15 Ocak 2011 Cumartesi

Abdülhamid "Muazzam Bir Eser İsterim" Deyince Bugünkü Haydarpaşa Garı'nı İnşa Ettiler


Haydarpaşa İstasyonu'nun demiryollarının merkezi olması, 1872'ye kadar uzanır. Gar, bu tarihte İzmit'e kadar götürülmesi planlanan Anadolu demiryollarının başlangıç noktası olarak tasarlanmış, ancak Osmanlı Devleti ekonomik ve teknik yetersizlik yüzünden hattı işletememeiş ve kullanım hakkını bir İngiliz şirketine kiralamıştı.

İngiliz şirketi, hattı ilk başta Adapazarı'na, ardından da Ankara'ya kadar uzatma talebinde bulunduysa da, gerekli izni alamadı. Kısa süre devreye giren Almanlar ise, hattın işletme hakkını dönemin siyasi dengelerini de kullanarak ele geçirdiler. Deutsche Bank ile anlaşmaya varan Alfred von Kaulla adlı müteşebbis, ilk hattın İzmit'e kadar uzatılması için, 1892'ye gelindiğinde de Ankara'ya kadar ilerlemesi için hükümetten gerekli izinleri almayı başardı.

Demiryolu hattının kısa sürede işlerlik kazanması ve iskele vasıtasıyla Anadolu yakasına bağlanmasının ardından ek hizmet binalarının yapılması gündeme geldi. Bu amaçla yeni bir rıhtım binasının yanısıra, gümrük dairesi, polis karakolu ve antrepoların yapımına girişildi. Ancak, Sultan II. Abdülhamid, inşaat faaliyetlerini yeterince görkemli bulmadı.

Hükümdar, doğuya uzanan hattın merkezi konumundaki bu mevkide abidevi bir yapı görmek istiyordu. Bu isteğin etkisiyle 1906'nın 30 Mayıs'nda garın yapımına başlanmış ve 1908'in 19 Ağustos'unda Sultan'ın istediği görkemli bina ortaya çıkmıştı.

Kaynak: HaberTürk Tarih (Sayı:31 - 26.12.2010)

13 Ocak 2011 Perşembe

Selçuklu Devletini ihtişamın zirvesine çıkaran büyük idareci SULTAN MELİKŞAH


Alparslan'ın oğlu Sultan Melikşah, Selçuklu Devletini ihtişamın zirvesine çıkarmış bir idarecidir. Yirmi yllık saltanatı esnasında ilim ve adalet güneşi devlet semalarında yükselmiş, tarihte ender görülen bir huzur, refah ve saadet devri yaşanmıştır.

Melikşah 6 Ağustos 1055'te dünyaya geldi. Babası Alparslan tarafından ihtimamla yetiştirildi. Devrin âlimlerinden dinî ilimler tahsil etti. Tanınmış bahadırlardan harp dersleri alarak usta bir asker olarak yetişti. Henüz 8 yaşlarındayken devlet idaresiyle yakından ilgilenmeye başladı. 10 yaşında iken babasıyla birlikte Gürcistan seferine iştirak etti ve ordugâhta babasına vekâlet etti. Bizanslıların müdafaa ettiği bir kaleyi Nizamülmülkle birlikte fethetti. Ani yakınındaki Meryem Nişin Kalesi'nin muhasarasında ısrar etti ve kalenin fethinde mühim rol oynadı.

Alparslan; cesareti, idarecilikteki kabiliyeti ve İslama bağlılığı ile dikkatleri çeken ve herkesin sevgisini kazanan Melikşah'ı veliaht olarak göstermiş ve bunu her vesile ile ilan etmiştir. Alparslan 1066'da Melikşah'ı resmen veliaht ilan etti. Malazgirt savaşı öncesinde de bu arzusunu açıkladı. 1072'deki şehadetinden sonra da henüz 17 yaşında olan oğlu Melikşah yerine Sultan oldu.

Sultan Melikşah, saltanatının ilk iki senesini iç kavgaları yatıştırmak ve hudutları müdafaa etmekle geçirdi. Mahir bir idareci olan Nizamülmülkü geniş selahiyetlerle kendisine vezir yaptı. Devleti tehdit eden Karahanlı ve Gaznelilere karşı koydu ve onları mağlup etti.

Melikşah'ın en büyük ideali, bütün müslüman devletleri bir bayrak altında toplamak, İslam Birliği'ni tesis etmekti. Bu gaye için çalışmağa başladı. Halife Kaim bin Amrülah ile sıkı münasebet tesis etti. Halife, Melikşah'a, "Mu'izze'ddin" ve "Celâlüddevle" unvanları ile birlikte o vakte kadar hiçbir hükümdara verilmemiş olan ve hilafet makamının en büyük yardımcısı mânasına gelen "Kasım Emire'l Mü'minîn" lakabını verdi.
Melikşah devrinde Anadolunun fethinin tamamlanması hareketi süratle devam etti. Süleyman Şah'a yaptığı yardımlarla Anadolu bir İslam beldesi haline geldi. Vermiş olduğu emirle, Anadolu Selçuklu Devleti kuruldu.
Devlet teşkilatını ve orduyu intizama sokan Melikşah fetih hareketlerine babasının bıraktığı yerden devam etti. Kutalmışoğulları Süleymanşah ve Mansur ile, Türkmen reislerinden Artuk Bey, Tutak ve Alp İlig gibi namlı kumandanlar Anadolu'da zaferden zafere koşuyor, önlerine çıkan Bizans ordularını bozguna uğratıyorlardı.
Anadoludaki Hıristiyan halk, Bizans idaresinden bunalmıştı. Saray hileleri ve umumî idaresizlik yüzünden derebeyleri Anadoluyu kasıp kavuruyorlardı. Sık sık kendilerini imparator ilan ederek merkeze yürüyen kumandanların baskısına maruz kalıyorlardı. Bu yüzden kendilerine adaletle muamele eden ve gittikleri yere huzur ve refahı da birlikte götüren Müslümanları sevinçle karşılıyorlardı.

Türkmen birlikleri Yeşilırmak, Kelkit ve Çoruh havzalarını ele geçirmişler, Alaşehir'i fethederek Ege sahillerine kadar uzanmışlardı. Diğer bir kol da Urfa ve Nizip civarında Bizans ordularını yenerek Güney ve Güneydoğu'da fetihler yapmışlardı.

Süleyman Şah İznik'i fethetmiş, Üsküdar'a kadar ilerliyerek bütün Boğaziçini kontrol altına almıştı.
Kısa zamanda Mardin ve Diyarbakır ile civarındaki otuzdan fazla kale ve şehir fethedildi. Ayrıca Siirt, Bitlis ve Ahlat gibi mühim yerler de fethedilerek Büyük Selçuklu İmparatorluğuna katıldı.

Melikşah devrinde fethedilen yerlerden bazıları şunlardır: Musul, Kudüs, Dimeşk, Haleb, Lazkiye, Gence, Kafkasya, Kars, Oltu, Erzurum Gürcü Kralı tarafından ele geçirilen bu bölgeler 1080'de fethedilmiştir), Trabzon, Azerbaycan, Buhara, Semerkand, Hicaz Bölgesi (Mekke-Medine), Yemen...

Ömrünü İslama faydalı icraatlar yapmaya adayan Melikşah her zaman şu şekilde dua etmektedir:'Ya Rab, eğer İslama ben faydalı olacaksam, bana yardım et, muzaffer kıl! Eğer karşımdaki hasmım faydalı olacaksa, ona yardım et, onu muzaffer kıl!"
Sultan Melikşah, 20 Kasım 1092'de 37 yaşında-iken vefat etti. Cenazesi İsfahan'a götürüldü ve kendisinin yaptırdığı medresesinin yanındaki türbeye defnedildi.

Yirmi yıllık saltanatı esnasında Büyük Selçuklu Devletini Kaşgar'dan Boğaziçine, Kafkas'lardan Yemen ve Aden'e kadar genişletmek suretiyle devrin en büyük siyasî gücü haline getiren Melikşah, bu koca Devlette adaleti mülkün temeli yapmaya muvaffak olmuştur. Bu yüzden kendisine "Sultanü'l Âdil" denilmiştir. Saltanatı müddetince mağlubiyet yüzü görmediği için de "Ebu'l Feth" lakabı verilmiştir.

Melikşah zamanında, Nizamülmülk'ün de himmeti ve gayreti ile gayet muntazam bir divan (hükümet) teşkilatı ve yarım milyonu bulan muntazam bir şekilde yetiştirilmiş daimî ordu kurulmuştur.

Fakirleri, ilim ve san'at adamlarını korumak için devlet bütçesine ödenek koydurulmuştur
.
Âlimleri ve san'atkarlan himaye etmiş, onlara büyük alâka göstermiş, ilim sahibi zatları bizzat ziyaret ederek, onların ilmine ve şahsiyetlerine hürmet göstermiştir. Devrinde, İmam-ı Gazali, Kaşgarlı Mahmut, Cürcânî gibi âlimler yetişmiştir.

Mühim bölgelere Nizamiye Medreselerini kurdurmuş, yollar, çeşmeler, medreseler, camiler inşa ettirerek ülkeyi mâmur hale getirmiştir.

İlim ve adaletin büyük itibar gördüğü ülkesinde huzur ve refah hâkim olmuş, şaşaalı bir İmparatorluk tesis edilmiştir.


Kaynak: Sevde.de

Anadolunun kapısını müslümanlara açan büyük İslâm kahramanı SULTAN ALPARSLAN


Üzerinde yaşadığımız bu cennet vatanı bizlere armağan eden büyüklerimizden birisi de Sultan Alparslan'dır. İslâmın bu bahadır evlâdı Malazgirt'te kalabalık Bizans ordusunu perişan ederek Anadolu'nun kapısını Müslümanlara açmıştır. Fetih ordusu da açılan bu kapılardan tekbirlerle girmiştir ve her karışını kanlarıyla sulayarak kendilerine yurt edinmişlerdir...
Selçuklu Devletinin ikinci büyük hükümdarı olarak tahta geçen Sultan Alparslan 20 Ocak 1029'da doğmuştur. Küçük yaşlardan itibaren babası Çağrı beyin yanında muharebelere iştirak etti. Cenk meydanlarında kılıç sallayarak yetişti. Babasının sağlığında iken mert ve mahir bir kumandan olarak tanındı. Bizzat kumanda ettiği orduyla birlikte pek çok savaşlara katıldı ve zaferler kazandı. Çağrı Bey, henüz sağlığında oğlu Alparslan'ı Horasan tahtına veliaht tayin etmişti. Çağrı Bey 1060'ta vefat edince Alparslan Horasan valisi oldu.

Alparslan, amcası Tuğrul Beyin 7 Eylül 1063'te evlad bırakmadan vefat etmesi üzerine, 7 Aralık 1063'te Selçuklu Beyleri tarafından tahta çıkarıldı ve kendisine biat edildi. Kısa zamanda bütün Selçuklu beyleri ve Tuğrul Beyin veziri El-Kunduri de Alparslana biat etti (bağlılığını bildirdi). 27 Nisan 1064 günü Halife Kaim bi Amrillah'ın da hazır bulunduğu bir mecliste cülus merasimi yapıldı ve Alparslan sultan ilan edildi.

Alparslan ilk icraat olarak, asayişi temin etti. İsyanları bastırdı. Devlet teşkilatına ve orduya çeki düzen verdi. Akabinde de fetih harekâtına başladı. 1064'te bir Hıristiyan krallığı olan Gürcistan'ı fethetti. Kars'ı ve Ani'yi aldı.

Devleti için Bizanslıları devamlı bir tehdit unsuru olarak gören Alparslan, düşman üzerlerine gelmeden önce düşmanın üzerine gidilmesi yolunu seçti ve namlı kumandanlarını Anadolu'ya akınlara gönderdi. Bunlardan, Gümüş Tekin, Afşin ve Ahmed Şah Anadolu içlerine daldılar ve Bizans ordularını bozguna uğrattılar.
Afşin Bey 1067'de Malatya civannda çok kalabalık Bizans ordusunu bozguna uğratmış, Kayseri'yi fethederek Orta Anadolu'ya kadar ilerlemişti.

Afşin Bey 1069 senesinde de Anadolu'da Bizans ordusunu bozguna uğratarak akınlara devam etmiş ve Ege sahillerine kadar ilerlemiştir.

Alparslan, Kutalmışoğlu Süleyman Şah'a da Anadolu'nun fethini emretmişti. Bu namlı kumandan aldığı emir üzerine süratle Anadolu'ya dalmış ve fetih harekatlanna başlamıştı.

Selçukluların Anadolu'da üst üste kazandıkları zaferlerden ürken Bizanslılar, kesin netice almak için büyük bu ordu hazırlamışlardı. İki yüz bin kişilik bir büyük ordunun başına imparator Romanos Diogenes geçmişti. Niyetleri Müslüman Türkleri Anadoludan çıkarmak, hatta bütün Selçuklu topraklarını ele geçirerek bu devleti ortadan kaldırmaktı. Bu niyetle yola çıkmışlardı ve kendilerinden de son derece eminlerdi. Böyle kalabalık bir orduya kimsenin karşı koyamayacağını zannediyorlardı.

Bizans ordusu şarka doğru ilerlediği esnada Alparslan Halep civannda bulunmaktaydı. Niyeti, bütün Suriye'yi fethetmekti. Bizanslıların Anadolunun doğusundaki yerleri ele geçirip Azerbaycan'a girmek maksadıyla ilerlediklerini haber alınca ordusunun bir bölümünü Suriye'nin fethi için bırakıp kalan 54 bin kişilik kuvvetle süratle yola çıktı. Fırat'ı geçip, Diyarbakır yoluyla Ahlat'a doğru hareket etti. Bu esnada Bizans ordusu Malazgirt'e gelerek kaleyi ele geçirmişti.

Sultan Alp Arslan, Buharalı İmam Muhammed Bin Abdülmelik'in tavsiyesi üzerine muharebeyi Cuma gününe denk getirmişti. 26 Ağustos 1071 Cuma günü bütün İslam beldelerinde ve Malazgirt ovasında kılınan Cuma namazında halifenin gönderdiği şu hutbe ve dua okunmuştur:"Allahım! İslâmın sancaklarını yükselt ve hayatlarını Sana kulluk için esirgemeyen mücahidlerini yalnız bırakma! Ya Rabbi! Alp Arslan'ı düşmanlarına karşı muzaffer kıl ve onun askerlerini meleklerin ile kuvvetlendir! Zira O, Senin rızanı kazanmak için varlığını, canını ve her şeyini fedadan sakınmıyor. O Senin yolunda ve dininin üstünlüğü için nasıl cihat yapıyorsa Sen de onu öylece koru ve düşmanlarını kahret!"Malazgirt ovasında kılınan Cuma namazından sonra bütün erler bir birleriyle helallaşmıştı. Alparslan beyaz bir elbise giymişti.
Toplanan askerlerin yanına gelen Alparslan, atından inerek secdeye varmış ve Âlemlerin Rabbine şöyle niyazda bulunmuştu:'Ya Rabbi! Seni kendime vekil yapıyor, azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda cihad ediyorum. Ey Allahım! Niyetim halistir, bana yardım et, sözlerimde hilaf varsa beni kahret!"
Sultan Alparslan daha sonra askerlerine dönerek şöyle demiştir:"Burada Allah'tan başka bir sultan yoktur; emir ve kader tamamiyle O'nun elindedir. Bu sebepten benimle birlikte savaşmakta veya savaşmamak için uzaklaşmakta serbestsiniz."
Askerler heyecanla, hep bir ağızdan; "Asla emrinden ayrılmayacağız!" diye haykırmışlardı. Alparslan konuşmasına şöyle devam etmiştir:"Ey askerlerim! Eğer şehid olursam bu beyaz elbise kefenim olsun, Zaferi kazanırsak önümüzde çok hayırlı günler olacaktır. Ey askerlerim ve kumandanlarım! Daha ne zamana dek biz azınlıkta düşman çoğunlukta olmak üzere, böyle bekliyeceğiz. Düşmanı yenersek arzu ettiğimiz netice
hasıl olacaktır. Yoksa şehit olarak Cennete gideceğiz. Beni izlemek isteyenler gelsinler. Geri dönmek isteyenler serbestçe dönsünler. Onlara hiçbir ceza verilmeyecektir. Bugün burada ne emreden bir sultan, ne de emir alan bir asker vardır. Ben de sizlerden biriyim ve sizinle birlikte savaşacağım."
Bu konuşmasından sonra oku, yayı atarak kılıcını sıyıran Alparslan, "Bismillah!" diyerek en ön safta düşmana doğru at sürmüştür. Kumandanlarının arkasından şimşek gibi Bizans ordusu üzerine atılan 54 bin er, düşman ordusunu perişan etmişti. Gün boyu devam eden savaş neticesinde müslümanlar kesin zaferi kazanmış, kılıç artığı Bizans askerleri yüz geri kaçmağa başlamışlardı. İmparator Diogenes esir alınmıştı. İmparator, Sultan Alparslan'ın huzuruna getirildi. Muzaffer padişah esir imparatorun ellerini çözdürdü ve yanına oturttu. Esir imparatora misafiriymiş gibi davranıyordu. Sohbet esnasında İmparator'a sordu:üşündüğünüzün hiçbirisini yapmayacağım. Sizi karşılık beklemeden serbest bırakacağım" demiştir. Ey Rum Kayzeri, ben senin eline esir düşmüş olsaydım, bana nasıl muamele ederdin? Diogenes:
"Kamçılattınrdım" diye cevap verdi. Alparslan:
"Şimdi, benim size nasıl bir muamelede bulunacağım tahmin ediyorsunuz?"
"Ya öldüreceksiniz, yahut da bir harp esiri sıfatıyla bütün Selçuk ülkesini dolaştıracaksınız. Çok zayıf bir ihtimale göre de, benden bir kurtuluş akçesi ve rehineler aldıktan sonra serbest bırakacaksınız."
Alparslan bu cevab karşısında tebessüm etmiş ve Diogenes'e: "Bilemediniz. Düşündüğünüzün hiçbirisini yapmayacağım. Sizi karşılık beklemeden serbest bırakacağım" demiştir.
Alparslan, Diogenes'e bol miktarda altın para verdi ve yanına muhafızlar katarak İstanbul'a kadar emniyetle gitmesini temin etti.

Malazgirt zaferi üzerine Anadolunun kapısı Müslümanlara açılmıştı. Bu cennet belde kısa zamanda tevhid ehli ile dolacak, tekbirlerle nurlanacaktı.

Alparslan 1072'de Mâverâünnehir civarında fetih hareketlerine girişti. Fethettiği bir kalenin komutanı olan Yusuf Harezmî tarafından hançerlendi. Aldığı bu hançer yarasından kurtulamadı ve 25 Ekim 1072'de şehid olarak baki âleme göçtü. Cenazesi Merv şehrine götürülerek oraya defnedildi.

Mahir bir kumandan ve müdebbir bir idareci olan Alparslan İslâmiyeti harfiyyen yaşamaya gayret etmiş ve İslamiyetin kazandırdığı güzel ahlakla milletine örnek olmuştur. Düşmanlarını bile affetmesiyle, üstün ahlakını göstermiştir.

Alparslan, veziri Nizamülmülke geniş selahiyetler vererek memleketin baştan başa ilim ve irfan güneşiyle aydınlanmasına çalışmıştır. Hakkı tebliğ etmek ve yaymak için bütün imkanları seferber etmiş, Müslümanlara yönelen tehlikeleri bertaraf etmek için hayatını ortaya koymuş, cihaddan cihada koşmuştur.

Yahya Kemal'in "Alparslan'ın Ruhuna Gazel' şiirini hatırasını yâd maksadiyle naklediyoruz...
"İklîm-i Rûm'u tuttu cihangir savleti Tarîh o işde gördü nedir şîr savleti "
Titretti arş ü ferşi Malazgird önündeki Çüş ü hurûş-ı rahş ile şemşîr savleti
On yılda vardı sahil-i Kostantaniyye'ye Yer yer vatan diyarını teshir savleti
Ey şanlı cedd-i ekberimiz ab-ı tigınin Bî-hadd imiş güneş gibi tenvir savleti
Tasvir eder mi böyle şehinşâhı ey Kemâl Şimşekten olsa şi'rde ta'bir savleti"

Kaynak: Sevde.de

Selçuklu Devletinin Kurucusu SULTAN TUĞRUL BEY



Devrinde dünyanın en kuvvetli ve en büyük devleti olan Selçuklu Devleti ve büyük devlet adamı Tuğrul Bey...  Biri diğerini hatırlatan iki muhteşem isim...  

Müslümanların kurduğu büyük devletlerden olan Selçuklu Devletinin kuruluşu ve yükselişi Tuğrul Beyin hayatında düğümlenir. Çünkü Selçuklu Devletinin kurucu, ağabeyi Çağrı Beyle birlikte Tuğrul Beydir...  
Mahir bir devlet idarecisi, şecaatli ve dirayetli bir kumandan, İhlasın ve tevazuun zirvesinde bir Mü'min, Ceyhun'dan Fırat'a kadar uzanan bir devletin kurucusu Tuğrul Beyin hayatı ibretlerle doludur. Sarsılmaz azmin, ulvî idealin, dağ gibi îmanın müşahhas misalidir Sultan Tuğrul Bey...
Tuğrul Beyin baştan sona mücadelelerle dolu ibretli hayatına bakmak için nazarlarımızı Tuğrul Beyin doğduğu 995 tarihinde daha öncelere çevirmemiz konuya açıklık kazandıracaktır. Bu yüzden, Selçuk boyunun, Oğuzların Subaşılığını yaptığı devrelere gidiyoruz...

 Kınık boyu Beyi Selçuklular
 Selçukoğulları, Oğuzların Kınık boyuna mensuptur. Bu boyun beyidirler. Yine Oğuzların bir başka boyunun beyleri de Cihanın en büyük Devletini kuracak olan Osmanoğullarıdır.
Tuğrul Beyin Dedesi Selçuk Bey, babası Dukak beyin 910 yılında ölmesi üzerine sü-başı olur. Selçuk Bey 915 yılına doğru İslâmiyyetle müşerref olmuş ve bu yüce dini Kınık boyuna tebliğ etmiştir. Kınık boyuna mensup Türkler büyük bir coşkuyla İslâmiyyeti kabul etmişler ve İslamiyyetin diğer Oğuz boylarına da tebliği için şevkle çalışmaya koyulmuşlardır...

Selçuk Beyin oğullarından Mikail Bey, Çağrı ve Tuğrul Beylerin Babalarıdır. Mikail Bey, 998'te Çağrı ve Tuğrul Beyler henüz çok küçük yaştayken şehit düşmüştür.
Babalarının şehadetinden sonra Çağrı ve Tuğrul Beyler, dedeleri Selçuk Bey'in nezaretinde Cend şehrinde itina ile yetişirler...
Dedelerinin vefatından sonra iki bahadır kardeşin mücadele dolu hayat dönemi başlar...
Cesur, kahraman, dirayetli Selçukoğulları civar Devletlerin kısa zamanda alâkasını çekmiştir. Bunlardan en mühimleri; o devirde Dünyanın en büyük devletlerinden olan Gazneli Devleti ve Karahanlı Devletidir. İkisi de Müslüman Türk Devletidir. Sağlam idare tesis etmeğe muvaffak olmuş devletlerdir. Fakat her iki devlet de Selçuklulara el uzatmama, onlardan istifade etmememe yolunu tercih ettikleri gibi Oğuzların bu namlı boyunu ezmek, yoketmek için uğraşmışlardır. Bu yanlış kararları ve hırsları devletlerinin çökmesini netice vermiştir. Cenab-ı Hak, İslam'ın sancaktarlığını, ihlasla hareket eden Selçukoğullarının yapmasını takdir etmiştir.
Selçuk Beyden sonra Yabgu olan Tuğrul Bey'in amcası Arslan Yabgu'ya, Gazneli hükümdan Sultan Mahmud, görüşmek istediğini söylemiş ve Onu davet etmiştir. Suizânı aklına getirmeyen Arslan Yabgu da davete icabet etmiştir. Fakat Oğuzlardan çekinen Sultan Mahmud'un niyeti başkadır. Oğuzları başsız bırakarak daha fazla toparlanmalarını önlemek istemektedir. Bu niyetini fiiliyata dökerek Arslan Yabguyu yakalatıp, Hindistan'a Ganj nehrinin güneyine sürmüştür.
Arslan Yabgu Hindistan'da esir ve sürgünken yerine geçen yeğeni Yusuf İnanç Yabgu da 1028 yılında Karahanlılar tarafından yakalanıp şehid edilmiştir.
Gazneliler Deletler hukukunu açıkça ihlal etmişlerdi. Hiçbir sebeb yokken bir Oğuz beyini hileyle yakalayıp hapsetmişlerdir. Tuğrul ve Çağrı Beyler müteaddit defalar müracaat ederek amcaları Arslan Yabgu'nun iadesini istemişler, fakat her defasında bu istekleri reddedilmiştir.
Tuğrul ve Çağrı Beyler el ele vererek Selçukoğullarını "Adalet" esasına dayalı büyük bir devlet haline getirmek, Gaznelilere ve Karahanlılara adalet ve hakkaniyet dersini vermek için çalışmalara koyulmuşlardır.
İki cihangir kardeş bu kararı verdiklerinde hiç kimse bu küçük Oğuz boyunun, Gaznelilere boyun eğdirip daha sonra Akdenize ulaşacağını tasavvur edemezdi. Kartalın serçeye tasallutunun, serçenin istidatlarını (yeteneklerini) inkişaf ettirmesi gibi, kuvvetli devletlerin Selçuklulara tasallutu ve zulümleri de Selçukluların mukavemet ve mücadele azmini kamçılamış, kabiliyetlerini geliştirmiştir.
23 Mayıs 1040 tarihinde Büyük Selçuklu Devletinin resmen kuruluşuna kadar geçen mücadele dolu devreye bakmaya devam edelim...
Selçukoğulları ilk başlarda Müslüman Devletlerle çatışmaktan mümkün mertebe kaçınmışlar ve Bizans üzerine seferler tertip etmişlerdir. Çağrı Bey, 1016-1021 arasında Güney Kafkasya'ya dalmış ve beş yıl boyunca bir avuç Oğuz atlısı ile Bizans'ın doğu sınırlarında gezmiş, büyük ganimetler elde etmiştir.
Bahsi geçtiği gibi, yapılan haksızlıktan sonra Gaznelilerle mücadeleye karar verilmiş ve akabinde de Horasan'da devamlı akınlar yapılmaya başlanmıştır. O andan 23 Mayıs 1040'daki Dandanakan savaşına kadar devam edecek Gaznelilerle Selçuklular arasındaki mücadele başlamış olur.
Selçuklular ilk hedef olarak Horasan illerini seçmişlerdi. Onlar, Horasan'a hakim olacak siyasî kuvvetin aynı zamanda bütün İran'a hakim olacağını ve Yakın Doğunun efendisi olacağını biliyorlardı...
Selçuklular Sultan Mahmud'un ölümünden sonra, onun oğullan Sultan Muhammed ve Sultan Mesud arasındaki saltanat mücadelesinden istifade etmesini bildiler.
1031'de Horasan'ın doğu kısmının merkezi olan Herât'ı aldılar. Bu fethin akabinde Gazneliler Selçukluları yapılan savaşta yendiler ve elden çıkan topraklarını geri aldılar. Fakat, 1035 yılında Çağrı bey kumandasındaki Selçuklu ordusu, kuvvetçe çok üstün Gazneli ordusunu, dâhice bir taktikle bozguna uğrattı.
Selçuklular 1037 yılında Horasan'ın en büyük şehirlerinden Merv'i, daha sonra yine Horasan'ın büyük şehirlerinden Belh'i ele geçirirler.
Horasan'da Selçuklu fütuhatı peşpeşe devam eder. 1038'de Herat ve Nişâpûr fethedilir.
Selçukluların bu gelişmesinden rahatsız olan Gazneliler 1039 yılında Selçuklulara kati darbe vurmak için harekete geçmişlerdi.
Gazneli Hükümdan Sultan Mes'ud'un büyük bir orduyla üzerlerine gelmesi üzerine Çağrı bey, bütün Selçuklu ailesinden yardım istedi. Bu çağrıya Nişapur'un fethinden sonra sultan ünvanıyla adına hutbe okutan kardeşi Tuğrul bey, Merv'den eski Oğuz Yabgusu olan Musa maiyyetleriyle icabet ettiler...
İki ordu Merv civarında Dandânakan'da karşılaştı. Savaş neticesinde Gazneliler mağlup oldu. Bu savaştan sonra bütün İran Selçukluların eline geçti. Bütün civar ülkeler Selçuklulara baş eğdi.

Sultan Tuğrul Bey
Tuğrul Bey, Nişâpur'un fethini müteakip Nişapur'da Sultan ünvanıyla adına hutbe okutarak, köklü bir şekilde 1040 yılında tesis edilecek Selçuklu Devletinin hükümdarı olduğunu ilan etmiştir.
Çağrı Bey, kendisinden küçük olmasına rağmen, devlet idareciliğindeki mahareti yüzünden kardeşi Tuğrul Bey'in Sultan olmasını istemiş ve kardeşini candan desteklemiştir. Bu hareketiyle idarede birliğin ve halkın huzurunun ilk planda eldiğini göstermiş ve bir kumandan olarak devlete hizmeti şiar edinmiştir. Böylelikle askeri sahadaki dehasıyla Çağrı Bey, siyâsî sahadaki dehasıyla Tuğrul Bey Selçuklu Devletini zaferden zafere götürmüşlerdir.

 Ebû Talib Muhammed b.Mikâil b.Selçuk Tuğrul Bey
Selçukluların başına geçtikten 5 Eylül 1063 Cuma günü vefatına kadar 25 yıl aralıksız fütuhat yapmış ve dünyanın en büyük devletini kurmağa muvaffak olmuştur. Bu muvaffakiyetin en büyük âmili olan ittihad (birlik), Tuğrul beyin her zaman düsturu olmuştur.
Selçuklu Devletinin tanzim şeklinin ele alındığı Merv'de toplanan büyük kurultayda Tuğrul Bey, ittihad halinde hareket etmenin lüzumunu şöyle bir misalle açıklamıştır.
Tuğrul Bey kurultayda eline aldığı bir oku ağabeyi Çağrı Beye vererek kırmasını ister. Çağrı Bey bu tek oku rahatça kırar. Aynı hareketler tekrarlanır ve ok sayısı üçe çıkınca Çağrı Bey kırmakta zorlanır. Ve dört oku kıramaz. Bunun üzerine Tuğrul Bey, birlik olmadıkları takdirde kolayca yenilebileceklerini, birleşik oklar gibi tesanüd içerisinde oldukları her zaman muvaffak olacaklarını anlatır.
Tuğrul Beyin saltanatı esnasındaki Selçuklu fütuhatına hülasa olarak göz atalım:
Dandanakan zaferinden sonra süratlenen fütuhat hareketleri ile Belh kesin şekilde Selçuklu Devletine bağlanır. Toharistan fethedilir. Harzem ülkesi 1045'te Selçuklu idaresine girer. Güneydoğu İran'da önemli fetih hareketleri başlatılır. Umman Denizine, Basra Körfezi'ne kadar olan topraklar fethedilir.
1054'te Sistan, 1055'te Mekrân (Kirman ile Belûcistan arasındaki eyalet) alınır.
Bu şekilde fetihlere devam edilir ve Tuğrul Bey zamanında Selçuklu Devleti ihtişamın zirvesine çıkar. Bugünkü İran, Irak, Azerbaycan, Ermenistan, Baba ve Hindikuş Dağlarının kuzeyinde kalan bütün Afganistan, Türkmenistan, Karakalpakistan, Üst-Yurt ve Kızılkum Çölünü içine alan yüzölçümü 3.600.000 kilometre kareye ulaşan muhteşem bir devlet...
Tuğrul Bey zamanında Selçuklu hakimiyyeti altına giren bu topraklar son derece kesif nüfuslu, aynı zamanda mâmur ve büyük şehirlerin bulunduğu topraklardı. İktisadî ve stratejik değer bakımından fevkalade ehemmiyetli yerlerdi.
Dünyanın en büyük Devletlerinden birisi olan Selçuklu Devletine yine Tuğrul Bey zamanında 28 kadar devlet tâbi olmuştu. Adaleti mülkün esası olarak kabul etmiş olan Tuğrul beyin bu âdil idaresini gören birçok ülkeler kendiliklerinden Selçuklulara tâbi oluyorlar, bir kısım devletler de Selçuklularla Sulh anlaşması yapıyorlardı.
Tuğrul Bey bu büyük Devleti nasıl tesis etmişti?.. Bu muvaffakiyetin sırrı neydi?.. Bu suallerin cevabını Tuğrul Bey'in şahsiyetinde bulmaktayız...
Fermanlarının başına sultanlık alâmeti olarak "Hasbiyallah" (Allah bana yeter) yazan Tuğrul Bey, beş vakit namazını cemaatle eda etmeğe azâmi gayret gösterirdi. Yanına cami inşa ettirmeden kendisi için mesken inşa ettirmezdi.
Kıyafeti itibariyle, alelade bir kumandandan, bir halktan farksızdı. Teşrifat kaidelerine riayet etmez ve önüne gelenle konuşurdu. Son derece mütevâziydi.
Fevkalâde âdil ve dürüst, son derece cesur ve kahraman, cüretkâr, samimi bir müslüman olan Tuğrul Bey ilim ve din adamlarına da çok hürmet gösterirdi. Din âlimlerine son derece hürmet eder, onlan ziyaret ederek ellerini öper, dualannı alırdı.
Ayrılığa meydan vermemek için her türlü tedbiri alır ve ittihad-ı İslam için gayret gösterirdi. İslâm Âleminin birlik ve beraberlik içerisinde olmasını arzu eder ve bu ulvî arzunun tahakkuku için çalışırdı. Bu yüzden, Halife Kaim'i Şiî Büveyhoğullarının baskısından kurtarmış ve Kahirede'ki Şiî Fatımî halifesine karşı Ehl-i Sünnet mensuplarının halife kabul ettikleri Kaim Bi-Emrillah'a destek olmuştu. Bu gayretlerinden dolayıdır ki, Halife Kaim 15 Aralık 1055 Cuma günü Bağdad'da hutbenin Tuğrul Bey adına okutulmasını emretmiştir. O andan sonradır ki Tuğrul Bey, bütün İslâm Âleminin manevî lideri durumuna da gelmiştir.
Tam olarak tesis tarihi olan 1040'tan inhitat (çöküş) tarihi olan 1308'e kadar 268 sene devam edecek büyük bir Devletin kurucusu Sultan Tuğrul Bey, Devletin ikinci başşehri olan Rey'de bugünkü adıyla Tahran'da medfundur.

Kaynak: Sevde.de


Mihrişah Valide Sultan


Mihr-î-Şah Valide Sultan (d. 1745 - ö. 16 Ekim 1805[1]), Osmanlı İmparatorluğunun Valide Sultan'ı, padişah III. Selim'in annesi ve Sultan III. Mustafa'ın eşi.

Mihr-î-Şah Valide Sultan 1745 yılında dünyaya geldi. Ceneviz asıllıydı ve doğduğu zamanki isminin Agnes olduğu sanılmaktadır. 1789 yılında oğlu III. Selim'nın tahta çıkması üzerine Valide Sultan oldu. 1795 yılında İstanbul'un Eyüp semtindeki Mihr-î-Şah Valide Sultan Okulu ve Külliyesi 'ni, 1796 yılında Bahçeköy'deki Arabacı Mandırası Deresi üzerindeki Valide Bendi 'ni, 1805 yılında Yeniköy'deki Mihr-î-Şah Valide Sultan Çeşmesi 'ni yaptırmıştır. Eyüp semtinde inşa ettirdiği imaret ise ikiyüz yıldan beri faaliyetlerini sürdürmektedir.

Divân Edebiyatındaki Yeri

Şair Münib, Mihr-î-Şah Sultan hakkında aşağıdaki dizeleri yazmıştır:

Mihr-î-Şah Kadın o Hûrşid-ü Kamer kevkebe kim
Pertev-i şânı kadar gamkede-i âlem-i şen
Mehdi-i ulyâmi edüb refêti temdit-i sürûr
Kimsenin tıfl-ı derd ile olmaz şiven

Oğlunun saltanatı sırasında 1805 yılında öldü ve defnedildi. Mihr-î-Şah Valide Sultan ve oğlu Padişah III. Selim'in her ikisi de Mevlana (Muhammed Celaleddin-i Rumi) Tarikâtı mensubuydular.

Türbesi

Sandukası


Kaynak: Wikipedia

Şehsuvar Sultan

Şehsuvar Valide Sultan (d. 1682 - ö. 27 Nisan 1756[1]), Osmanlı padişahı III. Osman'ın annesi, Valide Sultan ve Sultan II. Mustafa'in eşiydi.

Sırp asıllıydı ve doğduğu zamanki ismi Mari idi. Oğlu III. Osman'ın 3 yıllık saltanatının ilk 2 yılı boyunca Valide Sultan oldu. 1756 yılında oğlunun saltanatı sırasında, oğlunun ölümünden 1 yıl önce öldü. Cenazesi Istanbul'un Fatih İlçesinin Çemberlitaş semtinde bulunan Nuruosmaniye Camii'ndeki Şehsuvar Sultan Türbesine gömüldü.

Şehsuvar Sultan'ın türbesinin bulunduğu Nuruosmaniye Camii
 

Kaynak: Wikipedia

I. Mahmud'un Annesi Saliha Sultan

Saliha Sebkati Valide Sultan (1680-1739) Osmanlı padişahı I. Mahmut'nın annesi, Valide Sultan ve Sultan II. Mustafa'in eşiydi.

Rum asıllıydı ve doğduğu zamanki ismi Aleksandra idi. Oğlu I. Mahmut'ın 1730 yılında tahta çıkmasıyla Valide Sultan oldu. Oğlunun 24 yıllık saltanatının ilk 9 yılı boyunca Valide Sultan kaldı. 1739 yılında oğlunun saltanatı sırasında öldü. Cenazesi İstanbul Eminönü'nde Yeni Camii Turhan Hatice Valide Sultan Türbesi'ne gömüldü.

Yeni Cami'nin dışarıdan görünüşü


Kaynak: Wikipedia

11 Ocak 2011 Salı

Kristof Kolomb'un Kılavuzu - Amerika'nın Keşfi Müslüman Bir Denizciye Aitti



Artık şunu kesinlikle biliyorum ki; Ülkemizin en önemli sorunu ekonomi değildir, terör de değildir… BİLİNÇSİZLİKTİR!

Sosyal refahın, siyasi istikrarın, ekonomik kalkınmanın ve kültürel gelişmenin temelinde eğitim yatar. Eğitimsiz bir toplumda cehalet, yoksulluk ve anarşinin olması kaçınılmazdır. Şükürler olsun ülkemizde okuma yazma oranı %95 civarlarındadır. Ama okur yazar olmak vatandaşlarımızın her gün araştırıp okuduğunu ve yeterli bir eğitimden geçtiğini mi ifade ediyor? En önemlisi de okuyanların ne okuduğu ve okuyanlara neler öğretildiğidir!

İşte, tarihten bir örnek:

Kristof Kolomb’un kendi el yazısı ile yazılmış, Amerika seyahat notları Paris’te “Bibliotheque Nationale” de, yani Fransız Milli Kütüphanesi’nde muhafaza edilmektedir.

Fransız amirallerden Dr. Charcot, 1928 yılında yayınladığı “Colomb Vu Par Un Marin-Bir denizci tarafından K.Kolomb hakkında görüşler” isimli eserinde, Kolomb’un kitabından şu cümleyi naklediyor:

“Rodrigo sıradan bir tayfa değildi. Osmanlı deniz kuvvetlerine mensuptu. Dinini gizlemek zorundaydı. Onun Müslüman olduğunu benden başka bilen yoktu… Geceleri pek az uyur, devamlı harita üzerinde çalışır ve hesaplar yapardı. Bu haritaların ve tuttuğu notların birer kopyasını çıkardım… Keşfin şerefini bir Müslüman’a kaptırmamak için açıklamadım…”

Dr. Charcot, Kolomb’un bu itirafını kendisi şöyle değerlendiriyor ve bütün dünyanın dikkatine arz ediyor:

“Amerika’nın keşfi şerefi Kolomb’a değil, Müslüman Denizcilere aittir!”

“Rodrigo” adı, Batı tarihlerinde öteden beri “Kolomb’un sağ kolu ve harita uzmanı” diye bilinmekte idi. Fakat Osmanlı Deniz Subayı olduğu ancak 1928 de yukarıda zikredilen yayın ile duyurulmuş oldu.(1)

1929 yılında Milli Müzeler Müdürü Halil Edhem Eldem, Topkapı Sarayı arşivlerinde Piri Reis’in haritasını buldu. Atatürk’ün özel ilgi ve emirleri doğrultusunda haritanın basımları yapıldı. Dünya bilim çevrelerine tanıtıldı ve tartışıldı…

Piri Reis haritasının önemi Amerika’nın doğu kıyılarını, Kolomb’un ayak bastığı toprakları göstermesi ve Piri Reis’in haritanın kenarına düştüğü notlardır. Bu haritanın kenar notlarında (Piri Reis’in el yazısı ile) “Rodrigo” adı aynen geçmekte ve O’nun büyük denizcimiz Kemal Reis’in “Baş Tayfası” olduğu belirtilmektedir.

” Bunu Kemal Reis’in biraderzadesi diye meşhur, Hacı Mehmet’in oğlu fakir Piri 919 (1513) Muharremülharamında Gelibolu şehrinde yazdı, Allah ikisini de affetsin.”

Piri Reis, Kemal Reis’in yeğeni olup küçük yaştan itibaren denizlere açıldığı için Rodrigo’yu tanımaktadır…

Kristof Kolomb’un bu itirafını, neden okullarımızda öğrencilerimize öğretmezler ki? İspanya’ya karşı ayıp mı olacak?

1490’lı yıllarda İspanya’da Müslüman ve kütüphane katliamı yaşanıyordu… Museviler bile Osmanlı’ya sığınmıştı… İspanyollar, bir medeniyeti yok etmiştir. Şimdi de “Medeniyetler İttifakı” adı altında “insan hakları, demokrasi, kardeşlik” dersi vermeye çalışıyorlar!

Müslüman düşmanı İspanya adına denize açılan Kolomb’un haritacısı ve kılavuzu Rodrigo, Müslüman Türk kimliğini gizlemek zorunda kalmıştı!

Sanki bir güç, gerçek bilgilere ulaşmamızı istemiyor. Sadece kendilerinin sunduğu bilgilerle yetinmemiz gerektiği öğretiliyor…

Okumayan, araştırmayan, sorgulamayan, yorumlamayan ve yazmayanlar kendilerine sunulanlara biat ederek, gizli kölelik yaptıklarının farkına varmadan yaşadıklarını sanırlar.

YILMAZ KARAHAN

(1) Zafer İlim Araştırma Dergisi- Haziran 1990, Sayı: 162

...alıntıdır...
 

8 Ocak 2011 Cumartesi

Karınca ve Aslan...

Küçük bir Karınca her sabah erkenden işine gelir ve neşe içinde çalışmaya başlardı…
Çok çalışır… Çok üretir... Ve bunları keyif içinde yapardı.

Patronu Aslan, Karınca’nın başında yöneticisi olmadan kendiliğinden bu kadar hevesle çalışmasına çok şaşırırdı. Bir gün karı ve verimliliği arttırmak için aklına parlak bir fikir geldi. Eğer Karınca, başında bir yönetici bile olmadan bu kadar üretken olabiliyorsa, bir de başarılı bir yöneticisi olsa neler yapardı.

Bunun üzerine, müthiş bir yöneticilik kariyeri olan ve yazdığı raporlarla ünlü Hamamböceği’ni işe aldı. Hamamböceği işe öncelikle bir saat alarak başladı. Böylece Karınca’nın çalıştığı saatleri tam olarak ölçebilecekti. İş saatlerinde gevşekliğe müsaade etmeyecekti. Elbette raporlarını düzenleyecek bir sekretere de ihtiyacı olacaktı. Bu nedenle hem telefon trafiğini yönetmek ve hem de arşiv işleri için Örümcek’i işe aldı.


Aslan, gelişmelerden çok memnundu. Hamamböceği’nin hazırladığı raporlar gerçekten harikaydı. Hatta ondan üretim hızını ölçen ve karlılığı analiz eden renkli grafikler de hazırlamasını istedi. Böylece bu raporları ortaklarına sunum yaparken kullanabilecekti.

Hamamböceği, bu raporları üretebilmek için yeni bir bilgisayara ve donanıma ihtiyaç duydu. Artık artan ekipmanlar için de artık bir bilgi işlem departmanı oluşturmanın zamanı gelmişti. Bu işleri idare etmek için Sinek’i işe aldı.

Bir zamanlar mutlu, üretken ve rahat olan Karınca bu yeni toplantı düzeninden ve evrak işlerinden yılmıştı. Zamanın büyük bir kısmını sorulan soruları cevaplamak ve evrak işleri yapmakla geçiyordu.

 
Aslan, Karınca’nın bölümünün giderek büyümesinden memnundu. Bölümü daha da büyütmek üzere bir üstyöneticiye ihtiyaç olduğunu düşündü. Ve bölüm başkanı olarak başarıları ile ünlü Ağustosböceği’ni işe aldı.
 
Kendi rahatına ve keyfine düşkün Ağustosböceği’nin ilk icraatı ofisi rahat edebileceği yeni mobilyalarla döşemek oldu. Tabi ki kendisinin yeni bir bilgisayara, bütçe kontrol ve stratejik verimlilik planı hazırlanması için kişisel bir yardımcıya ihtiyacı vardı. Bunun üzerine eski işyerindeki yardımcısını işe aldı.

Karınca’nın çalıştığı yer giderek kimsenin gülmediği, neşesiz ve mutsuz bir mekana dönüşmüştü. Ağustosböceği, patronu Aslan’ı ortamın ruh halini değiştirecek bir çalışma yapılması gerektiğine ikna etti.

 
Bunu üzerine, Karınca’nın bölümünde olup bitenleri gözden geçiren Aslan, üretimin ve karlılığın dramatik bir şekilde düştüğünü farketti. Hemen, son derece itibarlı ve iyi tanınmış bir Danışman olan Baykuş’u sorunu çözmesi için işe aldı.

Baykuş, Karınca’nın departmanında 3 ay geçirdi. Bu hummalı çalışmanın ardından ciltlerce süren muhteşem bir rapor yazdı.


Raporun sonucu şuydu: “Departmanda aşırı istihdam vardı”.

Aslan, raporu inceledikten sonra dramatik bir karar verdi. Ve, elbette, ilk olarak negatif tavırlarıyla dikkat çeken, mutsuz ve çalışma isteğini kaybetmiş olan Karınca’yı işten çıkardı...

...alıntıdır...

Bir Kalbe Kaç Sevgi?

Peygamberimiz (a.s.m.) bir gün Hz. Ali'ye sordu:
- Allah'ı sever misin?
- Evet
- Ya beni?
- Evet
- Fatıma'yı?
- Evet
- Hasan ve Hüseyin'i? dedi Peygamberimiz (a.s.m.)
- Severim ey Allah'ın resulü
Peygamberimiz bu defa sordu:
- Ey Ali, bu kadar sevgiyi bir tek kalbe nasıl sığdırıyorsun?
Ali, Peygamber sınavındaki bu soruya cevap bulamadı. Eve gidip durumu eşi Hz. Fatıma'ya anlattı. Hz. Fatıma eşine hayret etmişti. Buna cevap çok kolaydı.
- Git söyle Peygambere, dedi.
Hz. Fatıma öğretmişti eşine sevme şeklini:
- Allah'ı sevmen imanından, aklındandır... Peygamberi sevmen gönlündendir... Beni sevmen nefsindendir... Hasan ve Hüseyin'i sevmen babalığındandır...
Peygamberimiz, Hz. Ali'nin bu cevabını duyduğunda gülümseyerek kaynağa işaret etti:
- Bu meyve peygamberlik ağacından alınmışa benziyor...

Kaynak: Nesil Takvim

Kiminle Arkadaşlık Yapılmaz

Çam Dağı, Barla'da yürümeyle dört-beş saatlik mesafede bir dağdı. Bediüzzaman bir gün hizmetinde bulunan talebelerinden Hüseyin'le bu dağa çıktılar. Yanlarına yiyecek olarak bir ekmek, biraz da katık almışlardı. Dağa çıktıklarında gün yeni aydınlanmıştı. Sabah kahvaltısı yapacaklardı. Bir çam ağacının altına mütevazı sofralarını kurdular. Hüseyin ekmeği aldı, ortadan ikiye böldü. Bir parçası diğerine göre büyük olmuştu. Büyük olan parçayı Bediüzzaman'a uzattı:
- Buyurum Üstad'ım, dedi.
Bediüzzaman ekmeği alırken, dikkatli bir şekilde Hüseyin'e baktı. Hüseyin'in rengi değişti:
- Bir şey mi oldu Üstad'ım? dedi.
- Yok kardeşim, bir şey dikkatimi çekti, dedi. Ekmeğin büyük olan parçasını bana verdin. Bu konuda sana bir düsturu hatırlatayım.
Ve şöyle devam etti:
- Bak kardeşim! Birisi seninle bir dilim ekmek paylaşırsa, yahut bir elmayı bölüşürse, eğer yarıdan fazlasını kendisine alırsa, o kişiyle sakın arkadaşlık yapma.

Kaynak: Nesil Takvim

Kısasın En Güzeli ve Meleklerin Yardımı

Kısasın En Güzeli
Ensar'dan bir adam, konuştuğu zaman insanları güldürürdü. Peygamber (a.s.m), bir defasında onun bedenine çubukla vurmuştu. Adam, "Ey Allah'ın Resulü! Senden kısas hakkımı almamam izin ver!" dedi.
"Buyur, o halde hakkını al!"
"Ancak, o zaman benim bedenim açıktı, senin ki ise kapalı" deyince, Allah Resulü, gömleğini çıkardı.
Adam, onu hemen kucaklayıp, bedenini öptü ve "Zaten maksadım bu idi, ey Allah'ın Resulü'" dedi.

Meleklerin Yardımı

İbni Abbas (r.a.) anlatıyor:
Bana Ömer b. Hattab (r.a.) anlatmıştı, demişti ki:
"Bedir günü gelince Resulullah(a.s.m.) müşriklere baktı, bin kişi; ashabına baktı, üç yüz on dokuz kişi! Hemen kıbleye dönüp ellerini kaldırdı, kollarını uzattı. Rabb'ine sesli olarak dua etmeye başladı:
- Allah'ım! Bana vaat ettiğini yerine getir. Allah'ım bana zafer ver. Allah'ım, Müslümanların bu bir avuç ordusunu helak edersen, yeryüzünde sana ibadet edecek kalmaz.
Ellerini öylesine gererek Rabb'ine dua etmiştir ki, ridası omuzlarından kayıp yere düştü. Hz. Ebu Bekir onu alıp tekrar omuzlarına koydu. Sonra arkasından yanına yaklaşıp:
- Ey Allah'ın Nebisi! Artık Rabbine olan yakarışın yeter. O sana olan vaadini elbette yerine getirecektir, dedi. Tam o sırada Allah Teala şu vahyi indirdi:

"Hani siz Rabb'inizden imdat istiyordunuz da, o 'Muhakkak ki, meleklerden birbiri ardınca bin tanesi ile size imdat edeceğim' diyerek duanızı kabul buyurmuştu." (Enfal Suresi, 9. ayet)

Ve o gün Allah, gerçekten meleklerle yardımını göndermişti. Bedir Savaşı kazanılmıştı.


Kaynak: Nesil Takvim

Tarihten Fıkralar - 5

Yahya Kemal'in Telifi

Fetih Cemiyeti 1970'li yıllarda Yahya Kemal'in Eğil Dağlar kitabının bir baskı hakkını Devlet Kitapları'na vermişti. Kitap basıldıktan bir memur gelir ve Fetih Cemiyeti Müdürü Osman Muhittin Elçioğlu'na sorar:
- Efendim Yahya Kemal Beyatlı'ya kitabın telif hakkını ödemek istiyoruz. Kendisini nerede bulabiliriz?
Osman bey, hüzünlü bir şekilde tebessüm ettikten sonra memura yardımcı olur:
- Eminönü'nden Beşiktaş'a geçin. Sonra Rumelihisarı'na çıkın. Aşiyan Mezarlığı'nda kendisini bulur, telifini ödersiniz.


Lisan Bilmemek

Çallı İbrahim, meşhur Paris seyahatinden yeni dönmüştü. Çevresine toplanan dostları merakla sayehatin nasıl geçtiğini sorarlar:
- Nasıl, memnun kaldınız mı?
- Çok!
- Lisan bilmemek yüzünden zorluk çektiniz mi?
Bu suale ünlü ressamın karşılığı şöyle olur:
- Onu bana değil, Parislilere sorun.

Hala El Ense Çekiyorlar


Her Gün gazetesine sabahın erken saatlerinde orta yaşlı bir adamcağız hışımla girip bağırır:
- Nerede o pehlivan tefrikasını yazan kişi?
- Burada, deyip Murat Sertoğlu üstada seslenirler:
- Murat Ağabey! Bir okuyucunuz geldi sizi arıyor.
Sertoğlu en sevimli haliyle ve teşekkür bekleyerk misafirinin yanına gelir. Ama tepki değişiktir:
- Yahu, bir hafta oldu, hala elense çekiyorlar. Yeter artık!

Minneti Ağır Ücret

Tevfik Fikret'in, içine kapandığı ve yalnız olduğu bir dönemde kazandıkları harcamalarına yetmez olur. Yakın bir dostu ona yüksek bir maaşla idarecilik teklifinde bulunur. Hassas şairin cevabı dokunaklı ve düşündürücüdür:
- Biz dostuz. Bana teklif ettiğin bu il daha az bir ücrete, benden bu konuda daha kabiliyetli birine yaptırılabilir. Ben bu işi kabul edemem. Ücreti yüklü, işi hafif, minneti çok ağırdır.

Teberrük


Müridin biri Bayezid-i Bestami'ye gelerek bir istekte bulunur:
- Hazret, cübbenizin bir ucundan bana kesip verseniz de, yanımda taşısam, belki amellerim daha sağlam olur.
Pirin cevabı asırlara ışık tutacak türden olur:
- Ey evladım' Değil benden bir parça kumaş alıp yanında taşıman, vallahi benim derimi soyup sana giydirsem, eğer sen istikamet üzere olmasan, bunun sana hiçbir faydası olmaz!

Yoğurtçu

Cemal Öğütçü Hoca Efendi, soğuk bir Ramazan günü sokaktan geçen yoğurtçunun sesini duyunca, kızı Hikmet Hanıma;
- Biraz yoğurt alır mısın? der.
Hikmet Hanım, evde yeteri kadar yoğurt olduğunu babasına söyler. Son derece hassas bir ruha sahip olan o insan:
- Zararı yok evladım! Sen yoğurdu harcayacak yer bulursun. Ama adamcağız yoğurdunu satabilseydi, bu soğukta sokağımızdan üç defa geçer miydi? der.


Devletin Cenazesi

Hürriyet Şairi Namık Kemal sohbet sırasında sık sık arkadaşlarına memleketin durumunun iyi olmadığını,uçuruma doğru sürüklendiğini,devletin yıkılmasından korktuğunu anlatmaktadır.

Arkadaşlarından biri: ''Yahu Kemal'' der,''Yıllardır devletin uçuruma gittiğini,yıkılacağını söyler durursun...
Ama bak devlet hala ayakta ölmedi!''deyince,koca şair acı acı gülümsemiş ve:

''Bu oduncu Mehmet efendinin cenazesi değil ki bir günde kalksın;Devletin cenazesi ancak 50- 60 yılda kalkar!''der.

Kaynak: Nesil Takvim

2 Ocak 2011 Pazar

Emetullah Rabia Gülnuş Valide Sultan

Emetullah Rabia Gülnuş Valide Sultan'a ait yağlı boya bir tablo

Doğum: 1642, Resmo, Girit
Ölüm: 6 Kasım 1715, İstanbul
Unvan: Valide Sultan
Dini duruşu: Islam
Eşi: IV. Mehmed
Çocukları: II. Mustafa, III. Ahmed

Emetullah Râbia Gülnuş Valide Sultan (1647-6 Kasım 1715) Osmanlı İmparatorluğunun Valide Sultan'ı, 2 ayrı padişahın annesi (II. Mustafa ve III. Ahmet) ve Sultan IV. Mehmet'ın eşiydi.

Emetullah Râbia Gülnuş 1647 yılında Girit adasında Venedikli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Babasının adı Retimo Verzizzi ve doğduğu zamanki ismi Evmania Voria idi. 1695 yılında oğlu II. Mustafa'nın tahta çıkması üzerine Valide Sultan oldu. Devlet işlerine karışmadı ama II. Mustafa'nın tahtan indirilip yerine diğer oğlu III. Ahmet'in geçirilmesinde onayı alındı. Toplam 20 yıl Valide Sultan kaldıktan sonra 1715 yılında oğlu III. Ahmet'in saltanatı sırasında (Lale Devri'nin başlamasından hemen önce) Edirne'de öldü. Vefatından önce, 1708'de yaptırdığı Üsküdar'daki Yeni Valide Camii'nin yanındaki üstü açık türbesine gömüldü.

Kaynak: Wikipedia

II. Ahmet'in Annesi Hatice Muazzez Sultan


Doğum: Eva, Lehistan Krallığı
Ölüm: 1687, İstanbul
Yattığı yer: Süleymaniye Camii'deki Kanuni Sultan Süleyman'ın türbesi, İstanbul
Dini duruşu: Islam
Eşi: Osmanlı padişahı I. İbrahim
Çocukları: Osmanlı padişahı II. Ahmet

Osmanlı padişahı II. Ahmet'in annesi ve Sultan I. İbrahim'in eşiydi. Yahudi Leh asıllıydı ve doğduğu zamanki ismi Eva idi. Oğlu II. Ahmet tahta geçmeden öldüğü için valide sultan olamadı. Cenazesi İstanbul Süleymani'ye Camii'ndeki Kanuni Süleyman Türbesi'ne gömüldü.


Kaynak: Wikipedia

Zalimin Tabağında Gelen Yemek

Zünnun-i Mısri'yi hapsetmişlerdi. Günlerce aç kalmıştı. Zor ve sıkıntılı günlerdi. İmtihan şiddetliydi fakat Zünnun-i Mısri'den hiç şikayet duyulmamıştı. Tam da tersine şükür ve teslimiyet halinden hiçbir şey kaybetmemişti. Bir gin Allah dostu bir kadın onun çektiği sıkıntıları duyunca, yüreği bu zulma dayanamadı ve iplik parası ile hazırladığı yemekten Allah için gönderdi. Fakat Zünnun-i Mısri günlerce aç kalmasına rağmen yemeği yemedi ve hatta dokunmadı da. Kadın bu durumdan haberdar olup, işitince üzüldü.
- Helal para ile yaptığımı biliyorsun, niçin yemedin? diye haber gönderince Zünnun-i Mısri bu ihlaslı ve vafalı muameleyi cevapsız bırakamadı.
- Evet yemek helaldi. Fakat zalimin tabağı içinde getirdiler, buyurdu.
yemeği zindancıların tabağında getirmişlerdi. Onlar musibete uğrayıp günlerce hapsedilseler bile yine de zalime karşı hiç taviz vermiyorlardı. Ya biz?..

Kaynak: Nesil Takvim

Allah Yolunda Olan Baba

Peygamberimiz (a.s.m.) ve dostları bir gün, güçlü kuvvetli sağlığı yerinde bir adam gördüler. Peygamberimizin dostlarının dikkatini çekti adamın gücü, kuvveti... Dostlarından bazıları dediler ki:
- Ya Resulallah! Keşke şu adam Allah yolunda çalışıyor olsaydı. Gücünü kuvvetini bakileştirseydi. Belki bu güç ve kuvvetle Allah yolunda ne hizmetler yapabilirdi.
Hikmet peygamberinin, dostlarına cevabı şu oldu:
- Eğer bu adam küçük çocuğu için çalışıyorsa Allah yolundadır. Anne babası için çalışıyorsa Allah yolundadır. Nefsinin iffetini korumak için çalışıyorsa Allah yolundadır. Ehli için çalışmak için yola çıkmışsa Allah yolundadır. Ancak övünmek için çıkmışsa şeytan yolundadır.

Peygamberimizin Allah yolunda olma düşüncesi de farklıydı. Peygamberimiz için çocuğu için çalışmak, Allah yolunda olmak demekti. O, çocukları için çalışan babaları, takdir eden bir babaydı (a.s.m.)...

Kaynak: Nesil Takvim

Başka Dua Bilmez Misin?

Bir şahıs, Harem-i Şerîfin kapısında, Ey doğrulara yardım eden, haramlardan kaçınanları koruyan Allâhım!.. diyerek hep aynı duâyı okuyordu. Ona, Sen başka duâ bilmez misin? dediler. O şöyle açıkladı, bu duâyı tekrar etme sebebini:

Ben Beyt-i Şerîfi tavâf ederken ayağıma takılan bir şeyi eğilip aldım. Bir de baktım ki, içinde bin altın bulunan bir kese. Şeytanımla îmânım mücâdeleye tutuştular. Bin altın çok para, senin bütün ihtiyaçlarını karşılar dedi şeytanım. Îmânım ise, Bu haramdır, boşuna saklama; sahibini bul, teslim et! dedi. Ben böyle mücâdele içinde iken, birinin sesi duyuldu:

Burada, içinde bin altınım bulunan kesem kaybolmuştur. Kim buldu ise getirsin, ona otuz altın müjde vereyim!

Bin haramdan otuz helâl hayırlıdır, diyerek keseyi sahibine teslim ettim. O da bana otuz altın verdi. Bunu alıp bakırcılar çarşısında gezerken, bir Arap kölenin bu paraya satıldığını görünce, hemen satın aldım. Bir müddet sonra bu kölenin yanına bir kısım Araplar gelip gizlice konuşmaya başladılar. Köleden ne konuştuklarını sordum. Saklamayıp aynen anlattı:

Ben Mağrip sultânının oğluyum. Babam, Habeş melikiyle cenk edip savaşı kaybetti. Beni de esir alıp buralarda sattılar. Babam bunları göndermiş, elli bin altın da vermiş ki, beni satın alıp götürsünler. Sen bana çok iyilik ettin, kendi evlâdın gibi baktın. Bundan dolayı memnun kaldım. Bunlar beni satın alacaklar; sakın az altına râzı olma, elli bin altına sat beni.

Dediği gibi oldu. Elli bin altına sattım köleyi. Bu kadar büyük sermaye ile bir kısım mallar alıp Bağdata gittim. Orada açtığım dükkânda mallarımı satıyordum. Bir tanıdığım gelip, Meşhur bir tüccar dostum vefât etti, ay gibi güzel kızcağızı yalnız kaldı. Gel bunu sana alalım dedi. Ben de kabul ettim. Kızın, çehiz olarak getirdiği birtakım tabakların üzerinde içi altın dolu keseler vardı. Hepsinin üzerinde de biner altın yazılı iken, birinde dokuz yüz yetmiş altın yazılı idi. Bunun sebebini sorduğumda kızcağız dediki:

Babam bu keseyi Harem-i Şerifte kaybetmiş. Bulan bir helâlzâde keseyi iâde edince, otuz altını ona müjde olarak vermiş, ondan geriye kalanlardır bu kesedeki altınlar.

Bunun üzerine ben Allâha hamd ve şükürlerde bulundum; bunlar hep doğruluğun, iyiliğin bereketi, diyerek hâdiseyi kızcağıza anlattım. Sürur ve saâdetimiz daha da perçinlenmiş oldu!.. (Nevâdir-i Süheylî, Sayfa: 280-81)

Evet, enteresan bir hâdise. Doğruluk ve dürüstlüğün neticesini göstermesi bakımından verdiği mesaj oldukça mühim. Kaldı ki bu, sadece dünyadaki semeresi. Âhiretteki karşılığı ise, ebedî bir saâdet. Rabbimiz cümlemizi, îmânımızın sesine kulak vererek sadâkat ve istikametten ayırmasın. Âmîn...

Kaynak: Fazilet Takvimi, 2001

Eyüp Sultan'ın Türbesi Nasıl Bulundu?

Fatih Sultan Mehmet, hocası Akşemseddin'e ricada bulunarak Sahabeden Ebu Eyyub el-Ensari olarak bilinen Halid b. Zeyd'in kabrinin bulunması için mana alemine dalmasını, rüyaya yatmasını istedi. Akşemseddin Hz.leri bir rüya gördü. Rüyasında Ebu Eyyub el-Ensari'yi gördü ve kendisine şu müjdeyi verdi:

" Allah'a şükrediyorum ki artık Rumların bu topraklarda hakimiyeti kalmadı. Pek yakında İslam ordusu galip gelecek ve muzaffer olacak; beni yattığım bu kabirde kafir ayakları altında çiğnenmekten kurtaracak."

Daha sonra Ebu Eyyub el-Ensari Hz.leri Akşemseddin'e kabrinin bulunduğu yeri tarif etti. Akşemseddin gitti, rüyasını Fatih Sultan Mehmet'e anlattı. Fatih, "Efendimiz bu hususta bir delil gösterebilir misiniz?" deyince, Akşemseddin: "Evet, Sultan, Hazret-i Halid'in başucunda İbranice yazılı bir taş olsa gerekir..."

Rüyada görülen yer kazıldı ve hiç bozulmamış bir kabir bulundu. Kabrin başucunda mermer üzerinde İbranice yazılmış bir yazı vardı. Askerler arasında İbranice bilen birisi bulunup okutturuldu. Böylece Hz. Ebu Eyyub'un türbesi asırlardır Müslümanlar tarafından ziyaret edilmektedir.

Kaynak: Nesil Takvim

Emir Sultan'ı Bursa'ya Götüren Davet

Emir Sultan Hz.leri hayatını Medine'de geçirmeyi ve mezarının Efendimize (a.s.m.) yakın olmasını istiyordu. Bir gece rüyasında Peygamberimizi gördü, yanında Hz. Ali (r.a.) de vardı. Huzurunda diz çökerek oturdu. Hz. Ali kendisine hitaben şöyle buyurdu: "Ey oğlum! Sana Hak tarafından ceddin Muhammed'in (a.s.m.) adabını, sünnetini takva yoluyla Müslümanlara göstermen için Rumeli'ne gitmen (Anadolu'nun o günkü adıydı) işaret olundu. Senin önünde ilerleyen üç kandil belirecek. O kandiller nerede gözden kaybolursa orada kalacaksın ve kabrin de orada olacak."

Emir Sultan Hz.leri uyandı. Mahzun ve heyecanlı bir halde, "Takdir-i İlahi böyleymiş" diyerek kadere boyun eğdi. Anadolu'ya gitmek üzere yola çıktı. Rüyada gördüğü üç kandil Buhara'dan Bursa'ya gelinceye kadar kendisine kılavuzluk yaptı. Şimdiki türbesinin bulunduğu yerde kandiller kayboldu. Bursa'ya yerleşti, hizmetini ve himmetini burada seferber etti. Ömrü tamam olunca da Bursa'ya defnedildi.

Kaynak: Nesil Takvim

Resulullah'ın Gözlerinden Yaşlar Boşandı

Hz. Aişe (r.a.) anlatıyor:
Bir gece Resulullah'ın (a.s.m.) yanına gitmekte gecikmiştim. Sonradan vardım. "Neredeydin?" buyurdu. "Ashabından birinin Kur'an okuyuşunu dinlemeye daldım. O kadar güzel sesle okuyuşu hiç kimsede görmedim" dedim. Bunun üzerine Efendimiz (a.s.m.) kalktı, ben de onunla birlikte kalktım. Gidip onu dinledikten sonra bana döndü: "Bu, Salim Mevla Ebu Huzeyfe'dir. Ümmetim içerisinde böylelerini var eden Allah'a hamd olsun" buyurdular.

İbni Mes'ud ise şöyle bit hadise rivayet eder:
Bir gün Resulullah (a.s.m.) "Bana Kur'an oku!" dedi. Ben hayretle, "Ya Resulallah! Kur'an sana indirildiği halde, ben sana nasıl Kur'an okurum?" dedim. "Ben onu başkasından dinlemekten hoşlanırım" buyurdu. Bunun üzerine Nisa Suresi'ni okumaya başladım. "Ner ümmete bir şahit getirdiğimiz ve ey Muhammed seni de bunlar üzerine şahit kıldığımız zaman, bunların hali ne olacak?" ayeti gelince, "Yeter" dedi. Sustum ve dönüp Resulullah'a (a.s.m.) baktım. Bir de ne göreyim. Gözlerinden yaşlar boşanıyordu.

Kaynak: Nesil Takvim

Putları Yıkan Sahabe

Cerir, soylu birisiydi. Zü'l-Halasa denen ve içinde put olan evin yıkılma görevini Resulullah ona vermişti. 150 atlının başında bu görevi yapıp geldiğinde Resulullah kendisine dua ve iltifatta bulunmuştu.

Rivayete göre Cerir daha huzura gelmeden önce, onun geleceğini ashabına haber veren Resulullah, "Yanınıza hayırlı bir zat gelecek. Yüzünde melek meshinin izi vardır." buyurdu.

Medine'ye yaklaştığında halk yanına yaklaşıp yüzüne dikkatlice bakmaya başlayınca, "Yoksa Resulullah benim geleceğimi mi söyledi?" dedi.

Ashabıyla otururken gelen Cerir, boş bir yer bulamayınca kapı eşiğine çömeldi. Peygamberimiz sırtından hırkasını çıkararak Cerir'e atıp üzerinde oturmasını istedi. Cerir:
"Sizin hırkanıza oturmak kim, ben kim?" diyerek alıp hırkayı öptü ve ağlamaya başladı. Bunun üzerine Resulullah sağa sola bakıp ona yer verilmesini işaret etti ve "Size bir kavmin büyüğü gelince ona hürmet edin" buyurdu.

Cerir kendisi anlatıyor:
"Müslüman olduğum günden beri Resulullah beni huzuruna girmekten hiç men etmedi. Beni görüp de yüzüme karşı tebessüm etmediğini hiç bilmiyorum."

 
Kaynak: Nesil Takvim

İnsan Mı Hayvan Mı?

Şeyhülislam Zenbili Ali Efendi, zamanın en büyük alimlerindendi. herkes tarafından sevilir ve sayılırdı. Sık sık tertip ettiği sohbet toplantıları çok samimi bir hava içinde geçerdi. Her sohbeti ayrı bir güzellikte olur, dinleyenleri coştururdu.

Bir yaz günüydü. Hava oldukça sıcaktı. Zenbilli Ali Efendi'nin evinin arka kısmındaki bahçede, ateş gülleri arasında sohbete oturulmuştu. Bir ara söz canlı cinslerine gelip dayandı. Hocanın, yakın arkadaşlarından biri ile aralarında şöyle bir konuşma geçti:

- Hocam, en çok hangi kuşları seversiniz?
- Ben sadece kuşları değil, bitin hayvanları severim
- İnsanlarla alakalı ne düşünüyorsunuz?
- İnsanları da severim; ama hepsini değil. Hayvanların hepsi sevilmeye layık oldukları halde, insanların hepsi sevilmeye layık değiller. Bazı insanlar davranışlarıyla hayvanlardan daha aşağı düşerler.
- Sizce insan mı hayvandan üstün, yoksa hayvan mı insandan?
- İnsanlar hayvandan üstün yaratık olmalarına rağmen, hayvanların da insanlardan üstün tarafları vardır. Mesela onların içinde hiçbir müşrik ve münkir, hiçbir yalancı dolandırıcı ve sahtekar yoktur.

Kaynak: Nesil Takvim

Onlar Meleklerdi

Medineli Müslümanların ilklerinden ve Ensar'ın ileri gelenlerinden olan Üseyd b. Hudayr'ın başından geçen Kuran'la ilgili şu hadise ibretlidir:

Bir gece hurma bağında Kuran'dan Bakara Suresi'ni okuyordum. Yanımda atım bağlı idi. Birden bire atım şahlandı. Bunun üzerine susup okumayı bıraktım. At da sakinleşti. Tekrar okumaya başladım. At yine şahlandı. Ben yine sustum. At da sakinleşti. Az sonra tekrar okumaya başlayınca at da şahlandı. Oğlum Yahya yakın bir yerde yatıyordu. Onu attan zarar görmesin diye uzaklaştırmak için yanına gittim. Bir ara başımı göğe kaldırdım. Bir de ne göreyim? Gökte şemsiye gibi birşey, içinde kandiller parlıyor.

Sabah olunca gidip durumu Resulullah'a (a.s.m) anlattım. Resullah (a.s.m.) bana, "O gördüklerin neydi biliyor musun?" diye sordu. "Hayır" dedim. O da şöyle açıkladı:

- Onlar meleklerdi, senin sesine gelmillerdi. Sen okumaya devam etseydin, seni sabaha kadar dinleyeceklerdi. Hatta sabahleyin herkes onları seyredecekti. Çünkü halktan gizlenmeyeceklerdi.

Kaynak: Nesil Takvim

Ver O "Ah"ı Bana, Namazımı Vereyim Sana

Asr-ı Saadeti güzelleştiren ve benzersiz hale getiren özelliklerden birisi de, Mescid-i Nebevi'de cemaatle kılınan namazlardı.

Bir sahabe günlük işlerini yaparken cemaate geç kalmış, mescide heyecanla ve koşarak gelmişti. Tek derdi, Efendimizin kıldığı namaza yetişebilmekti. Ne var ki, bir kısım sahabenin mescitten çıkmakta olduğunu gördü. Yoksa namaz bitmiş miydi? Son bir ümitle sahabelere sordu:
- Resulullah'ın kıldırdığı namaz bitti mi?
Arkadaşları şu üzücü cevabı verdiler:
- Evet, namaz bitti?
O yüce namaza, o kudsi cemaate yetişemediğini anlayan sahabe öyle bir "Ah!" çekmişti ki, sahabeler onun pişmanlığını takdir etmişler, Resulullah'la birlikte kılınan namaza duyduğu sevgiye hayran olmuşlardı.
Nitekim sahabeden birisi dayanamamış ve şunları söylemişti:

- Ver o "ah"ını bana. Namazımı vereyim sana.

Kaynak: Nesil Takvim

Allah İyiliğimi Görmez mi?

Cüneyd-i Bağdadi bir kış gününde bir mecusinin kuşlara yem dağıttığını görür ve aralarında şöyle bir konuşma geçer:
- Sen hayır yapıyorum diye kendini boşa aldatıyorsun. Allah önce imanı farz kılmış, geri kalan hayırları ondan sonra emretmiştir. İman etmedikçe senin bu yaptığın iyilik Allah indinde makbule geçmez.
- Ben de biliyorum önce imanın farz olduğunu. Fakat Allah bu iyiliğimi görmez, bilmez mi?
- Elbette görür ve bilir.
- Öyleyse o da bana yeter.
Aradan zaman geçer. Cüneyd-i Bağdadi bir hac mevsiminde Kabe'yi tavaf ederken bir adamın ellerini açmış, gözlerinden sel gibi yaşlar boşanarak Allah'a yalvardığını görür. İyice dikkat eder, o adamın kuşlara yem veren Mecusi olduğunu anlar. Tavaftan sonra yanına yaklaşıp kollarından yakalar. Mecusi de onu tanır ve şöyle der:
- İşte Allah gördü ve bildi.
O anda Cüneyd-i Bağdadi'ye (k.s.) Allah tarafından şöyle hitap olunur:
- Ya Cüneyd! Sen Beytimi arzu ederek geldin ona kavuştun. O ise beni arzu ederek geldi bana kavuştu.

Kaynak: Nesil Takvim