deri bir kemik kalmış ve tanınmayacak halde koştular. Cephaneleri ve yiyecekleri kalmamış ve pek az miktarda çürümüş mısır ekmeğiyle şöyle böyle sağ kalabilen Türk askerleri, ortaya inanılmaz bir manzara koydular. Soluyor, çığlıklarla adeta yerde sürünüyorlardı. İskelete benzeyen bu insanların gözlerinde ölüm görünüyor, son nefesleriyle bir parça ekmek arıyorlardı.

Bulgarlar, Çatalca’da kendi başarılarının kurbanı oldular. Türkler’e karşı başlattıkları savaş, onları İstanbul’un 35 km. yakınına kadar getirmişti ama lojistik, taktik, politik veya diplomatik olarak düşmanlarının başkentini almanın ve işgal etmenin yaratacağı sorunlarla başa çıkmaya hazır değillerdi. Buna gerek de yoktu…”

Kaynak: Nezih Uzel (HaberTürk Tarih – Sayı: 22 – 24.Ekim.2010)

15 Haziran 2011 Çarşamba

İnsan ve maymun kemiklerini birleştirip bilim dünyasını fena işlettiler


İnsanoğlu, tarih boyunca heyecan yaratıp heyecanı kara dönüştürmek için oldum olası hileye başvurdu, ancak her hile ticari yarar sağlamak için yapılmadı. Mesela, ilim uğruna da kandırmacalar yapıldı ve bunların en önemlisi, Darwin'in evrim teorisinin hararetli münakaşalara sebebiyet verdiği İngiltere'de yaşandı.

Charles Dawson adındaki bir İngiliz, 1912'de Doğu Sussex'teki Piltdown'da bir kafatası fosili bulduğunu duyurdu. Darwinciler, bu iddea ile anti-Darwinciler'e karşı büyük bir koz elde etmişlerdi. Zira bu fosil, Darwin'in öngördüğü gibi maymundan insana geçişin eksik halkasını oluşturuyordu. Tabii bu arada, aşırı milliyetçiliğin işine yarayacak bulgular da su yüzüne çıkmaya başlamıştı.

Herkes Ortaya Döküldü

Almanlar, buldukları neandertal iskeletleriyle böbürlenerek ilk insanın Alman olduğunu söylemeye başladılar. Belçikalılar ve İspanyollar, evrim teorisinin parçası olduklarını göstermek için kemik parçalarını sergilediler. Hollandalılar da 1891'de yarışa katılıp Java Adası'nda buldukları ilkel insan fosillerini ortaya sürdüler.

İngilizler tabii ki geri kalamazlardı... 1912'de bilim dergileri Nature'de küçük bir makale yayımlandı, ardından Piltdown'daki kafatasını bulan amatör bilimadamı Dawson, bulduğu kafatasını British Museum'dan Arthur Smith Woodward'a getirdi. Müze parçaları biraraya getirip buluşun çok büyük ilmi değeri olduğunu duyurdu ve kafatasının çıktığı yerde kazılar başlattı.

Müze yetkililerine göre "Piltdown Adamı"nın Almanlar'ın ve Flamanlar'ın keşfetiği neandertallerden ve Java adamından farkı, kafatasının günümüz insanınkine çok benzemesi ama çene kemiklerinin basıklığıyla maymunlara yakın olmasıydı. Yani, geçiş döneminden bir numuneydi.

British Museum, bulgulaırla böbürlenirken, Fransız ve Amerikalı paleotologlar, kafatasının önemini sorgulamaya başladılar. Ama hiç kimse kafatasının sahte olduğunu iddea etmedi. Dawson 1915'te yeni kemikler bulduğunu müjdeledi, ama 1916'da oğlundan kaptığı bir hastalık yüzünden vefat edince yeni bulgularla ilgili çok fazla bir gelişme kaydedilmedi.

Sahtekar Bulunamadı

Bu arada, Franz Weidernreich gibi bilimadamları kafatasının hileli bir şekilde bir araya getirildiğini ilan ettiler. Ama 1949'a kadar bu muamma çözülemedi. Sorunun cevabı, daha sonra yine British Museum'dan geldi. Kenneth Oakley'nin araştırmalarından çıkan sonuç, çenenin 50 bin yıl önce yaşamış bir maymuna ait olduğu idi.

Kafatası ise, modern bir adama aitti, ama üzerine bazı kimyasal maddeler sürülmüştü. Kısacası, birileri bir maymuna ve insana ait kemikleri birleştirip "20. yüzyılın en önemli antropolojik bulgusu" olarak öne sürmüştü. Hileyi kimin yaptığı bugün hala bilinmiyor. Piltdown kafatası ise yine British Museum'da bulunuyor ve uzun yıllar gururla sergilendikten sonra 1950'lerden bu yana bir kutuda saklanıyor.

Kaynak: Pelin Batu (HaberTürk Tarih - Sayı:21 - 17.Ekim.2010)

12 Haziran 2011 Pazar

Padişahın Sevap İşlemesini Sağlayan "Hidayet İneği"

IV. Mehmed

Sultan IV. Mehmed, 12.Mart.1665'te Paşaköyü'nde avlanmaya başlamıştı. Biraz vakit geçtikten sonra karşısına bir tavşan çıktı. Elindeki av köpeğini tavşanın üzerine salan hükümdar, daha sonra at üstünde tavşanı kovalamaya koyuldu ve bu arada ilginç bir durumla karşılaştı. Bir inek kendi kendine yavrusunu doğurmaya çalışıyordu. Sultan hemen adamlarını çağırdı ve hayvanın doğum yapmasına yardım etmelerini ve ineğin sahibini bulup getirmelerini istedi. İnek doğurana kadar başında bekleyen IV. Mehmed, hayvanın sağlıklı bir şekilde yavrusunu dünyaya getirdiğini görmüş ve çok sevinmişti.

IV. Mehmed, kendisinin padişah olduğunu söylemeden ineğin sahibi ile konuşmaya başladı. Çobana "Müslüman mısın?" diye sordu, "Hayır" cevabını aldı. Bunun üzerine yine kim olduğunu söylemeden, "Gel Müslüman ol, sana dirlik vereyim ve Allah bütün günahlarını affetsin. Ahirette doğruca cennete gidersin" dedi. Bu arada devlet adamlarından bazıları sultana belli etmeden çobana "Konuştuğun kişi padişahımız efendimizdir" dediler ve bunun üzerine çoban İslamiyet'i kabul etti.

Akşam Edirne'ye dönen IV. Mehmed, yaşadığı olaylarla ilgili Abdi Paşa'ya şöyle dedi: "Bugün asla bir av peşinde koşmuyordum. Allah'ın hikmetine bak ki, bir tavşanın ardından koştum ve o ineğin doğurmasına rastladım. Doğumu izlerken huzurumuzda o adam din değiştirdi. Bu nedenle o inek hidayet ineğidir. Yavrusuyla birlikte satın alıp Hasbahçe'ye koysunlar."

Kaynak: Uğur Demir (HaberTürk Tarih - Sayı:21 - 17.Ekim.2010)

Ömrü Fetihten Fetihe Koşmakla Geçen Sultan Orhan Gazi


Osmanlı Devleti gibi üç kıtaya hükmedecek muhteşem bir imparatorluğun temelini atan Osman Gazi, beka âlemine gitme vaktinin geldiğini anlayınca, Gazi oğlu Orhan'ı çağırmış ve ona şöyle vasiyet etmişti:"Oğlum, İstanbul'u aç, gülzar eyle. Öldükten sonra beni Bursa'da Gümüşlü Kümbete defneyle. Oğlum, milletin istikbalini nurlandıran ilim adamlarına, millete pak ahlak yolunu gösteren salih zatlara din için can vermiş olan şehitlerin evlatlarına hürmet ve itibardan asla ayrılma. Bunları her zaman gör ve gözet.
"Allah'ı tanımayan kimselere, devlet umurunda vazife verme. Verirsen, yüzün kara olarak âhirete gelesin. Zira bu tip insanlar Allah'ın gazabına müstahak olduklarından, işlerinde hayır ve muvaffakiyet olmaz. Bunlar halka hüsn-ü muamele etmezler ve rüşvet almaya meyilli olurlar. Memleket ve millet bunlardan zarar görür. Bilmediğini, bilenden sor. Sana sadık olanları hoş tut. Askerlerine bol ihsanda bulun, zira ihsan, insanın tuzağıdır."
Osman Gazi vefat edince, oğulları, Orhan ve Alâeddin, saltanatı birbirlerine layık görmüşlerdi. Orhan Gazi Ağabeyi Alaeddin'in padişah olmasını istiyordu. Alaaddin Paşa ise;"Kardeşim! Babamızın duası ve himmeti seninledir. Onun içindir ki, kendi zamanında askeri senin yanına vermişti. Şimdi çobanlık dahi senindir." diyerek kardeşi Orhan Gazi'nin Devletin başına geçmesini istiyordu. Neticede ümerânın da ısrarı üzerine Orhan Gazi Devlet idaresini üstlendi.
Âlim ve fâzıl bir insan olan Alaeddin Paşa kardeşinin ısrarı üzerine vezir oldu. Ancak şahit olduğu şu hadiseden sonra vezirlikten de vazgeçti.Vezirliği esnasında, Ahmet isimli bir köylü, Mehmet Ağa'ya tarlasını satmıştı. Mehmet Ağa tarlada çift sürerken, bir küp altın buldu. "Ben Ahmet Ağadan altınların bedelini vererek değil, toprağın bedelini vererek satın aldım. Ahmet Ağa altınlarını buraya gömmüş ve unutmuş. Altınlar benim için haramdır. Götürüp sahibine vermeliyim." deyip küp dolusu altını götürüp Ahmet Ağaya vermek istemişse de, Ahmet ağa bir türlü altınları almamış ve şöyle demişti: "Hayır bu altınlar benim değildir. Tarlada bulduğun bu altınlar da senin hakkındır."Neticede mesele kadıya intikal etmiş ve durumdan Alaaddin Paşa da haberdar olmuştu. Altınlar hazineye alınmış, bu duruma şahit olan Alaeddin Paşa, "Ben bu kadar ahlak ve fazilet sahibi adamlara vezirlik edemem, onların fazileti benimkinden üstündür."
Orhan Gazi, mayası işte bu hadisede görüldüğü gibi ahlak ve faziletle yoğrulan bir devleti Gazi babasından devralmıştı. 38 senelik saltanatı boyunca fetihten fetihe koşmuş, devletin hudutlarını muazzam bir şekilde genişletmişti.
Hayatı zafer destanlarıyla dolu olan Orhan Gazi 1282'de doğdu. Annesi, Ömer Beyin kızı Mal Hatun'dur.
Küçük yaşından itibaren ata binmeyi, kılıç kullanmayı ve bütün harp sanatlarını öğrendi. Mükemmel bir dinî tahsil gördü. Henüz çocukluk çağında babasıyla birlikte gazalara katıldı. Bilecik ve Yar-Hisar kalelerinin fethinde büyük kahramanlıklar gösterdi. Yarhisar Tekfurunun kızı Nilüfer Hatun'la evlendi. Osman Gazi 1301'de Karaca-Hisar ve çevresinin idaresini oğlu Orhan Gazi'ye verdi.
Orhan Gazi, Civan kasıp kavuran Çavdaroğlu'nu 1316'da yendi ve bu eşkıyayı askerleriyle birlikte esir aldı.
Osman Gazi, bahadır oğlunun zafer üstüne zafer kazanması üzerine, Bizanslılara karşı girişilen fetih hareketlerinin kumandasını Orhan Gazi'ye verdi. Yanına yardımcı olarak, Akça-Koca, Gazi Abdurrahman, Konur-Alp ve Köse Mihal gibi namlı gazileri verdi.
Orhan Gazi maiyyetindeki bu kumandanlarla birlikte 1317-1318 yıllarında; Kara-Cüyûş, Ak-yazı, Tuz Pazarı, Kapucuk Hisarı, Sapanca gölü kenarındaki Kereste kalesi, Ebe-suyu Kiliki Hisan gibi yerleri fethetti. 1321'de Mudanya üzerine yürüyerek bu mühim yeri fethetti. Babasının vefatından sonra devlet idaresini omuzlayan Orhan Gazi, 1326'da Bursa'yı fethederek, babasının nâşını buraya getirtti ve "Gümüşlü Kümbet" e defnettirdi.
Bursa'yı payitaht yapan Orhan Gazi Anadolu içlerinde ve Batıda yıldırım süratiyle fetih hareketlerine girişmiştir. Orhan Gazi Bursa'yı fethederken, Akça-Koca Kandıra'yı, Abdurrahman Gazi Aydos ve Samandıra'yı, Kara-Mürsel ise İzmit Körfezinin kuzey taraflarını fethetmiş, Osmanlı hududunu Karadeniz ve İstanbul boğazına doğru genişletmişlerdi.
Bursa'nın Osmanlılar tarafından fethedilmesi üzerine telaşa kapılan Bizans İmparatoru II.Andronikos büyük bir ordu toplayarak yola çıktı. Orhan Gazi Bizans ordusuna karşı çıktı ve iki ordu Darıca ile Eskihisar arasında karşı karşıya geldi. 1329'da cereyan eden bu muharebeden Osmanlı ordusu muzaffer çıktı ve perişan olan Bizans ordusu İstanbul'a kaçtı.
Orhan Gazi zaferi müteakip İznik üzerine yürüdü ve bu muhkem kaleyi 1329 Mayısında fethetti. Şehre girer girmez büyük bir kiliseyi camie dönüştürdü ve şehirde imar hareketlerini başlattı.
diyerek vezirlikten ayrılmıştı.İznik'ten sonra, sırasıyla; 1334'te Gemlik, 1335'te Armutlu, 1337'de İzmit, 1342'de Kirmastı, Karacabey, Mihaliç, 1345'te Kapıdağı yarımadası, Manyas Gölü Bölgesi ve Balıkesir, 1352'de Marmara Adaları, 1353'te Çimpe Kalesi fethedilmiştir.
Bütün bu fetihler neticesinde Osmanlı Devleti, Marmara ile Ege ve Karadeniz arasında dünyanın en stratejik bölgesine sıkıca yerleşmiştir.
Orhan Gazi Balıkesir'i alarak Karasi Beyliğini ortadan kaldırmış ve bu beyliğin topraklarını osmanlı Devletine katmıştı. Bu beyliğe tâbi ümerâdan; Hacı İl-Beyi, Evrenos Bey, Ece Halil ve Gazi Fâzıl gibi büyük ve tecrübeli kumandanlar Osmanlı hizmetine geçmiş ve Rumelinin fethinde mühim rol oynamışlardır.
Oğlu Şehzade Süleyman'ı Rumeli fütuhatına memur eden Orhan Gazi, şehzadenin emrine donanma ve seçme askerler vererek yolcu etmişti.
Şehzade Süleyman 1353'ten itibaren Rümelinde fetihlere başladı. 1354'te Gelibolu'yu fethetti. Bolayır ve Tekirdağ'ına kadar olan bütün Marmara kıyılarını ele geçirdi.
Babasının talimatı üzerine 1354'te Anadoluya gelen Şehzade Süleyman, Eretna Devletinin elinde bulunan Ankara'yı fethetti. Daha sonra tekrar Kümeline dönerek fetih harekâtını devam ettirdi. 1356'da Çorlu'yu fethetti. Fethedilen bu topraklara Anadoludan göçebe Türkmenleri getirterek yerleştirdi.
Şehzade Süleyman'ın 1359'da attan düşerek vefat etmesi üzerine Rumelindeki fetih hareketlerinin
Devlet idaresini eline aldıktan sonra zaferden zafere koşan Sultan Orhan Gazi 1362 Mart'ında Hakkın rahmetine kavuştu. Bursa'daki türbesine defnedildi.
Orhan Gazi kuvvetli bir devlet teşkilatı kurmuştur. Yeniçeri ocağı onun zamanında kurulmuş, büyük bir ordu halini almıştı. Ayrıca, İzmit, Mudanya ve Gemlik'te tersaneler inşa ettirerek güçlü bir donanma meydana getirmişti.
Devleti Adalet üzerine tesis eden Orhan Gazi, halkın zulme uğramaması için büyük gayret göstermiş, bilhassa vergi hususunda, omuzuna kaldıramayacakları halkın verginin yüklenmesinden şiddetle kaçınmıştır.
Her tarafta imâretier yaptırmış, ilki 1335'te Bursa'da olmak üzere muhtelif yerlere medreseler kurdurmuştur.
Yaptırdığı imaretlerde fakirlere, yolculara yemek dağıtılmıştır. Hatta bazan bu yemekleri, bizzat kendisi dağıtmış akşamları da imaretin mumlarını, kandillerini kendisi yakarak hizmet etmiştir.

Kaynak: sevde.de
 

Dünyanın En Büyük Devletlerinden Birinin Kurucusu OSMAN GAZİ



Osman Gazi; imanını, azmini harc ederek inşa ettiği, 623 yıl payidar olan, büyük ve şerefli İslam devletini kurucusu büyüğümüz... O'nun, Rıza-i İlâhî uğruna gösterdiği ihlaslı gayretleridir ki, şanlı devleti altı asır üç kıtada payidar kılmıştır. Yine yaptığı Kur'an hizmeti ile aradan asırlar geçmiş olmasına rağmen unutulmamış, gönüllerde yaşamıştır. Beşer için bundan büyük saadet düşünülebilir mi?..

Osman Gazi, Oğuzların Kayı boyu'nu üç asır süren göçebe hayattan devlet hayatına yükseltmiştir.
Bu cihan devletinin nasıl kurulduğunu ve nasıl bu kadar uzun müddet yaşayabildiğini daha iyi anlamak için Osman Gazi'nin hayatına yakından göz atmak gerekir. Fakat daha önce kısaca Kayı boyunun Söğüt'e gelişine kadar geçirdikleri devreye bakalım... Kayı oymağı ilk defa yaklaşık 1000 yılında diğer Oğuz boylarıyla birlikte hareket ederek Amuderya nehrini geçmiş ve Aral havzasına gelmişlerdir. Burada, Horasan'ın kuzey sınırına, Karakum Çölü'nün güneyine, Merv civarında Mâhân'a yerleştiler 1220 yıllarında Cengiz idaresindeki Moğol orduları yaklaşırken, bu Ye'cüc Me'cüc âfetinden sakınarak Merv'den hareket ederek, Ahlata gelmişlerdir. Alıştıkları Türkistan havasını ve sürüleri için kâfi otlağı bu bölgede bulamayınca Erzincan yakınlarına göç etmişlerdir. Kayı Boyunun Beyi Süleyman Şah, aradıkları huzurlu ortamı bir türlü bulamamanın elemiyle geri Horasan'a dönmeye karar verir. Geri dönmek üzere yaptıkları sefer esnasında Caber kalesi önlerinde Fırat nehrini geçerken boğularak şehit olur. Bu vak'adan sonra Süleyman Şah'ın dört oğlundan Sungur Tekin ve Gündoğdu geri vatanlarına dönerler. Diğer iki oğlu Dündar Beyle Ertuğrul Bey Pasin ovasıyla Sümerli-Çukur taraflarına gitmişlerdir. Ertuğrul Bey, bu bölgelerin de aradıktan ve ideallerindeki yer olmadığını görünce oğlu Savcı Bey'i, Selçuklu sultanı I. Alâeddin Keykubad'a göndererek kendilerine uygun bir yer gösterilmesini ister. Bunun üzerine Alaaddin Keykubat Kayı Boyu'na Ankara civarında Karacadağ'ı verir. Kayı Boyu; Moğollara ve Bizanslılara karşı mücadelelere girişir ve bu mücadelelerden her zaman muzaffer çıkar. Bu muvaffakiyetleri üzerine Kayı Boyu'na Bizans hududundaki Söğüt kışlak, Domaniç ise yaylak olmak üzere verilir.

Ertuğrul Gazi idaresindeki Kayı aşireti yeni yurtlarına yerleşir yerleşmez, etrafı talan eden Bizanslıların karşılarına dikilmiş ve onlarla cenge tutuşmuşlardır. Osman Gazi, işte Kayı aşiretinin gazadan gazaya atıldıkları ve İla-yi kelimetullah için savaşmanın şevkiyle coştukları yıllarda, 1258'de Söğütte dünyaya gelmiştir.
Osman Gazi çok küçük yaşından itibaren mükemmel bir dinî tahsil almaya ve harp san'atını öğrenmeğe başlamıştır.

Osman Gazi, 1281'de babası Ertuğrul Gazi'nin vefat ettiği anda, 23 yaşında; kumandanlıkta ve idarecilikte babasını aratmayacak derecede mahir bir idareci ve kumandandı... Bu yüzden diğer kardeşleri Savcı Bey'le Gündüz Beyin ve aşiretin bütün ileri gelenlerinin tasvibiyle Kayı boyunun başına geçmiştir.
Osman Gazi aldığı terbiye icabı, son derece mütevazi, imanlı, secaatli bir idarecidir. Bir yandan elinde kılıç düşmanları titretirken, diğer yandan Cenab-ı Hakka kullukta kusur etmemeye âzami dikkat sarfetmektedir. Şu hadise O'nun Hak dine bağlılığının müşahhas bir misalidir.

Osman Gazi ilerde kayınpederi olacak Şeyh Ede-Bâli'yi zaman zaman ziyaret edip çeşitli mevzularda ona danışırdı. Yine böyle bir ziyaret gününün gecesi uyumak için kendisine hazırlanan odaya girdiğinde, duvarda asılı duran Kur'an-ı Kerim'i görür. Kelâm-ı İlâhî'nin bulunduğu bir yerde uzanıp yatmaktan haya eder ve Kur'an-ı Kerim'i eline alarak sabah namazına kadar okur. Sabah namazını eda ettikten sonra başını yatağın kenarına koyduğu bir esnada uyku ile uyanıklık arasında şöyle bir nida işitir.
"Ey Osman! Madem ki sen benim kitabıma bu kadar hürmet edip, sabaha kadar okudun. Ben de seni ve senin evlâdını mübarek ve said eyledim. Dünyada ve ukbâda sen ve neslin mesud ve bahtiyar olacaksınız. Devlete nail olacaksınız. Kur'an'a ve O'nun hakikatlerine hürmet edip, onunla amel ettiğiniz müddetçe şanla, şerefle yaşayacaksınız"

Niçin uyumadığını soran Şeyh Ede-Bâli'ye akşamdan beri olanları ve en son gördüğü rüyayı anlatır. Çevrenin tanınmış, âlimi, mürşidi anlatılanları dinledikten sonra uzun uzun düşünür ve hiçbir yorum yapmaz...

Osman Gazi'nin ideâli kâinatı kuşatacak kadar geniştir. O Cenab-ı Hakkın yüce ismini bütün kâinata duyurmak, yaymak istemektedir. Bu uğurda canını seve seve vermeğe hazırdır... İdeâlinin genişliğini, henüz ilk beylik anlarından itibaren İstanbul'a göz koymasından anlıyoruz. Kendisine izafe edilen bir şiirinde şöyle demektedir.
    Osman Ertağrul oğlusun, 
    Oğuzhan Karahan neslisin, 
    Hakkın bir kenter kulusun 
    İstanbul'u aç gülzâr yap!Bu ideali İlham-ı Rabbani olarak kendisine rüya âleminde gösterilmiştir. Yine Şeyh Ede Bâli'nin misafiri olduğu bir günün akşamı şöyle bir rüya görür:

Rüyasında Şeyh Ede-Bali'nin yanında yatmaktadır. Bu esnada Şeyh Edebâli'nin koynundan bir ayın çıkarak yükselmeye başladığını görür. Ay bedir haline geldiği zaman gökten inerek kendisinin koynuna girer. Daha sonra göbeğinden bir çınar ağacı çıkarak süratle büyümeye başlar. Ağaç büyüdükçe yeşillenmektedir. Dallarının gölgesi bütün dünyayı örtmektedir. Ağacın yanıbaşında dört sıra halinde dağlar yükselmektedir. Bu dağlar, Kafkas, Atlas, Toros ve Balkan dağlandır. Ağacın köklerinden Dicle, Fırat, Nil ve Tuna nehirlerinin çıktığını görür. Dağlardan çıkan bu sular, gül ve çeşitli çiçeklerle bezenmiş bahçeler arasında dolaşarak akmaktadır. Bu geniş sulann üzerinde gemiler yüzmektedir. Bu sularla sulanan tarlalar mahsullerle dolup taşmaktadr. Dağların tepeleri sık ormanlarla örtülüdür. Vadilerde sayısız şehirler vardır. Bu şehirlerde çok güzel binalar vardır. Bu binaların hepsinin altın kubbelerinde birer ay yükselmektedir. Sayısız minarelerinden bülbül sesli müezzinler Ezan okumaktadır. Ağacın üzerinde bulunan bülbüller ve türlü çeşitli kuşlar okunan bu Ezan-I Muhammediye kendi hal dilleriyle iştirak etmektedirler. Ağacın yaprakları gittikçe uzamaktadır. Tam bu hengâmede aniden bir rüzgar çıkar ve ağacın yapraklarını İstanbul'a doğru çevirir. Şehir, iki denizin ve iki kıtanın birleştiği yerde, iki zümrüt ile firuze arasına oturtulmuş bir elmas gibi parlamaktadır. Böylece bütün dünyayı kuşatan geniş bir ülkenin çerçevelediği yüzüğün kıymetli taşını teşkil etmektedir. Osman gazi tam bu yüzüğü parmağına takarken uyanıvermiştir.

Gördüğü bu rüyayı Şeyh Ede-Bâli'ye anlatınca, şeyh tebessüm ederek O'na şöyle demiştir. "Osman, padişahlık sana ve senin nesline mübarek olsun. Kızım Bâlâ Hâtûn da senin helâlin olsun." Böylece, Osman Gazi, daha önce tâliblisi olduğu Bâlâ hatunla izdivaç etmiştir. Bu izdivaçtan Alaaddin Bey dünyaya gelmiştir. Oğlu Orhan Gazi'nin annesi ise Türkmen Beylerinden Ömer Bey'in kerimesi Mal Hatun'dur...

Osman Gazi; müslüman köylerine dadanan, masum halkı katlederek, mâmur yerleri yakıp yıkan Bizans tekfurlarına karşı cihad bayrağını açar ve durup dinlenmeden gaza eder. Maiyyetindeki bir avuç serdengeçtiyle fetihten fetihe koşmaktadır. Osman Gazi'nin şanlı fetih ve zaferlerine kısaca göz gezdirelim. 1285'te Kulaca Hisar, 1288 Karacahisar fethedilmiştir.Bu zaferler üzerine Selçuklu Sultanı II.Sultan Mes'ud Osman Gazi'ye 1288'de Eskişehir'i de vermiştir. Bir yıl sonra da bağımsızlık alâmeti olarak; Tuğ, alem, tabıl, altın kılıç ve beyaz renkte bir sancakla birlikte bir de ferman göndererek, Kayı aşiretinin bağımsızlığını resmen ilan etmiştir.

Kayı aşiretinin hudutları gittikçe büyümektedir. Osman Gazi Cihangir ruhlu askerlerle yılmadan sınır boylarında dolaşmaktadır. 1292'de Sakarya'nın kuzeyine akın edilmiştir. 1298'de Bilecek ve Yarhisar kaleleri fethedilmiştir. Bu fetihleri müteakip, Selçuklu devletinin de artık alem verici mukadder sonunu gören Osman Gazi 27 Ocak 1299'da, Osmanlı Devletinin kurulduğunu dosta ve düşmana ilan etmiştir. Akabinde devlet müesseselerini süratle kurmuş ve ehil kişileri mühim mevkilere getirmiştir...

Devletin kuruluşundan sonra fetih hareketleri devam etmiştir. 1301'de Yondhisan ve Yenişehir kaleleri fethedilmiş yine aynı yıl 27 Temmuz'da Bizans ordusuna karşı yapılan Koyunhisan muharebesinde parlak bir zafer kazanılmıştır. Yine o yıl Köprühisar fethedilmiştir. 1306 yılında da Bursa Tekfurunun idaresindeki müttefik Bizans ordusuna karşı yapılan meydan muharebesinde tarihlere "Dinboz zaferi" diye geçen, neticesi itibariyle oldukça mühim zafer kazanılmıştır. Bu parlak zaferlerden sonra Osman Gazi, hayalindeki fethi gerçekleştirmek için harekete geçmiş ve yeşillikler içerisinde cennet belde Bursa'nın fethi için 1314'te ilk hamle olarak şehri kuşatma altına almıştır.

Bu kahraman padişah 1326'da bir rivayete göre Bursa'nın fethi haberini aldıktan sonra, diğer bir rivayete göre de fetihten önce beka âlemine göçmüştür. Osman Gazi Söğut'te vefat etmiştir. Daha sonra vasiyeti gereği 6 Nisan 1326'daki fethi müteakip Bursa'ya getirilerek buradaki türbesine defnedilmiştir.

Osman Gazi, vefatından önce, 1320 yılında oğlu Orhan Gazi'yi yerine vekil tayin ederek, kendisinden sonra kimin padişah olmasını istediğini belli etmiştir. Oğlu Orhan Gazi'ye vefatından önce yaptığı nasihat ve vasiyet asırlar boyu idarecilerin kulağına küpe olmuştur. Oğluna; milletin istikbaline ışık tutan ilim adamlarına, millete pak ahlak yolunu gösteren salih kişilere ve millet için can vermiş olan şehitlerin evlatlarına hürmet ve itibar etmesini vasiyet eden Osman Gazi, devamla şöyle demiştir:"Daima gaza ve cenge devam ediniz. Cihadın kemâline varıp, Sancağ-ı Şerifi daima yüksekte tutunuz. Hanedanımdan ve torunlarımdan her kim ki, doğru yoldan ve adaletten geri kalır, O, rûz-i mahşerde, Peygamber Efendimizin şefaatinden mahrum kalsın!
Oğlum; dünyaya gelen hiç bir padişah yoktur ki, ölüme itaat etmesin. Şimdi Hâkim-i Mutlakın hüküm ve iradesiyle ölüm yaklaştı. Bu mânevi yolculukta, artık, dünya nimetlerinden ümidi kesmek gerektir. Ey bahtiyar oğlum, bu devleti, bu emaneti sana bırakıyorum. Seni Hüdâya emanet ediyorum. Bütün işlerinde kanunları üstün tut. Askerleri ve halkı kendi akraban gibi sev, haklarını tamamen ve noksansız ver!"
Oğlu Orhan Gazi ve nesli bu vasiyyetini harfiyyen yerine getirmekte kusur etmiyeceklerdir. Bu yüzdendir ki, Osmanlı devletinin hudutları 3,5 asırda "bin" kat büyüyüp genişleyecektir...

Osman Gazi vefat ettiğinde geriye, dünya malı olarak zarurî eşyalarından başka birşey bırakmamıştı. İşte terekesi: Denizli bezinden içi âlemli yapılmış sarık bezi, bir at zırhı, bir tuzluk, bir kaşıklık, bir çift çizme, Alaşehir dokuması sancaklar, bir kılıç, bir tirkeş, bir mızrak, birkaç at ve üç sürü koyun...

Osman Gazi padişah iken devlet hazinesinden maaş almamıştır. Koyunlarının gelirleri ile geçimini temin etmiştir. Zaten elinde olanı fakirlere, muhtaçlara dağıtırdı. Bundan büyük lezzet alırdı. Gelecek nesillere dünyaya bedel bir devlet bırakmıştı. O'nun kurduğu devlet, üç kıtaya hükmedecek ve dünyaya, ilim, irfan, adalet, iman nurunu yayacaktı...

Kaynak: sevde.de

Sultan Alaeddin Keykubat

Anadoluyu müreffeh ve mâmur hale getiren büyük idareci 

Anadolu Selçuklu Devletini dünyanın en zengin, en ihtişaml devleti haline getiren Sultan Alaeddin Keykubad, Anadolu'yu baştan başa imar etmesi ve ilim müesseseleri ile donatmasıyla tanınan ve ismi her zaman hayırla yâdedilen büyüklerimizdendir.

Sultan Alaaddin Keykubad, Sultan I.Gıyaseddin Keyhusrev'in oğludur. Kardeşi Sultan İzzeddin Key-Kâvûs'un 1219'da vefatı üzerine 28 yaşında iken Selçuklu tahtına oturmuştur.

Alaaddin Keykubad tahta geçtikten sonra yaklaşan Moğol tehlikesine karşı tedbirler aldı. Başta Konya, Sivas ve Kayseri olmak üzere birçok şehirde kale ve surları tamir ve tahkim ettirdi. Kale ve suru olmayan yerlerde kale ve sur inşa ettirdi. Moğolların Bağdat'a hücum etme ihtimali üzerine, yardım isteyen Halifenin hizmetine ordu gönderdi. Moğol hücumu olmayınca bu beş bin kişilik ordu geri döndü. Sultan Alaaddin bir taraftan da fetih hareketlerine girişmişti. İlk olarak 1223'te Akdeniz'in mühim noktalarından Kalonoros'u fethetti. Bu güzel limana ismine izafeten Alâiye (Alanya) dendi. Burada büyük bir tersane kurdurarak deniz filosunu güçlendirdi. Çobanoğlu Hüsameddin Beyin kumandası altında Kırım'a denizden ordu şevketti. Bu ordu Ukrayna içerilerine kadar ilerledi. Çavlı Bey de Silifke'ye kadar olan Akdeniz kıyılarını fethetti. Batıda Bizanslıların yanı sıra, Doğuda Moğol Tehlikesinin başgöstermesi üzerine Eyyubîlerle dost olmanın faydasına inanan Sultan Alaaddin, Eyyubî Sultan'ı Âdil le anlaştı ve Adîl'in kızı ile evlendi.

Mengücekoğulları huzursuzluk çıkarmaya başlamışlardı. İleride Moğollarla yapacağı çarpışmalarda Erzincan ve havalisini ellerinde bulunduran Mengücekoğulları tarafından arkadan vurulacağını hesap eden Alaeddin Keykubad bu bölgeyi garantiye almayı düşündü ve 1225'te Erzincan'ı fethederek Mengücekoğullarını ortadan kaldırdı.

Alaaddin Keykubad, İslâm ülkelerini talan eden Moğollara karşı durmak için bütün müslümanların el ele vermesini istiyordu. Bu maksatla Harzemşah hükümdarı Celaleddin'e ittifak teklif etmiş ve her konuda yardıma hazır olduğunu söylemişti. Fakat iyi bir kumandan olmasına rağmen, siyasî görüşü kıt olan Celaleddin Harzemşah, bu ittifak teklifine, kendisinden beklenilmeyen bir harekete girişerek cevap vermişti. Celaleddin, Moğollar dururken İslam ülkesine girmiş ve âlimleriyle meşhur bir kültür merkezi durumunda olan Ahlat'ı kuşatmıştı. Bunu öğrenen Alaeddin Keykubad, Celaleddin'e yanlış yolda olduğunu, İslam mülküne tecavüz etmemesi gerektiğini, asıl Moğollarla meşgul olması lazım geldiğini anlatan bir mektup göndermiş ve Ahlatı muhasaradan vazgeçtiği takdirde, Moğollarla mücadelesinde kendisini destekleyeceğini de ilave etmişti. Bu güzel teklife kulağını tıkayan Celaleddin Harzemşah, Selçuklu Sultanı ile çarpışmaktan kaçınmayacağını söyledi. Neticede iki ordu 10 Ağustos 1230'da Erzincan yakınlarındaki Yassıçemen'de karşı karşıya geldi. Cereyan eden çetin muharebe neticesinde Celaleddin Harzemşah'ın ordusu mağlup oldu ve Harzemşah hükümdarı Selçuklu topraklarından uzaklaştı. Neticede siyaseti bilmeyişinin ceza'sını ağır bir şekilde ödedi ve Moğollar önünde mağlup oldu. Kendisi de Moğollar tarafından şehid edildi.

Yassıçemen muharebesini kazanan Alaaddin Keykubad Erzurum üzerine yürüdü ve amcası oğlu Cihanşah'ın idaresi altındaki şehri ele geçirerek şehri doğrudan doğruya Konya'ya bağladı.

Moğollara karşı ustaca bir siyaset takip ederek Anadolu üzerine gelmelerine mani oldu. Zaten Moğollar da şöhretini ve devletinin gücünü yakından bildikleri Alaeddin'in üzerine gitmeye cesaret edemiyorlardı. Onlar bu şanlı padişah'ın vefatını kollayacak ve ondan sonra Anadolu'ya dalacaklardı. Nitekim öyle yapmışlardır...
1234'te Eyyubiler gözünü Anadolu'ya dikmişti. Eyyubi imparatoru Sultan Kâmil, yanına 16 Eyyubi Melikini ve yüz bin kişilik ordusunu alarak Anadolu'ya girmişti. Bunun üzerine harekete geçen Alaeddin Keykubad Eyyûbî ordusunu karşıladı ve Eyyûbîleri üst üste bozguna uğratarak Anadolu'dan püskürttü.

Çetin mücadeleler sonunda Anadolu birliğini kurmaya muvaffak olan Alaeddin Keykubad, Suriye'yi fethetmek için hazırlıklara başladı. Bu hazırlık içerisinde iken 30 Mayıs 1237'de Kayseri'de zehirlendi ve 45 yaşında iken vefat etti. 17 yıl 5 ay tahtta kalan Selçuklu Devletinin bu büyük idarecisinin naaşı Konya'ya getirilerek kendisine nisbet edilen camiin yanındaki türbeye defnedildi.

Tarihlerin kaydettiği büyük idarecilerden birisi olan Alaeddin Keykubad, idareciliği esnasında devleti ihtişamın zirvesine çıkarmıştır. Takip ettiği dâhice bir ticaret ve iktisat siyaseti ile Anadolu Selçuklu Devletini dünyanın en zengin ve en müreffeh ülkesi haline getirmişti. Ülkeyi bir uçtan bir uca yollarla kervansaraylarla donatmıştı. Surlar, kaleler ile yeni şehir ve kasabaların inşası yanında, kervansaray, cami, medrese, hastahâne ve köprü yapımı gibi imar faaliyetinde bulunarak ülkeyi mâmur hale getirdi. Ordu ve donanmaya çok ehemmiyet verdi. Mükemmel bir ordu kurdu. Şeker, dokuma ve silah imalathaneleri kurdurdu.

Kendisi de âlim bir zat olan Sultan Alaeddin Keykubad ilme ve âlime son derece değer verirdi. Tanınmış âlimleri davet eder, onları mükemmel surette ağırlardı. Konya'ya gelen Bahâeddin Veled ve oğlu Celaleddin Rûmî'ye (Mevlânâ) büyük hürmet göstermişti.

Adalet işlerini yakından takip ederdi. Kapısı herkese açıktı. Her vakit ahaliyle görüşür, istek ve şikayetlerini dinlerdi. Haksızlığa uğrayanın işini bizzet takip eder, haksızlık düzeltilinceye kadar peşini bırakmazdı.
İslam ülkelerinin ve müslümanlarının meseleleriyle yakından ilgilenir ve İslamiyyet için bütün imkânlarını seferber ederdi. Bu hasletinden dolayıdır ki, Halife kendisini "Sultânu'1-Âzam" diye anarak, İslam hükümdarlarının en büyüğü olduğunu tasdik etmiştir.

17 yıllık saltanat devri, dünyanın gıpta ile baktığı, halkın maddî ve manevî huzur ve saadet içerisinde yaşadığı bir devir olmuştur.

Kaynak: Sevde.de

Osmanlı'da Av Sadece Eğlence Değil Ayrıca Bir Denetlemeydi

III. Ahmed avda

IV. Mehmed ava giderken

Türkler'deki av merakı daha Hunlar'dan itibaren kurumsal bir yapıya bürünmüştü. Büyük Selçuklular'da sultanın av işlerini düzenleyen ve "emir-i şikar", yani "avcıbaşı" denen bir görevli vardı. Türkiye Selçukluları'nda da aynı ünvana sahip bir görevli bulunuyordu, ancak avcılık teşkilatı Türk tarihinde en üst düzeye Osmanlılar döneminde ulaştı.

Osmanlı sultanlarının sürek avlarına doğancı ve şikar görevlilerinden başka hasoda ağaları, peykler, zağarcılar, sekbanlar, solaklar ve yüksek rütbeli devlet erkanı ile yeniçeriler ve bostancılar katılırdı. Avı organize etmekle sorumlu çakırcıbaşı, şahincibaşı ve atmacacıbaşı denen av ağaları devlet protokolünde ön sıralarda yeralırlardı ve padişahın yakınında bulunma hakkına sahip idiler.

Hükümdarlarla birlikte bazen binlerce kişinin katıldığı avlar sadece bir eğlence olarak değil, askeri talim ve hazırlık şeklinde kabul edilirdi. Av, askerin ve halkın durumunu bizzat yerinde izlemek ve onların şikayetlerini dinlemek için de önemli bir vesileydi.

Osmanlı sultanlarının binlerce kişiyi bulan av maceralarına dair arşivlerimizde onbinlerce belge vardır. Bu belgelerden padişahların katıldığı avlar için daha aylar öncesinden hazırlıklar yapıldığı, herşeyin en ince ayrıntısına kadar düşünüldüğü anlaşılır.

Kaynak: Uğur Demir (HaberTürk Tarih - 17.10.2010 - Sayı:21)

Gelmediğimi Söyle

Recaizade Mahmut Ekrem


Recaizade Mahmut Ekrem (Araba Sevda'sının yazarı), evde olduğunu bildiğini Ahmet Cevdet Paşa'yı ziyaret etmek ister. Evin önüne gelince kapı tokmağını çalar. Kapıyı açan uşak, içeriye girip tekrar gelir.
- Paşa hazretleri evde yok efendim, der.
Bu tavra canı sıkılan Ekrem uşağa tembih eder:
- Öyle ise paşaya benim gelmediğimi söyle!

Kaynak: Nesil Takvim

Ayakla Değil Kafayla



Padişah III. Selim Han, hüküm sürdüğü devirde dürüstlüğüyle tanınan bir bilgini kadı tayin eder. Bu alimin ayakkabıları pek eski ve yamalı imiş. Münasebetsizin biri bunun üzrine kadıya şöyle çatar:
- Böyle ayağına giyecek ayakkabısı olmayan adam kadı yapılır mı?
Kadı adama şu cevabı yollar:
- Kendisine söyleyin, biz hükümlerimizi ayağımızla değil, kafamızla veririz!

Kaynak: Nesil Takvim

6 Haziran 2011 Pazartesi

Otuz Sene Sonra

Zarfın içinden çıkan mektubun ince satırlarını çok eski bir aşinanın yüzünü hatırlar gibi tanıdı. Bu mektup ondan geliyordu. Gözlerinin önünde 30 sene evvelki son manzara canlandı:
Basit ve eski mobilyaları, yırtık perdeleri, kirli camları olan küçük bir odada karşı karşıya oturmuşlardı. Ortada bir masanın üstünde hazırlanmış bir bavul duruyordu. Masanın altında bol ve parlak tüylü iyi bir kedi uzanmıştı. Duvarda ılık bir sonbahar güneşinin titrek ışıkları yanıyordu.

Kadın oturduğu koltuğun dirseklerine parmaklariyle vuruyor, asabi bir sesle: “Hayır, hayır, diyordu, daha fazla tahammül edemiyeceğim. ben gidiyorum. Bu hayat değil, sürünmektir. benimle evlenirken vadettiğin bu muydu?” “Fakat sizinle evlenirken aşktan başka bir şey vadetmedim.” Bu cevabı sakin olmıya çalışarak vermişti. “Evet, hiçbir şey vadetmedim. Şimdi yine seni seviyorum. O halde vadimi tutuyorum. Fakat madem ki gitmek istiyorsun, hay hay!”

Kadın yerinden kalkmış, bavulu alarak kapıya doğru yürümüştü. O zaman içinde, arkasından koşmak, gitme, demek için şiddetli bir arzu duymuştu. Fakat harekete geçinceye kadar kadın sokak kapısından da çıkmış, arkasında kendisinden son canlı iz olarak sert bir kapı çarpması sesinden başka bir şey bırakmamıştı. O zaman beş senelik bir evlilik hayatının bu son gününde kalbinde ne sevinç, ne sızı, hiçbir his duymadan, hatta hiçbir şey düşünmeden uyuşuk bir halde saatlerce koltuğa gömülü kalmıştı.

Bu son günden beri otuz sene geçmiştir. Onu bir daha görmedi. İlk zamanlar bazı haberler aldı. Fakat sonra her şey mazinin karanlıklarına karıştı. Şimdi 65 yaşındadır. Hayatında canlı veya cansız kendisine bağlı ve kendisinin bağlı olduğu tek bir varlık yok. Yalnız başına, bir zamanlar hatırı sayılır bir dereceye gelmiş olan servetinin son kırıntıları ile yaşamaktadır.
Birkaç satırdan ibaret olan mektubu okudu. kadın, görüşmek için bir randevu veriyor, buluşma yeri olarak şehrin çok lüks bir pastahanesini gösteriyordu. Ne mektup, ne de bu davet onda hiçbir heyecan yaratmadı ve mektupta tespit edilen günde her zamanki elbiseleri, her zamanki hali, her zamanki yüzü ile pastaheneye gitti. Köşedeki küçük masalardan birisine oturarak beklemeğe başladı. Pastahane şık, güzel kadın ve erkeklerle doluydu. Birçok lisan konuşuluyor, garsonlar acele acele hizmet ediyorlar, arada bir şuh bir kahkaha işitiliyordu.

Bütün hayatında böyle lüks yerlere pek nadir gittiğini düşündü. Halbuki içinde bu şık insanlardan birisi olmak için nihayetsiz bir ihtiras ve arzu vardı. Buna rağmen neden bu alemlerin adamı olamamıştı? Mahcubiyet mi? parasızlık mı? Adam sen de; olmadı işte. Şimdi derdini mi çekeceğim? Daha ne kadar arzuları, ne ihtirasları böyle kalbinde kendi kendilerine yanmış ve sönmüşlerdi. Şimdi bu ateşlerin külleri bile kalmamıştı.
Birdenbire yanıbaşında titrek bir kadın sesi duydu:
“Beklettim mi?”
Başını kaldırdı, karşısında kendisine bakan bir kadın gördü. O idi. Fakat, Allahım, bir insan bu kadar değişebilir mi? Çizgilerle dolu bu yuvarlak yüzün, bu beyaz saçların otuz sene evvel kendisini bırakıp giden canlı, güzel kadınla ne alakası vardı? Fakat gözleri aynı gözlerdi: Tatlı, içleri ışıkla dolu koyu kestane renkli gözler!
Yerinden kalkmak istedi ve kekeliyerek:
“Affedin, dalmışım” diyebildi.
Kadın gülerek:
“Rahatsız olmayın, rahatsız olmayın” dedi ve hemen oturdu. Bir müddet birbirlerine baktılar. İlk evvel kadın söze başladı:
“İhtiyarlamışsınız. Seneler çabuk geçiyor. Fakat izleri çok kuvvetli!”
“Evet, ihtiyarladım. Sonra hayatın binbir cilvesi ve hadisesi bazan da ruhu da, bedeni de vaktinden evvel çöktürüyor. Ben de sizi ihtiyarlamış buldum. Yalnız aramızda bir fark var, neşelisiniz.”
“Neşeli miyim? Belki de. Zaten neşe, saadet gibi hallerin ne kadar izafi olduğunu şimdi anlamış bulunuyorum. Olabilir ki, şu dakikada sizi gördüğüm için neşeliyim. Fakat esasında hayır, dostum, yine eskisi gibi aksi, sert, hırçın tabiatım bütün neşemi silip süpürmektedir.”

Erkek bu sözlere cevap vermek istemedi. Onların altında hangi manaların gizlendiğini anlamıştı. Eski karısı, konuşmayı evlilik senelerine ve ayrılmak hadiselerine getirmek istiyordu. Halbuki kendisi o mevzulara girmekten çekiniyor, konuşmanın iki dost arasındaki bir konuşma şeklinde kalmasına çalışıyordu.
Fakat kadın niyetinde ısrar etti:
Cevap vermiyorsunuz. Siz de yine eskisi gibisiniz. Ruhan hiç değişmemiş olduğunuzu görüyorum. Hoşunuza gitmeyen bir sözümü cevapsız bırakmak!.. Şimdi bunları söylerken, hatta korkuyorum, acaba tıpkı o zamanlar yaptığınız gibi, kalkıp gidecek misiniz?”
Kadının bu sözlerini biraz endişe, biraz hiddet ve biraz yeisle dinledi. Acaba otuz sene sonra kendisini tekrar görüşmeğe davet eden eski karısı ona, bu lüks pasta salonunda, şehrin en tanınmış insanlarının gözü önünde, ölmeden evvel bir daha hakaret etmek mi istiyordu? İşte o, rengi ve bakışı değişmemiş gözlerinde ayni istihfaf dolu ışıklar belirmişti. O da kendisini bir an için otuz sene evvelin asabiyet havasına getirmek istedi. Fakat kadın birden elini tuttu ve hafifçe gülümsedi. Erkek bu el sıkışını, bu elden kendisine geçen sıcaklığı o kadar iyi tanıdı ki, aradan geçen seneler ipi kopmuş bir tesbihin taneleri gibi masanın üstünde dağıldılar, içini eski karısını ilk aşk günlerinin heyecaniyle öpmek için dayanılmaz bir arzu kapladı, başını ona doğru uzattı. Kadın hafif bir sesle, çok geç azizim, çok geç, dedi ve elini çekti. Yanlarından geçen garson bir şey içip içmiyeceklerini sordu. Erkek, karısının gözlerinin içine baktı:
“Ben çoktan beri yapmadığım bir şey yapacağım, alkol alacağım. Bir votka.”
Kadın: “Peki, dedi, siz votka için, ben koyu bir çay isterim.” Sonra eski kocasına dönerek:
“O günden sonra”, diye başladı, “sizi, yaptığınız bütün işleri, hareketlerinizi hep takip ettim. Bu otuz sene içinde ben neler yaptım? Bunlar ehemmiyetli şeyler değil. Evlendim, çoluk çocuğa karıştım, evlat saadetini, evlat acısını tattım. Bütün bunlar her insanın hayatının tabii hadiselerinden ibaret. Ben bugün yalnız sizden bahsetmek istiyorum.”
Erkek: “Nasıl isterseniz, diye cevap verdi. Ben şu dakikada sizinle tekrar buluşmanın verdiği zevk içindeyim. Evet, bu tam bir zevk. Çok soğuk bir havada sıcak bir odaya girerken duyulan zevk gibi bir zevk.”
Sözlerinin burasında dudaklarının kenarında beli belirsiz bir bükülme oldu ki, kadın içinden bir şeyin, iyi, güzel, ince bir şeyin kırıldığını hissetti. Yine ayni müstehzi tebessüm, diye düşündü, onun en samimi, en hararetli, en heyecanlı olduğunu sandığım anlarda beliren mel’un çizgi! İşte altmışını geçiyor; onu bıraktığım gün gençti, şimdi ihtiyar. Fakat onu bırakmak için ruhumda duyduğum büyük kuvveti yaratan bu çizgi yine yüzündedir, yine samimi olması lazım gelen bu anda beliriyor!
Erkek devam etti:
“Sizden ayrıldıktan sonra, daha doğrusu siz beni bırakıp gittikten sonra (bu kelimeleri ağır ağır, tane tane söyledi), hayatımı yalnız geçirdim, diyebilirim. Birçok işler yaptım, zengin oldum; kitap yazdım, siyasete karıştım, seyahat ettim ve sonra yoruldum. Şimdi şöyle bir arkama dönüp bakıyorum ve bütün bu çocukluklar, bu maskaralıklar, bu manasızlıklar mı benim hayatımı teşkil ettiler, diye hayret ediyorum.”
Kadın eski kocasının yüzüne şefkatle baktı:
“Evet, hayatınızın maceralarını biliyorum. Size bir şey söylemek isterim. Sakın kızmayın, o zamanlar sizi hülyalarınızdan, o hülyaları tenkit ederek zorla uyandırdığım zaman yaptığınız gibi, sert ve kaba sözlerle beni azarlamayın. Sizi büyük bir aşkla severek karınız olmuştum. Bende bu aşkı doğuran ne maddi gezelliğiniz, ne şuyunuz ve ne de buyunuzdu. Zaten güzellikten, şundan ve bundan fazla nasibiniz yoktu. (Kadın burada bellibelirsiz bir göz kırptı, erkek onun vaktiyle beraberken de kendisine çirkinsin ama seni seviyorum, dediği zaman ayni şekilde göz kırptığını hatırladı). Evet, beni size bağlayan bu hülyalarınızdı. Onlar yalnız sizin kendinize ait değildi. Bana, olmasını istediğiniz çocuklarımıza, vatana ait hülyalardı. Sizi hayranlıkla dinliyordum. Zengin olmak, meşhur olmak, büyük olmak istiyordunuz. İdeallerinize doğru yürürken maruz kalacağınız her felakette, erişeceğiniz her saadette kendimi sizin kolunuzda ve yanınızda düşlüyordum. Bir gün bana büyük bir inkılapçının hayatından bahsettiniz, bu hayatta karısının aldığı yeri söylediniz. Hapse girerken yanındadır, oradan kaçarken yanındadır, ihtilalin içinde ve siperlerde yanındadır!..
Çocukları seviyordunuz. Bizim çocuklarımız olursa onları nasıl büyüteceğimiz üzerinde ne uzun, ne ince hayaller kurdunuz! Her birinin hayat seyrini düşünüyor, bana anlatıyordunuz. Bu hülyalar renk ve hareket doluydu. Fakat dikkat ediyordum, tahayyüllerinizde bana biraz garip ve çok acayip gelen bir hususiyet vardı. Bu tahayyüllerde felaket ve faciaya büyük yer veriyordunuz. Hatta yer vermekle kalmıyor, teferruata kadar düşüyordunuz. Bir gün, doğmamış ve çok şükür ki doğmadılar, çocuklarımızdan bahsederken bana, sık sık kafama şu düşünce geliyor, demiştiniz, acaba kader bize bu çocuk bahsinde neler hazırlıyor? Sonra şunları anlatmıştınız: İkisi de çocuk için çıldıran bir karı koca tasavvur ediyorum. Bunların çocukları beş yaşına girdikleri zaman ölüyorlar. Kadın ve erkek her defasında ölen çocuklarının başucunda, birbirlerine bakarak, Allahım, diye dua ediyorlar, bize yaşayacak bir evlat bahşet! Fakat bu dua makbul olmuyor, seneler geçiyor, evlatlar göçüyor, nihayet kadın, erkeğine hayır, diyor, biz yaşayan evlat saadetini birbirimizden tadamıyacağız. Kaderimiz beraber bulunduğu müddetçe buna imkan yok. Bırak beni, ben çocuğumu başkalarından bulmağa gideceğim!
Bu hülyanı bana anlatırken, çocuklarının beş yaşına kadar nasıl büyüdüklerini, ana babanın onları nasıl sevdiğini, onlara nasıl baktığını, sonra o meş’um beşinci sene geldiği zaman nasıl bir ümitsizlik içine düştüklerini, çocukların nasıl hastalandıklarını, nasıl öldüklerini en ince noktalarına kadar anlatıyor, anlatıyordun!”
Erkek, karısının yüzüne baktı. Bu yüzde tarifi çok güç bir elem belirtmişti. Garsona bir votka daha ısmarladı, alkol hoşuma gidiyor, diye düşündü. Bir ruhiyatçı, alkol insanın, olduğu ile olmasını istediği hal arasındaki boşluğu doldurur, demiş. Bence olmasını istediği hal değil, maziyi, hali ve istikbali bir araya getirip birleştiriyor!
Kadın bir müddet sustuktan sonra konuşmıya başladı:
“Benim hakkımdaki hülyaların ne kadar tezatlı idi yarabbi! Bir gün bana, sen benden evvel ölmelisin, hem çok evvel ve ben ömrümün sonuna kadar başka hiçbir kadının yüzüne bakmadan seni düşünmeliyim, demiştin. Acaba bu mümkün mü? Neden olmasın?.. Bir irade meselesi. Nihayet hayalimde seni her zaman canlı tutabilirim. Resimlerini karşıma alarak onlarla bir karı koca gibi münasebet tesis ederim. Sesini plaklara alırım. Sabahtan akşama kadar evimizin içi yine seninle dolu kalır, diye ilave etmiştin ve bana, benim nasıl öleceğimi, mezarda nasıl çürüyeceğimi tasvir ederek, galiba, demiştin, ölümünden çok sonra bir gün mezarını gizlice açarak senden ne kaldı diye bakacağım. O zaman bir tutam saçla bir iki parça kemik bulacağım ve bunları alıp eve getireceğim!
Fakat bu karanlık, bu facialı hayallerinin yanında yine benim için renk, ışık dolu düşüncelerin vardı: “Seni kendi elimle yetiştireceğim, senin için kitaplar yazacağım, benim bütün yaptıklarım onun eserleridir, ben bir vasıtadan ibaretim diye bütün dünyaya ilan edeceğim” diyordun. Bana nasıl ihtiyarlayacağımızı, birbirimizden artık maddi zevk alamaz hale geldiğimiz gün beraber geçen bir ömrün hadiselerini nasıl hatırlayıp konuşacağımızı, çocuklarımızın, torunlarımızın etrafımızda nasıl dolaşacaklarını anlatıyor ve hayır, diyordun, “sen benden yalnız bir ay evvel öleceksin. Ben senden sonra ancak bir ay yaşamalıyım. O da ebediyen yok oluşunun ıstırabını tatmak, bu suretle senden en son zevki de almak için!”
Sonra elbiselerime, ev eşyalarıma ait hülyalarıma ait hülyaların vardı. “Elbiselerinle, eşyalar ve seninle benim aramızda münasebetler kuracağız. Öyle münasebetler ki, evimizi onlar yapacak, onlardan birisi bozulduğu zaman bütün ev tatsız bir manzara, tatsız bir hal alacak. İşte bu suretle evimizin sağlamlığını temin edeceğiz, diyordun.”
Erkek, kadının yavaş yavaş siz demekten vazgeçerek, sen diye konuşmağa başladığına dikkat etti. Bu, eski itiyadın tekrar, kendi kendine canlanması mıydı? Yoksa mahsus, samimi olmak ve samimi gözükmek kasdiyle mi böyle hitap ediyordu?
Kadın devam etti:
“Zenginlik hülyaların vardı. Zengin olacağız, zengin olacağız! Hayatta bütün ihtiyaçlarımızı, bütün arzularımızı en ehemmiyetsizlerine kadar tatmin edeceğiz,” diyordun ve “bu zenginliğe, doğru yollardan, namuslu yollardan geçerek erişeceğiz. Nasıl olacak, bilmiyorum, fakat muhakkak olacak. Zenginliğimizi iyi kullanacağız, kimsesiz çocukları büyütüp okutacağız, mektepler, hastahaneler açacağız. Bütün bu hayır müesselerine senin ismini vereceğim. Öldükten sonra ikimiz de daima iyilikle anılacağız” diye ilave ediyordun. Birçok projeler yaptın, ticaret, gazetecilik, fabrikatörlük, hülasa her türlü mesleklerin projelerini çizdin.

Fakat bütün bu projeleri yaparken küçük bir memurdun. Bana, evet, daha birkaç sene de böyle kalacağım. Sonra serbest hayata atılacağım, o zaman elele bütün projelerimizi gerçekleştireceğiz, diye heyecanlı vaitlerde bulunuyordun. Bu vaitlerin hiç birisine lüzum yoktu. Ben o zamanlar senden ve hülyalarından memnundum. Seninle ve hülyalarınla küçücük evimizde mesut yaşıyordum, yahut yaşadığımı sanıyordum.”
Kadın sustu, derin nazarlarla kocasına baktı. Bu buruşmuş ihtiyar yüzün o zamanlar kendisine verdiği tatlı heyecanı hatırlıyordu. Kalın,ciğerlerin ta ortasından gelen erkek sesin gözlerinin önünde canlandırdığı hayaller içinde yaşanılan birkaç seneden sonra birdenbire garip, esrarlı bir değişme olmuştu.

Erkek: “Devam ediniz, dedi. Gençliğimin bütün tahassürlerini gömülü oldukları yerlerden birer birer çekip çıkarıyorsunuz. Bunları ben hemen hemen hep unutmuştum. Şimdi bir başkasına ait hikâyeler dinliyor gibiyim.”
Kadın: “Şimdiden sonra söliyeceklerim acıdır. Şimdiden sonra, size, yıkılan şatodan bahsedeceğim, evet, yıkılan şatodan” diye tekrar başladı.

“İşte ilk evlilik senelerimiz bu hayaller içinde geçti, değil mi? Şimdi bir başkasına ait hikâyeler gibi hatırladığımız hayaller içinde. Fakat ben bunları bir başkasına ait hikâyeler diye anlatmıyorum. Kendi maceramı, içinde sizin de bulunduğunuz kendi maceramı anlatıyorum. Hayallerin yavaş yavaş şekil değiştirmeğe başlamıştı. Bunu ilk defa şöyle bir konuşmada farkettim: Biliyor musun, dedin, ne istiyorum, elime şu veya bu tesadüfle, mesela bir piyango isabetiyle büyük bir para geçiyor. Çocuklarımız doğmuştur. Ben bu paranın hemen hemen hepsini sana ve çocuklara bırakıyorum, kendime az bir para ile bir gün sizden habersiz ortadan kayboluyorum. Beni uzun zaman aradıktan sonra bulamıyarak ümidinizi kesiyorsunuz. Sonra seneler, seneler geçiyor, çocuklar büyüyor, sen belki evleniyorsun veya evlenmiyorsun. Bir gün, bir gece vakti kapını ihtiyar bir adam çalıyor. Bu adamın yüzünde tanıdığın izler var. Fakat ihtimal veremiyorsun. İhtiyar seninle konuşuyor, çocukları soruyor ve çekilip gidiyor. O benim! Senelerce dünyada dolaşmış, hayatın, dünyanın ne olduğunu anlamış bulunuyorum. Tekrar gelişim sana kendimi tanıtmak, hayalinde kaybolduğu zamanki hatlariyle yaşayan kocanın yerine ihtiyar bir adam koymak için değildir. Sırf, acaba kendimi sana tanıtmadan karşında durabilecek miyim, bunu anlamak içindir?”
Sen bu sözleri söylerken ben hayretle dinliyorum. İlk defadır ki, benden uzak, içinde benim bulunmadığım bir tahayyüle dalmıştın.

Sonra sende gördüğüm ikinci değişme yüzünde oldu. Bazan konuşurken ve en çok benimle alakalı olarak, bana sevgini anlatmak, benim için düşündüklerini söylemek veya benim sözlerimi tasdik etmek için konuşurken dudaklarının kenarında ince, belli belirsiz bir bükülme oluyor, yüzün bu bükülme ile müstehzi bir mana alıyordu. Demin de ayni çizgiyi yine dudaklarının kenarında gördüm. Seni heyecanla, hatta mest olarak dinlediğim zamanlar, bu çizgi yüzünde belirince bütün vücudum ürperiyor, yüksek bir yerden düşmüş gibi oluyordum.

Düşünce ve tahayyüllerin gittikçe vahşi, kaba şekiller almağa başladı. İnsani olan bütün hislerin bir ağacın kabuğu gibi sıyrılıp dökülüyor, bunun altından karanlık, çirkin, hırçın bir ruh meydana çıkıyordu. Zaman zaman önümde duruyor, sevmediğin bazı insanlardan ne kadar nefret ettiğini, onları işkenceler içinde nasıl öldürmek istediğini anlatıyordun. İnsanı öldürmek için korkunç makineler, vasıtalar, usüller düşünüyordun. Bir gün bana bir bıçak makinesinden bahsettin. Bir ağaç gövdesi gibi yüzükoyun uzatılmış insanın başından ayaklarına doğru bu makine altında dümdüz, birbirine müsavi, en ufak girinti ve çıkıntısı olmıyan altı parçaya nasıl bölüneceğini, bir başka gün diz çökmüş ve başı bir demir üzerine eğdirilmiş bir adamın başına birkaç metre yüksekten düşecek birkaç tonluk yuvarlağın bu başı nasıl yamyassı bir hale getireceğini en ince teferruatına kadar, hemen hemen zorla anlattın. O zaman vücutla baş bir kalkan balığının kuyruğu ile gövdesine benziyecek dedin. Yüzüne korku ile baktım. Gözlerin parlıyor, burun deliklerin açılıp kapanıyordu. Ne oluyorsun? diye bağırdığım zaman kendine geldin, korkma diye cevap verdin, bu mel’un adamlardan öyle nefret ediyorum ki, onları yok etmek için buralara kadar düşünüyorum. Sende yeni bir hal daha başlamıştı. Eskisi gibi neşeli, heyecanlı, hummalı değildin. Gittikçe daha az konuşuyordun ve beraber bulunduğumuz zamanın artık büyük kısmı sükutla, gözleri kapalı, kendi kendine düşüncelere dalmış bir vaziyette geçiyordu.

Sonra bana karşı o eski ince alakan azalmıştı. Arada bir, ah, diyordun; sen olmasaydın, ben yapacaklarımı bilirdim. Bütün elanımı, bütün gayretimi senin mevcudiyetin kırıyor”. Ve hemen söylediğin sözlerin benim üzerimde yapacağı tesiri azaltmağa çalışıyor, “sakın yanlış anlama sevgilim” diye ilave ediyordun, seninle daima ve gittikçe artan bir şekilde mesudum, demek istediğim; büyük işler yapmak istiyen insanlar yalnız olmalıdırlar, kalplerinde en ufak zaafları olmamalı, aşk, şefkat, merhamet hislerinden uzak kalmalıdırlar.
Kadın, “İstemiyorsan devam etmiyeyim, seni üzüyor muyum?” diye sordu.
Erkek, bir rüyadan uyanır gibi kendisini topladı, kekeliyerek: “Hayır, bilakis, devam ediniz; şimdi bir söz söylüyordunuz. Ben demek o zaman size büyük işler yapmak istiyen insanlar hayatta kalpsiz ve merhametsiz olmalılar, demiştim, öyle mi? Ne kadar yanlış bir görüşe saplânmışım!
Hayır, hayır! İşte ölümün eşiğinde bulunuyorum, büyük işler büyük kalplerle, bütün kainatı, bütün kainatın aşkını ve merhametini içinde taşıyacak büyük kalplerle başarılabilir. Aşksız, merhametsiz büyük eser verilmez. Aşk ve merhamet her büyüklüğün gıdasıdır.”

Kadın tekrar başladı:
“Evet, büyük işler yapacak insanlar kalpsiz ve merhametsiz olmalıdır, diyordun, insanları birer paçavra gibi kullanmasını bilenlerdir ki hayatta muvaffak olurlar. Fakat hedefe varmak için icap ederse insanların yüzüne güleceksin, ellerini, ayaklarını öpeceksin, kendilerine sadık kalacağına yeminler edeceksin, fedakarlıkların binbir misalini göstereceksin. Günü geldiği zaman, kudret ve kuvvet sahibi olduğun zaman da ilk darbelerini, her türlü izzetinefis fedakarlığı mukabilinde senin elini tutmuş, seni yükseltmiş olan bu insanlara vuracaksın. Onlar senden gelen darbeleri gördükçe şaşıracaklar, nankör, vefasız, hain diyeceklerdir. Ne ehemmiyeti var? Bütün bu feryatlar onların boğazlarından çıkacak son sözlerden ibarettir. Sonra ebediyen susacaklar!”
Tasavvurların zaman zaman beni endişeye düşürecek kadar ahlaksızlaşmıya başladı. Birkaç defa bana zengin olmak için tek çarenin şu veya bu vasıtalarla, diğer insanları soymaktan ibaret olduğunu süyledin, hatta bir gün, bilir misin, dedin, “ne kadar basit bir şekilde, bir sabah uyandığımız zaman kendimizi zengin bulabiliriz. İşte mesela benim çalıştığım dairenin mutemedi her ayın birinci günü memur maaşlarını vermek için 150 bin lirayı çantasına kor ve gelir. Bu adamı yolda, hatta dairedeki odasında daha çantasını açmadan soymak mümkün, hiç kimse de benden şüphelenmez. Bu işte ilk ve son şüpheler daima mutemedin üstünde toplanacaktır. Parayı bankadan alan odur, para çantası onun elinde iken yok olmuştur. O halde yok eden de bizzat kendisidir. Ne çıkar? On seneye mahkum olacak. Bilmeden yaptığı bu iyiliği karşılamak kolay. Yaşamak için bütün ümitlerini kaybetmiş, ihtiyarlamış, yorulmuş bir halde hapisten çıktığı gün kendisine meçhul bir yerden gönderilen on bin lira bulacaktır. İşte bütün o acı mazi unutuldu ve yeniden yaşamak ümidi doğdu!”

Bütün bu tahayyüller, bu tasavvur ve düşünceler arasında hayatımızın basit gidişi değişiyordu, ayni küçük memur kalıyordun, ayni mahrumiyetler içinde yaşıyorduk. Bu kadarla kalsa iyi. Daha fenası, amirlerinden ihtarlar almağa, cezalar görmeğe başladın. İşten eve asabi, yorgun geliyordun. Sana neden böylesin, neyin var? diye sorduğum zamanlar beni azarlıyor, yemeği acele acele yiyerek divanın üzerine uzanıp kalıyordun. Evin içinde senin yanında kendimi tamamen yalnız hissetmeğe başladım ve bu hisle beraber bende senin hakkında, evimiz hakkında, evlilik ve saadet hakkında yeni fikirler doğmaya başladı. Kendi kendime, acaba ben aldandım mı, diyordum, bu adam bir tahayyül makinesinden başka bir şey değil mi? İşte seneler geçiyor, işinde yükselmiyor, hatta fena notlar alıyor. Sonra onun gittikçe asabi, haşin ve kaba olması, düşüncelerinin, gittikçe vahşileşmesi, ahlaksızlaşması, bununla alakadar olmaz mı? Muvaffak olamıyor, olamayınca istikbalini ellerinde tutan adamlara düşman kesiliyor, arzularını daha kestirme yollardan, ahlaksızlık yollarından gerçekleştirmeyi düşünüyor!”

Vardığım bu neticelere yavaş yavaş inanıyordum. Artık seni bir yabancıyı tetkik eder gibi tetkik ve tahlil edebiliyordum. Evimiz bana gittikçe soğuk geliyor, eşyalarımızın eksiğini, azlığını farketmeğe başlıyordum.
Bu düşüncelerle beraber ben de sana karşı kaba olmağa başladım. Bana tahayyüllerini anlatmak istediğin zaman sözünü kesiyor, hatta bütün bu laflardan bıktım, anlıyorum ki, hayatımız hep böyle geçecek, diye cevap veriyordum. Bu cevaplarım seni sinirlendiriyor, hiddetle evden çıkıp gidiyordun. Yavaş yavaş ayni evin içinde iki yabancı, iki düşman haline geliyorduk. Bunu farkettiğim zaman kendi kendime hayret ettim. O halde neden seni bırakıp gitmiyordum? Bunun cevabını şöyle veriyordum: “Ben gidersem daha bedbaht olacak! Biraz daha beklemeliyim. Belki bu geçirdiği bir buhrandır, belki yakın bir günde iyiliğe dönecektir!”

Fakat, heyhat! Bütün ümitlerim boşa çıkıyor ve sen gittikçe esrarlı bir hal alıyordun. Bazan birbirimize tek kelime söylemeden günler geçiyordu. Yavaş yavaş şöyle bir endişeye kapıldım: Bir gün diyordum, beni bu evde yalnız bırakıp kaçacak, hatta bir tek satır bile yazmadan! Buna tahammül edemezdim. Haysiyet ve izzetinefsim böyle bir darbenin altında şiddetle yaralanırdı. Bu hasiyet ve izzetinefis düşüncesi bu suretle kendisini gösterince, artık senin her hareketini haysiyet ve izzetinefsime bir darbe diye karşılamağa başladım. O zaman bana söylediğin sözler bende daha acı, daha kırıcı tesir yaptılar. Bunun aksülameli fena oldu. Ben de senin gibi konuşmağa, senin sert sözlerine daha sert sözlerle mukabele etmeğe başladım. Bazan o kadar ağır kelimeler ağzımdan çıkıyordu ki, sen korku ile yüzüme bakıyordun. Bir kelime ile, şirret, kavgacı olmuştum.
Bendeki bu değişiklik seni evin içinde büsbütün bir hayal haline getirdi. Gece yarıları sessizce eve geliyor, sabahları yine beni görmeden, görmemeğe çalışarak gidiyordun. Benden korktuğunu anlamıştım. Sana öyle geliyordu ki, bir gün çalıştığın yere gideceğim, amirlerinin yanında sana en ağır hakaretleri yapacağım.”
Kadın birkaç saniye sustu. Sonra derin bir nefes alarak, ah, o günlerin ıstırabı, diye devam etti: “Sanki bütün vücudumu ince tellerle sıkı sıkıya sararak bağlamışlardı. Bu ince teller etlerimi kesiyor, her gün biraz daha derin yaralar açıyordu. Ruhumun maruz kaldığı işkence maddi ağrılar şeklinde her yanımı sarıyor, saatlerce yatakta büzülmüş bir vaziyette kalıyordum. Dünyada hiç bir acı bir kadının bu ruh işkencesinden doğan acı kadar öldürücü, yıpratıcı olamaz. Bedbaht değil, ondan daha beterdim. Fakat bütün bunlara rağmen seni hâlâ sevdiğimi görüyordum. Bu sevgi sana acımak şeklinde tezahür ediyordu. Evet, sana şiddetle acıyordum. Haline bir sarsaklık gelmişti. Rüyada yürür gibi yürüyordun. Üstünü başını ihmal ediyor, bazan günlerce tıraş olmuyordun. Nihayet o gün, o senden ayrılmanın benim için mukadder olduğuna inandığım gün geldi.”

Kadın sustu. Erkek eski karısının yüzünün sararmış olduğunu, gözlerinde yaşlar parladığını gördü. Elini yavaşça onun eli üstüne koydu. Fakat kadın elini çekti, ve “Evet, o gün geldi diye devam etti, sokakta idim. Döndüğüm zaman şapkanı vestiyerde gördüm, evde olduğunu anladım. Hiç bir kastim olmadığı halde içeriye yavaşça girdim. Sen odada idin. Kapı hafifçe aralıktı. Bu ince aralıktan senin yatağına oturmuş, iki elini de yüzüne kapamış olduğunu, hıçkırarak ağladığını gördüm.

Yine yavaşça geri döndüm, evden çıktım. Sokaklarda saatlerce avare avare dolaştım. Neden ağladığını düşündüm. “Yalnız kendisi için değil, benim için de ağlıyor. Beni mes’ut edemediğini anlamıştır. Benim kendisinin hayatta muvaffak olması için bir engel olduğumu görmüştür. Zaten bunu bana söylemedi mi? O halde onu bırakmalıyım. Onu ebediyen bırakmak, kendi hayatını yalnız başına istediği gibi yaşamasını temin etmek lazım. Bu benim ona yapacağım son iyiliktir. Bu benim için son vazifedir.”

Ayrılmak kararını vermiş olarak eve döndüm. Sana, seni serbest bırakacağım, hayatını bir kere de bensiz dene demek istemiyordum. Başka bir sebep ve bahane bulmak istiyordum. Çünkü seni haysiyet ve şerefinden yaralamazsam her şeye rağmen benden ayrılmağa razı olmıyacağını biliyordum.
Bu sebep ve bahane de zaten meydandaydı. Sefaletimiz, parasızlığımız, mahrumiyetlerimiz!
İki gün sonra bavulumu hazırladım, sana biraz görüşmek istiyorum, dedim. Yüzüm asık, sesim hiddetliydi. Oturduk. Ben iyi bir ev isterim, ben iyi bir hayat geçirmek için yaratıldım. Elbiselere, eğlencelere, gezmelere ihtiyacım var. Sen bunları bana temin edemezsin. Sen bana evliyken bu hayatı mı vadettin? Neler neler söylemiş, beni nasıl kandırmıştın? Çocukça, saçma hayaller içinde bunalmış bir insanla ömrümü harcamağa niyetim yok! dedim. Sen, dudaklarının kenarında, o mel’un çizgi yine belirmiş, sükunetle yüzüme bakıyordun. Bu sefer bağırdım: Senden cevap istiyorum. Ne diye aptal aptal yüzüme bakıyorsun?
O zaman bana yine sükunetle, yine dudaklarının kenarında o çizgi, seninle evlenirken aşktan başka bir şey vadetmedim. Seni yine seviyorum, o halde vaadimde duruyorum. Fakat madem ki gitmek istiyorsun, hay hay, dedin! İtiraf edeyim ki, senden ayrılmağa karar vermiş olmakla beraber, madem ki gitmek istiyorsun git cevabın beni bir yıldırım gibi çarptı. Kaburga kemiklerimin arasında sanki bir çelik zenberek sıkışmıştı. Nerede ise açılacaktı. Boğazıma tıkanan hıçkırığı zor tutarak bavulumu kaptım ve sokağa fırladım.”
Kadın sustu ve kocasına baktı. Şimdi nihayetsiz bir tevekkül ve sükunetle parlayan ve çizgileri sanki bir saat içinde daha çok derinleşmiş olan bu yüzü hiç bir zaman, en genç günlerinde bile bu kadar güzel görmemişti.
Erkek:
“Niçin mezardan çıkıp gelerek bütün bunları bana anlattınız?” diye sordu.
Kadın gözlerinin ta içine bakarak, ve kelimeleri birer birer, ağır ağır söyliyerek cevap verdi:
“Mezara girmeden evvel sizi son bir defa daha görmek için.”
Süratle yerinden kalktı, eski kocasının elini bile sıkmadan kapıya doğru yürüdü.

Samet AĞAOĞLU

Kaynak: Edebistan