29 Mayıs 2011 Pazar

Osmanlı'da Saray Hayatı - 1



Yazdığı tarihi romanlarından dolayı "Tarihi sevdiren adam" olarak tanınan Yavuz Bahadıroğlu, Osmanlı döneminin saray hayatını anlattı. Bahadıroğlu, Osmanlı'da özgür olmayan bir tek padişahın bulunduğunu söyledi.

Birkaç gün önce bir davetteydim. Yemek sonrası birkaç arkadaş şömine başına geçtik. Odun ateşinin kokusunu bilirsiniz. Kahveye ayrı tah katıyor bence. Kahvemizi yudumlarken sohbet döndü dolaştı kadın erkek ilişkilerine geldi.
Erkeklerin eşlerini aldatmalarını Osmanlı'ya kadar götüren bile oldu. Padişahların cariye sistemiyle çok eşli olduklarını, kadınları kafese kapattıklarını, sosyal hayatın içinde kadının yeri olmadığını dahi söylediler.
Her ne kadar aslının böyle olmadığını anlattıysam da başarılı olduğumu söyleyemem. En son bir tarihçi ile konuşarak, belgeleriyle size anlatmaya karar verdim.

Osmanlı tarihi konusunda çok ciddi araştırmaları olan, hatta “Tarihi Sevdiren Adam” lakabı ile anılan Tarihçi Yazar Yavuz Bahadıroğlu’nun kapısını çaldım. Benim çok istifade ettiğim, eksiklerimi tamamladığım bir sohbet oldu.
Adınızı vermiyorum arkadaşlar lütfen siz özellikle okuyun. Bildiğiniz gibi olmadığını konunun uzmanından öğrenmiş olacaksınız…

TÜRK MİLLETİNDEN AİLE HAYATINI ALIRSANIZ ELİNDE ÇOK ŞEY KALMAZ

- Osmanlı dönemindeki aile hayatını nasıldı?
- Gaston Jess diye profesör bir adam var. İsviçreli yanlış hatırlamıyorsam. “Osmanlı hayatını teferruatıyla inciledim, nüanslarıyla inceledim ve gördüm ki, Türk milletinden aile hayatını alırsanız elinde çok şey kalmaz” diyor.”

Babalar, çocuklarını omuzlarına alırlar ve hayata tepeden baktırırlar, bu da Osmanlı'da zaman içinde bir gurur olarak gelişir ve bütün milletlere tepeden bakarlar” diyor. Osmanlı’da gurur olmaz. Oysa gururdan, şeytandan sığınır gibi Allah'a sığınmışlardır. Bu özgüvendir. Öyle bir millet yetiştirirler ki, kendine özgüveni vardır. Kimseden korkmaz, ürkmez, paniğe kapılmaz, soğukkanlı ve sessiz, gürültüyü sevmeyen insanlardır. Şimdi aile yapısına baktığımız zaman evvela mahalleden hareket etmek lazım. Bir yere bir mahalle kurulmadan önce mescit kurulur, cami kurulur, onun etrafına imam evi, müezzin, kayyum evleri kurulur.  O onun akrabasını getirir, bu bunun akrabasını getirir.Mahalle, caminin etrafında oluşmaya başlar. Camiye ne diyorlar bizim kültürümüzde Beytullah, küçük Kabe. Yani hayatın merkezinde Allah’ın evi vardır.  Yani Allah kavramı vardır. Her mahallenin ortasında vakit namazları kılmak için bir mahalle mescidi vardır.

İMAM MAHALLENİN MÜLKÜ AMİRİYDİ

Selahattin camileri de vardı.. Yani mahallelinin gelip sohbet edeceği büyük bir cami. O da cuma camiidir. Cuma günleri oraya giderler.  Bu defa mahallenin önderleri, muhabbethanede, buluşur dertleşirler, tanışırlar, kız alıp, kız verirler akraba olurlar. Bu mahallenin teşekkül tarzıydı. Ve mahallede bir dinamik gözetleme sistemi vardı.
Bu şimdi kameralarla yapılıyor. Burada insan gözüyle yapılıyordu. Mahallenin yaşlıları kendilerini bütün aileden, bütün mahalleden sorumlu tutuyorlardı. Mahallenin gençleri çocukları yaramazlık yaptıklarında, uygunsuzluk yaptıklarında, saygısızlık yaptıklarında, "bak bu sefer görmezden geliyorum" ikincisinde "babana söylerim".
Korkuyu bir tehdit unsuru olarak kullanıyorlardı. Çoğunlukla da söylenmezdi babalara. Ve küçük küçük davaları, mahalle arasındaki sıkıntıları, oradaki ombdusmanlar, yani ihtiyarlar heyeti orada çözer mahkemeye intikal ettirmezlerdi.O kadar mahalleye önem vermiştir ki Osmanlı, muhtarlar yok o zaman. İmam, padişaha karşı sorumludur. İmamları padişah tayin eder. İmam sadece cami imamı değil, aynı zamanda o mahallenin mülkü amiridir.

- Yani günümüzün algısıyla imam sadece namaz kıldıran değildir?

- Hayır.  imam mahallenin önderidir, mahalleli ona saygı gösterir.

- Peki maaşınıı nereden alır?

 - İmamlar devletten maaş alırsa devletin istediğini yapacaktır. Dolayısıyla maaşını o mahalleden alır. Mahalledeki avariz denen bir vakıf vardır, o vakfa bağış yapılır, kurban bağışlanır ve mahallenin küçük ihtiyaçları da oradan karşılanır. İmamın maaşı da oradan temin edilir.

KAPI TOKMAKLARI BİLE DİŞİ VE ERKEK OLARAK DÜŞÜNÜLMÜŞ

- Evlerin yapısı nasıldı?
- Evler, cepheleri birbirine dönüktür. Sana bir hikayemi anlatayım.
70'li yıllarda ev yapıyorduk köyde. Babam evin yönü bu tarafa dönük olacak diyor. Arsa çok geniş değil, ev küçülüyor bu tarafa döndürdüğümüzde. Ya niye o tarafa döndürüyoruz, olabilecek şekilde kuralım diyorum. Sonunda ağzındançıkardı baklayı.cephesi kıbleye bakacak. "Ya baba namaz mı kılacak dedim senin ev, biz yönümüzü kıbleye döndürürüz. Evi döndürmeye ne gerek var” dedim. "Bana bak genç adam dedi, evi kıbleye dönük olmayanın, yönü de kıbleye dönmez” dedi. Dolayısıyla Osmanlı evleri kıbleye bakıyor. Cami gibi düşünüyorlar. İkincisi, kapılar birbirine açılır, pencereler de birbirine açılır. Öbür komşu arka pencereye çıktığı zaman, bizim ön penceremize bakıyor. ve orada komşuluk evvela lafla başlıyor. “Hoş geldiniz, beş gittiniz. Bir çay kahve içimliğine gelmez misiniz?”, ya da “Hoş geldine gelmek istiyoruz müsait misiniz?” tarzında. Müthiş bir seramoni var. Kadınların rahatı için huzuru için her şey düşünülmüş. Zaten evler selamlık ve haremlik olarak ikiye ayrılıyor, selamlıkta erkekler ağırlanıyor. Kapı tokmakları bile, dişi ve erkek olarak düşünülmüş. Büyük kapı tokmağı sert ses çıkartıyor, içeride oturanlar biliyorlar ki erkek misafir... Küçük kapı tokmağı ince ses çıkartıyor, biliyorlar ki hanım misafir. Karşılamaya ona göre çıkıyorlar.

BATI “KADIN VARSA ŞEYTANA GEREK YOK” DERKEN

- Yani buradaki bir cinsiyet ayrımı değil?
- Cinsiyet ayrımından ziyade namahremden korunma duyusu hadisesi. Erkeğe kadın çıkmasın anlayışı. Bir de saygı anlayışı, kadını da düşünmüşler algılamışlar. Ona da bir yer vermişler, pay vermişler çünkü o dönemin Avrupası’nda, “Kadın varsa şeytana gerek yok” sözünü özdeyiş olarak Fransa’da kullanılıyordu, kadın katlanılması gereken bir baş belasıdır tarzında bakılıyordu.
Kadını aşağılayan, bakış açısı. Bu  istanbul fethinren sonra bize de bulaşmış.

OSMANLI’DA KADINLARI DEPRESYONDAN ENGELLEYEN ŞEY

- Peki Osmanlı’da kadınların evlerinden çıkmaları sorun oluyor muydu?
- Yani bunu anlatanlar o kadar enteresan ki  sanki erkekler otomobillerle geziyorlardı. Öyle bir sirkülasyon yok ki.. Herkes evinde, hatta kalmak zorunda. Yani, yollar asfalt değil, kaldırım değil, çok nadir yerlerde arnavut kaldırımı vardır. Genelde sokaklar daracık, çamurlu yollar, alışveriş merkezleri yok, eğlenilecek bir durum yok.

- Yani kadın oldukları için değil?
- Hayat şartları bunu gerektiriyor. Yoksa bayramları vardır eğlenceleri vardır. Eğlenmeyen bir toplum değil, eğlenen bir toplum ama eğlence algıları farklı bizden... Mesela teravih kılmaktan büyük zevk alırlar kadını, erkeği... ve ellerinde fenerlerle teravihe giderler..Sadece Kadir gecelerinde istanbul’da ışıklar yakılır.. Sokaklar karanlıktır. Yani sokağa çıkmak, bir yerden bir yere gitmek çok zor, otomobiller işlemiyor ki... Kadınlar şartlar uygun olmadığı için sokağa çıkmıyor. Ama evde birçok işle uğraşıyorlar, üretiyorlar. Dokuma yapıyor, sabun yapıyor, zeytin yapıyor, salamura yapıyor, turşu yapıyor. Erkek de dışarıda bürodadır saray hizmetindedir. Yani o zamanlar olmadığı için kadınlar dışarıda iş hayatında değiller, gereksinimini kendi evinde kendi üretiyor?Yani yine üretkendir kadın. Soruyorum size günümüzde kadınlar çok mu mutlu bu kadar iç içe olmaktan? Bir tarafta rahat edebiliyorlar mı sanki. Mesela Fransa’da  bir araştırma yapılmış. Kadınlar mutsuz olduklarını söylemişler. İşyerlerinde çok fazla saldırgan üslupla karşılaştıklarını, taciz edildiklerini söylemişler…

Osmanlı’da kadınların canlarının sıkılmamasını, depresyona girmemelerini temin eden şey komşuluk ilişkileriydi. Hiç bir kadın işi bittiği anda yalnız kukuman kuşu gibi kafes arkasında oturup koca beklemiyordu, Artı koca bekleyecek vakti bile yok. Kadınlar kendi aralarında fikir alışverişinde bulunurlar. Kendilerini eğitmek adına çaba harcarlar.
Belirli yerlerdeki hanım annelerden eğitim alırlar. Harem dediğimiz yer aslında bir üniversitedir. Kadınlar önce çırak olarak çıkartılır. Çırak çıkarmak demek bir paşayla evlendirilir bir beyle evlendirilir. Bir mahallede oturması temin edilir, doğru bir insan, doğru bir eğitim almış kadın o mahallede oturur ve o mahallenin annesi olur.. Gelinlik çağı gelmiş kızların çeyizinin dizilmesi, doğru kısmetlerin bulunması, kadınlara biçki dikiş öğretilmesi, saz öğretilmesi gibi her şeyden sorumludur.

- Kadınların müzik dersi almasında bir sorun yoktu yani.
- Sarayda çok yetkin tarzda müzik dersleri vardı. Orada tercihen kızlara ud çalmayı, kanun çalmayı öğretirler. Kültürel etkileşim alanı oluştururlar.

KADININ EGEMENLİK ALANINA KOCA İZİNSİZ GİREMEZ

- Yani anlatıldığı gibi kadın oturup koca bekleyen, kafes arkasında yaşayan değil
diyorsunuz?
- Öyle bir dünya yok. Kadın kendi dünyasını oluşturmuş, kendi egemenlik alanını kurmuş. Hatta egemenlik alanına koca izinsiz giremez, gelecekse de izin alarak hud destur var mı,müsaitse gelir koca. Yani bu eğitimdir, kadına saygının gereğidir. Çocuklar okullara merasimle uğurlanır. Son zamanlara kadar bu geçerliydi. Sultan Abdülhamit döneminde bile,çocuklar ilahilerle, selatüsselamlarla okula getirilirdi. Filancanın çocuğu okula başlıyor. Komşular gelirler, hediyeler getirirler, “Allah zihin açıklığı versin”e gelirler. Evladını merasimle hocaya teslim eder.  “Eti senin kemiği benim” sözünün arkasında bunu sen terbiye et, doğru insan haline bize getir, yoksa etini sıyır falan değildir.

- Falakayı nasıl görüyorsunuz. Vahşice değil mi?
- Evet sınıfta bir falaka vardır ama bir tehdit unsuru olarak vardır. Bunun icazetini de Molla Gürani’den alırlar. Molla Gürani, elinde bir sopa ile Fatih’in çocukken dersine geliyor. "Hoca elindeki ne diye soruyor” şehzade. Adam, "Ha bu kızılcık sopası diyor" "Ne işe yarar diye hayretle soruyor?" Hiç sopa yememiş ki şehzade.. "Ha bu" diyor. "Bazı öğrencilerimizin üzerine bulaşan tembellik tozlarını silkelemeye yarar."
Ondan sonra, koşarak annesine gidiyor. "Anne sen deli bir hoca bulmuşsun. Beni, dövmekle tehdit etti." "Valla dediğin gibi oğlum. O delidir, ne yapsa yeridir. Beni de döver korkarım. Birşey söyleyemem, suyuna git. Dersini iyi öğrenmeye çalış." Tehdit unsuru olan sopa her zaman orada durdu. ve hiç bir zaman Fatih Sultan Mehmet'e değmedi.

Kaynak: Haber 7

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder