16 Haziran 2011 Perşembe

Çanakkale, Balkan Savaşı’nda Uğradığımız Büyük Yenilginin Parlak Bir Rövanşıdır



Dünya 1914 yılında genel bir savaşa girdi: I. Dünya Harbi’ne, eskilerin deyimi ile “harb-i Umumi”ye veya “Cihan Harbi”ne…

Artık yaşlanmış olan Osmanlı Devleti, savaşta “Düvel-i Muazzama” denen dünya devletlerinin karşısındaydı. Romanya’dan Libya’ya, Yemen’den Azerbaycan’a kadar tüm cephelerde savaştı, her tarafa asker ve malzeme yetiştirdi. Kurulu düzenin eski ve hantal oluşuna rağmen İmparatorluğun has evlatları atalarından devraldıkları bayrağı yere düşürmemek için her alanda canlarını verdiler.

Türkiye’de birkaç nesle zorla ezberletilmiş bir siyasi türkü vardır: “Türkiye bu savaşta yenilmiştir, zira ortağı olan Almanya yenilmiştir, dolayısıyla o da yenilmiş sayılmıştır” denir.

Benim aklım buna bir türlü ermiyor. Yıllardır düşünüyorum, çıkış yolu bulamıyorum. İki ülke ortak çıkarları uğruna savaşa girerse, birinden biri yenildiğinde, diğeri neden yenik sayılsın? Yenik sayılmak ne demek? Bu hangi askerlik kitabında yazıyor? Eğer “savaş” dediğimiz şey futbol maçı değilse, kimin gücü kaldıysa dövüşe devam eder. Ortağınız yenildi ise siz neden yenilmiş sayılacaksınız? Askeriniz varsa, paranız varsa, silah gücünüz varsa tek başınıza savaşa devam edersiniz. Sonuçta yener yahut yenilirsiniz.

Nitekim Türkiye’de yaşananlar bunun ispatı olmuş, Balkan faciasından yüreği yaralı çıkan bir grup kahraman asker, Çanakkale’de hayatta olduğunu kanıtlamış ve Anadolu harbinde de Mustafa Kemal’in askeri dehası ve organizasyon gücü ile savaş kazanılmıştır.

Savaşa giden Osmanlı askerlerinin gurulu yürüyüşü

Mitralyözden Napalma

Dolayısıyla, Balkan, Çanakkale ve İstiklal Harbi’nin her üçünü de aynı sebebe bağlı tek bir harp olarak düşünmek yerinde olur. 1914’te başlayan I. Dünya Harbi, Türkiye’yi haritadan silmek için kuzey komşumuz tarafından başlatılan savaşlar dizisine Batı’nın bir katkısıdır.

Çanakkale Savaşı, 93 muharebesi ve Balkan savaşı gibi tam bir “imha” savaşıdır. Bu savaşta sivil halka düşman olan asker, sanayi ve finans kapital güçleri eski, dürüst savaşları ortadan kaldırarak yerine caniyane bir savaş biçimi koymuşlardır. İnsanları topluca yok etmek için harika bir savaş makinesi icat etmişler adını da “makineli tüfek” yahut “mitralyöz” koymuşlardır. Dünya savaş tarihinde bu şekilde başlayan yeni devir, günümüzde kullanılan ve yerin iki kilometre üzerinde patlayan binlerce insanı bir anda yok eden tonlarca ağırlıktaki “napalm” bombalarına kadar varmıştır.

Seddülbahir'de İngiliz kampı

Havada Buluşan Mermiler

Çanakkale Savaşı’nın üzerinden 95 yıl geçti. Bugün dahi savaş alanlarına gidip “dedelerinin nasıl savaştığını” merak edenlere devamlı anlatılan bir hikaye vardır: “Havada çarpışarak eriyen makineli tüfek mermileri…” Bunlardan savaş alanlarına yayılmış yüzlercesi hala topraktan çıkmakta, ziyaretçilerin yüreğini kabartmaktadır. Ancak karşılıklı kullanılan milyonlarca merminin nasıl olup da havada buluşacak kadar sık ateşlendiği kimsenin dikkatini çekmez, bu savaş makinesinin hangi zekaların ürünü olduğu pek sorgulanmaz.

Çanakkale Savaşı’nda kullanılan ve o çağın en ileri teknolojisi ile üretilen silahlar, bu savaşın bir “fuar” şekline döndüğünü gösteriyor. Sergi standına çevrilen siperlerde silahlı müşteriye uygulamalı tanıtılıyor, ne işe yaradığı anlatılıyor ve insanı nasıl öldürdüğü, dakikada kaç can aldığı, tetiği çekene nasıl bir güç sağladığı izah ediliyor. Bütün bunların yanında savaş, kahramanlık, şehadet, esaret sanki kan sofrasının ve şiirinin garnitürü gibi gösteriliyor.

Çanakkale Savaşı’nın gözlerden uzak düşmüş bir başka özelliği de, birbirinden binlerce kilometre ötelerde yaşayan halkların buluşarak savaşa tutuşmalarıdır. Dünyanın bir ucundaki İngiltere, diğer ucundaki sömürgelerinden asker toplayarak getirmiş, yolun yarısında bir başka ulusun üzerine göndermiştir. Bunu hangi güçle başarmıştır? Bu nasıl bir temel devlet idealidir ki, Londra sömürgeleştirilmiş, soyulmuş, son noktasına kadar siyasal ergden uzaklaştırılmış insan topluluklarını böylesine vahşi bir sevkiyata ve soykırıma ikna edebilmiştir? 1900’lerin başında bir Avustralyalı’nın veya Borneolu’nun yahut bir Anzak’ın Çanakkale Boğazı’nda ne işi vardı? Bu soru Çanakkale Savaşları’nın 90. yıldönümünde Avustralya ve Yeni Zelanda başbakanları tarafından törenlere katılan İngiltere veliahdı Prens Charles’a sorulmuştu.

Çanakkale Savaşları denizde ve karada 8,5 ay sürmüştü. Mehmed Akif Ersoy’un “tüm insanoğlu” anlamında “akvam-ı beşer” dediği topluluklar bu 8,5 ay zarfında birbirlerini boğazlamışlar, yarım milyon insan, kendilerini yöneten birkaç politik planlamacının eseri olan ve önlenemeyeceği varsayılan bir savaşta, canlarını kaybetmişlerdi. Elbette ölenler şehit, kalanlar gaziydi ama bu savaşa neden olanların ve çıkarları bunu önlemeye uygun düşmeyenlerin hiç de böyle bir şeref kazanmaya hakları yoktu.

Politik Savaşı Kaybettik

Tarih şeref madalyasını sadece “dürüstlere” verir. Çanakkale Savaşı, her iki taraf içinde bir imha savaşıydı. O zamana kadar isteklerini, karşı taraftan silah zoruyla elde etmeye çalışan uluslar, eski çağların düello yapan şövalyeleri gibi kahramanca savaşırlardı. Çanakkale ve sonrası ise ulusların birbirlerini “imha” etme savaşları oldu. Bu olayın savaş tarihi verilerinden hareketle “toplum bilim” açısından yeniden incelenmesi gerekir. Şimdiye kadar bu inceleme yapılmamış, sadece kahramanlık destanlarıyla yetinilmiştir. Türkler bu savaşı kazanmışlar ama ne yazık ki, hemen arkasından gelen politik savaşı kaybetmişlerdir. Zira Çanakkale Boğazı’ndan geçemeyen müttefik donanması iki yıl sonra 55 parça gemiyle İstanbul limanına demir attı.

Tüfeklere fişek yetiştirmeye çalışan Türk kadınları

Amiral Sözünde Durmadı

Müttefik donanmasını İstanbul’a getiren Mondros Mütarekesi imzalanırken mütarekeye Türkiye adına imza koyan Rauf Bey, İngiliz kumandanı Amiral Calthrope’a gelecek gemilerin arasında “Yunan gemisi bulunmaması için” ricada bulunmuştu. Calthrope bunu kabul etmekle birlikte Averof zırhlısını son dakikada işgalci donanmaya dahil etti. Gemiye, gözlerden uzak bir yerde demirlemesi talimatını verdiğini söylüyordu. Averof varsayılan bu talimatı dinlemedi, Dolmabahçe Sarayı’nın önüne demir attı. Bu da yetmedi; Calthrope, Averof’ta bir resepsiyon verdi ve yenik Türkiye’nin başı yerde generalleri, devlet adamları, halk temsilcileri bu davete icabet ettiler. Muzaffer İngilizler, savaş sonrasında Türklere açıkça hakaret ediyorlardı.

Çanakkale Savaşı’nı bir “imha savaşı” şekline sokanlar ve daha sonra 450 yıllık Osmanlı başkentini fiilen işgal edenler, kendi uygarlıklarının karşısına çıkan diğer uygarlıkları, insan topluluklarını ve farklı yaşam biçimlerini arzın sathından silebildikleri ölçüde yasallık ve devamlılık kazanacaklarına inanmışlardı. İnançlarını ileriki senelerde de sürdürmeye devam edecekler ve bu düşünce, davranışlarını ekonomik ve endüstriyel çıkarların çok ötesine taşıyarak yeryüzü çapında uygulayacaklardı. Bugün ulaştıkları nokta, budur.

Kaynak: Nezih uzel (HaberTürk Tarih – 24 – 07.Kasım.2010)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder