TARİHTEN İBRETLER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
TARİHTEN İBRETLER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Aralık 2016 Çarşamba

Mehmet Akif Ersoy Vefatına Dair



Mehmet Akif Ersoy ölmeden önce o kadar yalnızlaştırılmıştır ki öldüğünü hiç kimseye bildirmemişler ve cenazesinin halk tarafından kaldırılmasını istememişlerdir. Sahipsiz bıraktırılan cenazesini belediye kaldırmak istemiş, ama halktan duyarlı bazı kişiler cenazeden haberdar olmuş ve cenazesi üniversite öğrencisi gençlerin yoğun katılımıyla parmakların ucunda kaldırılmıştır.


Mezarlığın inşasına ise yine devlet tarafından sahip çıkılmamış, mezarlığını da cenazesini taşıyan o
öğrenciler harçlıklarından aralarında topladıkları paralarla yaptırmıştır. Sadece bu ayıp bile gerçek tarihimizi anlamamız için yeterlidir.



Prof. Dr. Mehmet ÇELİK



(Rabbim kabrini nur makamını cennet eylesin.)

20 Şubat 2015 Cuma

EN TALİHSİZ ŞEHZADE: CEM SULTAN




3 Mayıs 1481'de Fatih Sultan Mehmed'in ölümü üzerine Amasya'da bulunan Şehzade Bayezid ve Konya'da bulunan Cem Sultan'a sadrazam Karamani Mehmed Paşa tarafından ulaklar gönderildi. Ancak Cem Sultan'a gönderilen haberci, yolda Anadolu Beylerbeyi Sinan Paşa tarafından yakalandı.

Cem Sultan, babasının vefatını dört gün sonra öğrenebildi. Bu olayların yaşanması üzerine yeniçeriler ayaklanıp Karamani Mehmed Paşa'yı öldürdüler (4 Mayıs 1481). Şehzade Bayezid'in, İstanbul'da bulunan oğlu Korkut'u saltanat naibi ilan ederek onu tahta çıkardılar.

Şehzade Bayezid, 21 Mayıs 1481 günü İstanbul'a varır varmaz devlet idaresini eline aldı. Cem Sultan ise 4000 kadar askeriyle birlikte 27 Mayıs 1481'de İnegöl önlerine geldi. Sultan İkinci Bayezid, Ayas Paşa idaresindeki bir orduyu Cem Sultan'ın üzerine gönderdi.

28 Mayıs'ta yapılan savaşı kazanan Cem Sultan Bursa'da padişahlığını ilan etti. Kendi adına hutbe okutarak para bastırdı. Çok geçmeden Sultan İkinci Bayezid'e bir mektup gönderen Cem Sultan, Osmanlı topraklarını eşit olarak paylaşmayı teklif etti. Kabul edilemeyecek bu teklif karşısında harekete geçen Sultan İkinci Bayezid, ordusuyla birlikte Cem Sultan'ın üzerine yürüdü. Yenişehir Ovası'nda yapılan savaşı kaybeden Cem Sultan, Konya'ya geldi. Burada da kalamayacağını anlayan Cem Sultan, yanına ailesini de alarak Kahire'ye doğru yola çıktı. Kahire'de iken Hac mevsiminde Hicaz'a gitti.

Hac'dan sonra tekrar Kahire'ye gelen Cem Sultan, ağabeyi Sultan İkinci Bayezid'den bir mektup aldı. Bu mektupta, padişahlıktan vazgeçtiği takdirde kendisine bir milyon akçe ödeneceği belirtiliyordu. Ancak Cem Sultan bunu kabul etmedi. İkinci bir teklifi de geri çeviren Cem Sultan, tekrar ülkesine döndü.

27 Mayıs 1482'de Konya'yı kuşatan Cem Sultan, Sultan İkinci Bayezid'in yaklaşması üzerine kuşatmayı kaldırarak Ankara'ya gitti. Oradan da tekrar Mısır'a gidecekti, ancak yollar tutulmuştu. Bu sırada Rodos şövalyelerinden Pierre d'Aubusson onu Rodos'a davet etti.

29 Temmuz 1482'de Rodos'a giden Cem Sultan, yapılan antlaşma gereğince istediği zaman adadan ayrılacağını düşünüyordu. Ancak sahtekar şövalyeler buna hiçbir zaman izin vermediler ve Cem Sultan esir hayatı yaşamaya başladı. Cem Sultan'ın Rodos şövalyelerinin eline düşmesi, hem kendisi hem de Osmanlı tarihi için talihsiz bir olay olmuştur.

Cem Sultan daha sonra, Fransa'ya gönderildi. Cem Sultan'ın Fransa'dan başka bir ülkenin eline geçmesini Osmanlı Devleti açısından sakıncalı gören Sultan İkinci Bayezid, Fransa'ya bir elçi gönderek Cem Sultan'ın Fransa'da tutulmasını istedi.

Cem Sultan'ı kullanmak isteyenlerden birisi de Papa VIII.Innocent'di. Papa, Cem Sultan'ı bahane ederek Osmanlılara karşı bir haçlı seferi düzenlenmesini istiyordu. Ancak bunda başarılı olamayınca Cem Sultan'a Hıristiyan olma teklifinde bulundu. Buna karşılık Cem Sultan ona şöyle cevap verdi:

"Değil Osmanlı Saltanatı, hatta bütün dünyanın padişahlığını verseniz dinimi değiştirmem".

Cem Sultan, abisi Sultan İkinci Bayezid'e yazdığı bir şiirinde ona şöyle seslenir:

"Sen bister-i gülde yatasın şevk ile handan,

Ben kül döşenem külhan-ı mihnette sebeb ne"

(Sen gül döşenmiş yatakta neşeyle gülerek yatarken,

ben zahmet ve eziyet içinde küle batayım, neden)

Sultan İkinci Bayezid ise ona şöyle cevap verir:

"Çün rüz-i ezel kısmet olunmuş bize devlet,

Takdire rıza vermeyesin böyle sebeb ne,

Haccacü'l-Haremeynüm deyüben da'va kılarsun,

Ya saltanat-i dünyeviye bunca taleb ne"

(Bize ezelden saltanat kısmet imiş,

sen ise kadere rıza göstermedin buna sebep ne,

Hacca gittin kendini temizlemek davasına düştün,

peki dünya saltanatı için bunca hırs niye"

Cem Sultan vakası Osmanlı tarihinde Yıldırm Bayezid'in Timur'un elinde esir düşüp, demir kafese hapsedilmesinden sonra ikinci büyük trajik hadisedir. Rumeli'den tekrar Osmanlı topraklarına gelmek isteyen Cem Sultan, 13 yıl esir hayatı yaşadı. En son Papa'nın elinden Fransız Kralı tarafından kurtarılmış, ancak büyük bir ihtimalle zehirlendiği için bir hafta içinde yolda vefat etmiştir.

Papa'nın bir haçlı seferine kumanda ederek Osmanlı devleti ile savaşma teklifini reddettiğinde Papa'nın dilini anlamadı zannettiği Cem Sultan'a:

"Öyleyse burada it gibi sürün" demesine karşılık olarak Cem Sultan, Papa'ya şöyle demiştir:

"Sizin elinize düşen itten beter olmayacağıdı da ya nice olacağıdı" ve Papa'yı utandırmıştır.

Cem Sultan'ın bakım masrafları için Papa, Sultan İkinci Bayezid'den yılda 40.000 altından fazla para kopartmayı başarmış, Cem Sultan'ı serbest bırakma tehditleriyle de Osmanlı fetihlerini durdurmuştu. Bu olay ileride Şehzade katli için de önemli bir mesnet teşkil etmiştir.

Cem Sultan, bunca olaydan sonra 25 Şubat 1495'de vefat etti. Sultan İkinci Bayezid bu olaya çok üzüldü ve üç gün yas ilan etti ve Cem Sultan'ın gıyabında cenaze namazı kıldırdı. Sultan İkinci Bayezid Cem Sultan'ın naaşını alabilmek için çok uğraştı.

Vefatından 4 yıl sonra 1499 yılının Ocak ayında Cem Sultan'ın cenazesi Osmanlı topraklarına getirilerek Bursa'da kardeşi Şehzade Mustafa'nın yanına gömüldü. Böylece yıllar süren macerası sona erdi ve en azından cenazesi kendi topraklarına defnedildi.


Kaynak: Tarih Kulübü

28 Mart 2013 Perşembe

Bu Mektuptan Haberiniz Var Mı? - Kürt Heyetinin Tarihi Mektubu

Resim temsilidir.
Bölücülük faaliyetlerinin zirve yaptığı, hükümet yetkililerinin ise konuya ilişkin tutarsız davranışlar sergilediği günümüz Türkiye’sinde. Muhakkak birçoğunuzun bundan haberi vardır. Ancak haberi olmayanlara ...veya bilerek kulağının üstüne yatanlara; bu tarihi mektubun mahiyetini yeniden hatırlatmak istiyoruz...

KÜRT HALK HEYETİNİN LOZAN’A GÖNDERDİĞİ TARİHİ MEKTUP

Bu günlerde (Lozan konferans görüşmeleri sırasında) İngiltere yetkili kurul başkanı Lord Curzon’un Kürtlere bağımsızlık verilmesi fikrini ortaya atarak, Kürtlerin koruyucusu tavrını takınmasını, hayret ve şaşkınlıkla karşıladık.

Biz Kürtler, Turan neslinden bir kavimiz. Milli hatıralarımız ve özelliklerimizden dolayı Türkler bize, “yiğit ve cesur” anlamına gelen Kürt ismini vermişlerdir. Kürt adıyla anılan ve büyük hizmetleri geçen kahramanların isimlerinin yaşaması amacıyla, Deminan, Hayderan, Kureyşan ve Lolan gibi isimler kabile ve aşiretlere verilmiştir. Bu aşiretler bu gün anavatanın Doğu Türklerini oluşturmaktadır. Kürtlerin 1876 tarihinden önceki ve sonraki durumları araştırılacak olunursa, İranlı misyonerlerin aşiretler üzerinde yaptıkları çalışmaların sonucunda Kürtler kendi öz dilleri olan Türkçe lehçesini ve öz kültürlerini yavaş yavaş kaybettiler. Bundan dolayı Erzurum, Van, Bitlis ve Musul taraflarındaki aşiretler, Farsçadan başka bir şey olmayan, Kırmanç adı verilen Farisi lehçeyi konuşmaya başladılar. Bu misyoner faaliyetlerinden az etkilenen, Harput ve Diyarbakır taraflarındaki Kürt aşiretler ise ana dilleri olan Türkçe lehçesi ile karışık Zaza lehçesini konuşmaya başladıklar. Bu Öz Türkoğlu Türkleri Yavuz Sultan Selim Han, Kürtlerin hanı Şeyh İdris-i Bitlisi’ye gönderdiği fermanla kendi ülkesine dahil etti. O günden bu güne kadar, Türk akrabalarının şefkat ve himayelerinde huzurlu ve rahat yaşamakta ve Türk lehçesi ile de konuşmaktadır.

Yukarıda yapılan değerlendirmeden sonra, İngiltere yetkili kurul başkanı Lord Curzon’a sorarız ki; İranlıların dilini biraz konuşmakla, o millete mensup olunduğu kabul edilirse İngilizler de dahil her milletin durumu tartışılır. Doğu ülkelerini istila eden ve genellikle dünyanın kendi toprakları içerisinde olmasını hayal eden İngilizlerin, diğer milletlerin kabullenemediği “müstemleke” kelimesinin yerine kulağa hoş gelmeyen ve aynı anlamı taşıyan “manda” kelimesinin de aslında aynı şey olduğunu Kürtler anlamıştır. Dünyadaki zenginlik kaynaklarına sahip olmak isteyen İngilizlerin, 12/10’u Türk olan Musul’u ve petrol kaynaklarını biz Müslüman Türk’lere çok görmesini hayretle karşılıyoruz. Lozan Konferansında İngiltere yetkili kurul başkanı Lord Curzon’un, Dersim (Tunceli) ve Bitlis olaylarından bahsederek tek millet olan Türk ve Kürt arasına ayrılık düşünceleri sokma gayretini biz Kürtler anladık. Biz Kürtler, Avrupa ve İngiliz diplomatlarının parlak vaatlerinin altında kendi menfaatlerinin olduğunu biliyoruz. Ve bundan dolayı kendi direniş kuvvetlerimizi oluşturduk. 1917 yılında İngiltere yetkili kurul başkanı Lord Curzon gibi bağımsızlık vaatlerinde bulunan Ruslara biz Kürtler: “Bizi anavatandan hiçbir kuvvet ayıramaz. Bizim rahata kavuşmamız sizin hemen bu topraklardan çekilmenizle olacaktır.’’ Dedik.

İşte bugün bütün Kürtler, Lozan’daki Avrupa ve bilhassa İngiliz diplomatlarına aynı yanıtı veriyoruz. Kürtler bağımsızlıklarını, kendilerini yok edecek yabancılara değil, kendi ailelerinden olan Türk’lere ve Onları temsil eden Büyük Millet Meclisi Hükümeti’ne emanet etmiştir. Sonuç olarak biz Kürtler, İngiltere yetkili kurul başkanı Lord Curzonun bizler için fikirler üretmemesini rica eder ve Lozan’daki Temsil Heyetine ve başkanı sevgili hemşerimiz (Kürt) İsmet Paşa hazretlerine başarılar dileriz.’’

Umum Kürt Amele ve Esnaf Cemiyeti Reisi Salih Kahya adına Erzurumlu İsazade Ahmet
İstanbul’daki Umum Kürtler adına Lolan Aşiret Reisi ve Sabık Kürt gençler cemiyeti Düzerzadesi Dersimli Mehmet Sabri

Kaynak: 24 Kanun-i Sani (1339-24 ocak 1923), Devlet Arşivleri Genel Müd. Başbakanlık Osmanlı Arşivi, HR.İM, 60/3

Boraltan Köprüsü Olayı (İnönü'nün Sebep Olduğu Katliam - Utancımız!..)




HANİ BİZ GARDAŞTIK...

Türkiye Cumhuriyeti'nin utanç vesikası: Boraltan Köprüsü Katliamı

1944 yılında, "Milli Şef" döneminde Azerbaycan'dan kaçarak Türkiye'ye sığınan 146 Azerbaycan Türkü aydının Stali...
n'e geri verilmesi ve kurşunlanarak öldürülmeleri tarihe "Boraltan Köprüsü Vakası" olarak geçmiştir.

1944 yılında Türkistan, Sovyet Rusya'sı tarafından işgal edilmişti. Sovyet rejimi kendisine karşı tehlike olarak gördüğü her şeyi yok etmeye kararlıydı. Özellikle Türklerin yaşadığı ülkelerde taş üstünde taş bırakmayan Sovyet rejimi Azerbaycan'daki Türkleri de hedef almıştı. Sovyet rejiminin katliamlarından kaçarak kendilerine "anayurt" olarak gördükleri Türkiye'ye sığınmak isteyen 146 tane Azerbaycanlı aydın tarihe geçen bir olayın aktörleri oluyor.

Azerbaycan'daki Sovyet birliklerinden kaçmayı başaran aydınlar, Iğdır'daki sınır kapısına yakın yerdeki Aras Nehri üzerindeki Boraltan Köprüsü'nü geçerek Türk sınır karakoluna sığınıyor.

Türkiye'de "Milli Şef" döneminin yaşandığı yıllara denk gelen olayda, 146 Azerbaycanlı'nın Türkiye'ye sığındığını duyan Sovyetler hükümeti, bu kişilerin derhal SSCB'ye iadesini istiyor.

Türkiye'ye sığınan Azerbaycan Türkleri, kuşkusuz kendilerinin azılı Rus askerlerine geri verileceğine ihtimal bile vermiyorlardı. Azerbaycanlı sığınmacılar Türkiye'ye sığınarak kurtulduklarını düşünüyorlardı.

Sovyetler'den gelen istek üzerine karakoldaki askerler panik içinde Ankara ile temasa geçiyor ve sığınmacıların geri verilip verilmeyeceği ile ilgili bilgi almak istiyor. Hem Türk askerleri hem de sığınmacılar, öz yurtlarının böyle vatan sevdalısı kardeşlerimize kucak açacağından emin bir şekilde Ankara'dan gelecek cevabı bekliyorlar. Ankara'dan gelen cevap herkesin tüylerini ürpertiyor:
 
ANKARA: ESİRLERİ İADE EDİN
 
Bu korkunç cevap, herkeste bir korku ve şaşkınlık uyandırıyor ve Ankara'nın cevabı tekrar isteniyor. Fakat sonuç aynı: "Ülkelerine iade edin!"
 
BİZİ ÖLDÜRÜN GERİ VERMEYİN
 
Azerbaycanlılar, bu cevap karşısında "Lütfen bizi o azılı düşmanlara teslim etmeyin, bizi siz öldürün. Kendi vatanımızda, kendi bayrağımızın altında ölmüş oluruz" deseler de, karakol komutanı içini kan ağlaya ağlaya 146 sığınmacıyı yeniden Sovyet Rusya'sına, eslim etmek zorunda kalıyor. Ruslara zorlukla teslim olan 146 Türk evladı, hemen elleri ayakları bağlanarak oracıkta, Türk askerlerinin gözleri önünde kurşuna dizilerek öldürülüyor!

Tutsak Türklerin kurşuna dizilmeden önce söyledikleri bir ağıt şöyle:

Boraltan bir köprü, aşar geçer Aras'ı,
Yuğsan Aras suyuyla, çıkmaz yüzün karası.

Karası, karası, merhamet fukarası,
Karası, karası, merhamet fukarası,

Düşman bekler karşıda, önüne kattı beni,
Can alınan çarşıda, kardeşim sattı beni.

Dönüp seslendim geri, merhametsiz birine,
Beni siz vursaydınız, şu gavurun yerine.

Azerbaycan'ın büyük milli şairi Almas Yıldırım, bu olayı "Dönek Kardeş" adlı şiirinde şöyle dile getiriyor:

Türk denince özü, sözü mert olur,
Dost deyince ayrılmaz bir fert olur,
Kardeş deyip dara düşsem, sığınsam,
Şimden geru bu bana bir dert olur.
Ben ne diyem bu vefasız dağlara,
Öz kardaşı dönek olan ağlara!

Türk; o Altayların dünkü eri mi?
Yolunda can koydum, verdim serimi,
Düştüğü ağlardan kurtulsun diye,
Serdim ayağına doğma yerimi...
Kardaş armağanı, dökülen kanlar,
Bana mükâfat mı giden kurbanlar?

Ben diyorum, Kayıhan'dır soyumuz,
Bir kaynaktan varlığımız, boyumuz,
Dilim dili, yolum yolu, emel bir,
Bir bayrakta, yıldız'ımız, ay'ımız.
Azerî, Türk, Türkmen; var mı ayrılık,
Nerden doğdu bu imansız gayrılık?

Alnımın yazısı, karadır kara,
Karadan bir mendil yolladım yara,
Yol uzun, el uzak, yetişmez eller,
Türklüğün kanayan kalbini sara.
Felek kıymış beslenen bu dileğe,
Lânet Türk'ü hançerleyen bileğe.

Bir suç mu düşmana göğüs gerdiğim?
Günah mı Türklüğe gönül verdiğim?
Rusların açtığı yaradan derin,
Anayurtta öz kardaştan gördüğüm.
Seslenseydim, ses çıkardı her taştan,
Ne beklersin sağırlaşan bir baştan.
Kaçtır, eli kanlı çıktı oyundan,

Ne bilem, kahpelik varmış soyunda,
Girdiğim öz yurttan döndürülürken,
Kanımın aktığı sınır boyunda
Açan lâlelerden bir çelenk örsem,
Türklük dünyasına armağan versem.

Karakol komutanı, genç subay, evine döndükten sonra yaşananlara dayanamayıp intihar etmiştir.

 
Kaynak: Tarih Kulübü

9 Kasım 2012 Cuma

Bir Tas Yoğurt Ve Süleymaniye Camii

 
Kanuni Sultan Süleyman İstanbul'daki Süleymaniye Camii'ni yaptırırken ustalara sıkı sıkı tembih ediyordu. Diyordu ki: "Bu baki eserin sadece benim defterime kaydolmasını arzu ediyorum. Kimsenin bunun içinde bir katkısı olmasını istemiyorum. Sakın ha kimseden bir şey almayın" der. Ustalar çalışıyor, cami, kubbe kubbe yükseliyor. Karşedan mahzun mahzun bir nine, ustaları ve o koca mabedi seyrediyor. İçinden de yardım hevesi duyuyor. Fakat elinde avucunda hiç birşeyi olmayan o nineciğin sadece iki keçisi var ve onların sütleriyle geçiniyor. Düşünüyor: "Ey Allah'ım! Süleyman'a servet ve saltanat verdin. Senin uğrunda cami yapıyor. Bu fakir kuluna birşey vermedin. Ne edeyim ki ben Senin rızanı kazanayım? Benim elimden öyle büyük işler gelmez. Benim elimden sadece o ustalara bir tas yoğurt hediye etmek gelir." Gidiyor ustalara müracaat ediyor: "Evladım, ben fakir bir kadınım.Ben cami yapamam. Ancak elimden bir tas yoğurt hediye etmek gelir. Rica edeceğim bu yoğurdumu kabul edin." Ustalar Kanuni'nin tembihatı karşısında: "Hayır ana, kabul edemeyiz! derler. Kadın ısrar eder. Ağlar, sızlar: "Ne olur oğul!" der."Benim başka yapacak hayrım yoktur.Bu sadaka-i cariye içinde damla damla damlayan bir yoğurdum olsun." der. Ustalar kadının bu yalvarışını ve sızlanmasını kıramazlar. Onun gönlünü hoş etmek için o bir tas yoğurdu alır ve yerler. İçleri serinler. Büyük Hükümdar o gece rüyada, yaptığı hayrın tartıldığını görür. Koca Süleymaniye Camii, terazinin bir kefesine konmuş tartılıyor. Allah'ın huzurunda ne değerdedir diye baha biçilecek. Kanuni bakıyor. Fakat ne gariptir ki Koca Sülemaniye'yi taşıya kefeye mukabil öbür kefeye bir tas yoğurt konmuş. Ama yoğurt öyle ağır basıyor ki, yoğurdun konduğu kefe zeminde, öteki kefe ise yüksekte. Koca caminin değeri bir tas yoğurt kadar bile yok. Sabahleyin dehşet içinde uyana Kanuni, doğruca ustaların yanına koşar: "Ne yaptınız siz öyle?" der. Ustalar korku içinde anlatırlar:"Vallahi hükümdarımız, yaşlı bir nine geldi. Izdırap içinde bize yalvardı. Biz de ağlamasına tahammül edemedik bir tas yoğurt aldık, yedik." Bunu duyan Kanuni, gördüğü rüyayı kederli olarak dile getirdi: "Ben alem-i manada gördüm. O bir tas yoğurt, niyet ve ihlasından dolayı Allah katında Süleymaniye'den daha ağır tutuluyordu. Onun değeri ilahi ölçüler içinde Süleymaniye Camii'nden daha da fazla geliyordu..."

Yapılan işlerin büyüklüğüne ve küçüklüğüne bakılmaz. İşlerin samimiyetine bakılır. Küçük de olsa samimi olarak Hakk'ın rızasına varmak için yapılan işler, nice büyük hayırlardan daha önemli bir yer tutarlar. İşin çokluğu değil, işin samimiyeti önemlidir.Yeter ki samimiyet olsun!
 
...Alıntıdır...
 

13 Ağustos 2012 Pazartesi

Kendi Cenaze Namazını Kılan Şehitlerimiz !

Babamın dostlarındandı. Dimdik yürüdü. Hani Allah'tan başka kimsenin önünde eğilmemiş tipler vardır ya, öyle biriydi. Ben çok küçüktüm, evimize misafir gelirdi. "Oğul" diye seslenirdi hep. Bağdaş kurmaz, diz çöker öyle  otururdu. Gaz lambası ışığında daha bir heybetli görünürdü gözüme. Hep bitip tükenmek bilmeyen harp hatıraları anlatırdı.

 Çanakkale, Gazze, Kafkas cephelerini dolaşmış; Sakarya, Dumlupınar'da savaşmış. Ancak İzmir'in kurtuluşundan sonra  köyüne dönebilmişti. Anlattıklarında hep acı, kan, cefa vardı. Kolay mı kazanılmıştı bu vatan? Ölüm neydi ki?  Şerbet içmek kadar kolaydı. "Biz kendi cenaze namazımızı kendimiz kıldık Çanakkale'de !" derdi sık sık.  Olur muydu??

Kirte muharebeleri sırasında bölükler arka siperlerde hücum sıralarını beklemektedirler. Ön siperlerdekiler ileri fırlamış  boğuşuyorlar. Yüzbaşı hucum için emir bekliyor. Bütün asker süngü takmış siperden fırlamak için hazır. Sinirler gergin !..

 Bütün dudaklar kıpır kıpır dualar okuyor, kelime-i şehadet getiriyor. Süre uzuyor. Yüzbaşı erlere sesleniyor...  "Yavrularım... Aslanlarım... Biraz sonra Cenab-ı Rabb'ül Alem'in huzuruna varacağız. Abdestsiz gitmeyelim... Haydi ! Tüfeklerimizin kabzalarına ellerimizi sürüp, hep beraber teyemmüm edelim..." Teyemmüm edilir... Bekleme devam etmektedir. Biraz sonra Yüzbaşı;  " Çocuklarım... Sanıyorum biraz daha bekleyeceğiz... Önümüzde biraz daha zaman var. İleride arkadaşlarımız şehit oluyor.  Hem onlar için, hem de vakit varken, kendi cenaze namazımızı kendimiz kılalım..."

" Kabe Karşımızda... "

Arkadan Of'lu Ali çavuş bağırır. " ER KİŞİ NİYETİNE... "

O gün yapılan hücumda, kendi cenaze namazını kılan pek az kişi sağ kalabilmişti.

''Onlar Allah'a verdiği sözü tuttular..''

Kaynak: Bilim Kültür Kulübü

8 Ağustos 2012 Çarşamba

Geleceği Gören Harita



Coğrafya ve harita uzmanı ünlü Türk denizci Piri Reis'in 1513'te çizdiği Afrika, Amerika ve Güney Kutbu'nu gösteren harita, ortaya çıkarıldığı 1929 yılında ortalığı karıştırdı.

Çünkü Güney Kutbu'nun keşfi, haritanın çizilmesinden çok sonra, yani 1818'de gerçekleşmişti.
Dahası, Piri Reis'in haritası, kıtanın buz altında kalmış sahil kesimlerini de gösteriyordu.

Ancak kıta üzerindeki buzlar, haritanın çizilmesinden tam 6 bin yıl önce erimişti.

Kaynak: Bilim Kültür Kulübü

Padişahlar Fırın Denetliyor!



Osmanlı döneminde üzerinde en çok durulan iki yiyecek vardı: Ekmek ve et. Nitekim 1774 ile 1789 yılları arasında Osmanlı tahtında bulunan Birinci Abdülhamid, devlet adamlarına hitaben kendi eliyle kaleme aldığı bir hatt-ı hümayunda, yani emirde, "Her şeyden önemli olan et ve ekmektir" demekteydi.

Halkın ucuz ve iyi buğdaydan yapılmış ekmek yiyebilmesi için sıkı bir denetim mekanizması geliştirilmişti. Ekmek halkın ana gıdası olduğu için başta padişah olmak üzere bütün devlet görevlileri fırınları sıkı bir denetim altında tutarlardı.

Ekmeğin içerisinde başka bir madde bulunursa veya çiğ pişmişse fırıncı falakaya yatırılırdı. Eğer ekmek kanunnamede belirtilen gramajın altındaysa fırıncının kafasına suçlu olduğunu belirten tahta bir külah geçirilir veya para cezası verilirdi. Fırıncılar un gelmemesi ihtimaline karşı bir aylık kullandıkları miktarı depolarında bulundurmak zorundaydılar. 1788 yılında İstanbul'da fırıncıların pişirdiği ekmeğin siyah ve kötü olması yüzünden birkaç fırıncı idam edilmişti.
 
Kaynak: Bilim Kültür Kulübü

14 Temmuz 2012 Cumartesi

Osmanlı Tokadı




Osmanlı döneminde savaşa gidilirken, ülkede ne kadar deli ya da görünüş bakımından eli-ayağı bozuk, gulyabani tipli insan varsa hepsi toplanır ve ordunun en ön sırasında, düşmanın üzerine yürütülürmüş. Amaç, düşmanın psikolo...
jisini bozmakmış.

Bi sonraki sırada ise, "daltarrak" denen adamlar bulunurmuş. Bunlar ise, saraya ufak yaşta alınan gayrı müslüm çocuklarıymış. Küçüklüklerinden itibaren sadece pirinç ve hamur işleriyle beslenip izbandut gibi olmaları sağlanırmış. Bi yandan da, her gün yağlı elleri ile mermer tokatlayıp idman yaparlarmış. Böylelikle elleri sağlamlaşır, beton gibi olurmuş. Zaten mermeri tokatlayarak kıramayanı da savaşa götürmezlermiş.

Bu daltarraklar savaşta gürz-kılıç filan kullanmayıp, düşman askerlerinin beyinlerini tek tokatla, ("Osmanlı tokadı" lafı da burdan geliyo) dışarı çıkartırlarmış. Düşünün, adamın kafasında miğfer var ve bi vuruşta kafa miğferle birlikte dağılıyor.

İşte meşhur Osmanlı Tokadı buradan geliyor.
Kaynak: Tarih kulübü

11 Mayıs 2012 Cuma

Mimar Sinan'nın Nargile Keyfi ve Dehası


Mimar Sinan, Sultan Süleyman döneminin yetiştirdiği en büyük usta.

Malûm Kanuni Sultan Süleyman, imparatorluğunun gücünü ve ihtişamını göstermek adına Süleymaniye Camii'ni inşa ettirmişti.
Bu cami ve külliyesi 7 senede bitirildi. 7 yıllık bu uzun süre, Kanuni'nin canını sıkmıştı. Sinan'ın yapıyı neden bir türlü açmadığını anlamamıştı.
O sırada her taraftan da dedikodular yağmaya başladı Sultan'a. Kanuni, durumu kendi gözleriyle görmek için bir ikindi vakti Süleymaniye'ye gitti. Muhteşem yapının içine girdiğinde Sinan tam da söylendiği gibi caminin ortasında oturmuş nargilesini tüttürmekteydi. Sultan gözlerine inanamadı.
Tok sesiyle ve bütün haşmetiyle "Bu ne iştir Mimarbaşı" diye haykırdı. Oysa Mimar Sinan'ın içtiği nargilede tömbeki yoktu. İçtiği sadece suydu. Usta mimar, nargilenin fokurtularını dinleyerek caminin akustiğini ölçmeye çalışıyordu. Mihraptaki imamın sesini, aynı oranda bütün camiye nasıl ulaştıracağını hesaplıyordu. Bunun için Anadolu'nun değişik köşelerinden 65 tane dev turşu küpü getirtti. Bu küpleri içleri boş, ağızları dışarıya gelecek şekilde kubbenin eteklerine dizdirdi. Amacına ulaşmıştı Mimarbaşı. Sesi, yüzlerce metrekarelik mekânın her köşesine, en iyi şekilde yaymayı başarmıştı. Kanuni de, Sinan'ın niyetini anlamış, ustasını hemen bağışlamıştı.
Bu anlattıklarımı, Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu "Süleymaniye'nin Sırları" başlığı altında e-postama gönderdi. "Sırlar" şöyle devam ediyor:
Mimar Sinan yapının içine bir de hava koridoru inşa etti. Elektriğin henüz bulunmadığı o yıllarda, Süleymaniye 275 dev kandille aydınlatılıyordu. Sinan, bu kandillerden çıkan is camiye zarar vermesin ve cemaati rahatsız etmesin diye, orta kapının üzerine küçük bir odacık yaptırdı. Binanın değişik köşelerine açtığı oyuklardan giren islerin bu odada toplanmasını sağladı. Şaşırdınız değil mi? Durun, daha bitmedi...Ve adına da "İs Odası" denilen bu bölmenin içine özel bir nemlendirme sistemi kurdu Sinan. Odada toplanan islerden, dönemin en kaliteli mürekkebini damıttı.

Süleymaniye'nin duvarlarında gördüğünüz o muhteşem kalem işleri, yazılar, süslemeler, caminin kandillerinden çıkan isten damıtılan o mürekkeple yapıldı. Bütün bunlar günümüzden yüzyıllar öncesinin bilimiyle, teknolojisiyle gerçekleştirildi.

Kaynak: Tarih Kulübü

30 Nisan 2012 Pazartesi

Eşekli Kütüphaneci (Mustafa GÜZELGÖZ)



Yıl 1943. Genç Mustafa'nın tayini kütüphaneci olarak Ürgüp Tahsin Ağa Kütüphanesi'ne çıkar. Devlet memurluğu o dönemde süper bir şey, çünkü özel sektör falan yok.

Bizimki kütüphanede heyecanla okurları bekler; bir gün olur, beş gün olur, gelen giden yok. Etraftakilerle konuşur, herkese anlatır:

"Bakın kütüphane bomboş duruyor, gelin kitap okuyun."

Gelen giden olmaz. Amirlerine durumu bildirir.

- Kardeşim otur oturduğun yerde, maaşını düzenli alıyon mu, almıyon mu ?

- Alıyorum.

- Eee, o zaman ne karıştırıyon ortalığı, gelen giden olsa maaşın mı artacak? Başına daha fazla bela alacan, o kütüphaneye yıllardır kimse gelmez zaten.

23 yaşındaki genç memur "Ne yapayım, ne yapayım?" diye düşünür durur.

Sonunda aklına bir fikir gelir, eşine söyler. Eşi önce "Deli misin bey?"der, ama kocasının bir şeyler üretme, işe yarama çabasını yakından görünce fikri kabullenir.


O dönem devletteki amirlerinin çıkardığı tüm engellerin tek tek, binbir güçlükle üstesinden gelir. Çünkü o zaman da şimdiki gibi, "Aman bir şey yapmayalım da başımıza bir iş gelmesin. Çalışsan da aynı maaş, çalışmasan da" zihniyeti var.

O bıyıklı, kravatlı, asık yüzlü, sigara kokan, ülkesine gram faydası olmayan bürokratları zorlukla ikna eder ve bir eşek alır. İki tane de sandık yaptırır. İki sandığa, kalınlığına göre 180-200 kitap sığar. Sandıkların üstüne "Kitap İdare Sandığı" yazar.

Kitapları eşeğe yükler ve köy köy gezmeye başlar. Kütüphaneye de bir yazı asar:

"Sadece Pazartesi ve Cuma günleri açıyoruz."

Köydeki çocuklar şaşırır. Eşeğe bir sürü kitap yüklemiş bir amca, o gariban çocukların küçücük ellerine kitapları verir. Düşünün, Noel Baba gibi. Noel Baba yalan, Mustafa Amca ise gerçek. Geyikler yerine eşeği var. Eşek de daha gerçek, Mustafa Amca da.

"Çocuklar bunları okuyun, aranızda da değişin. On beş gün sonra aynı gün gelip alacağım. Aman yıpratmayın, diğer köylerdeki arkadaşlarınız da okuyacak" der.

Mustafa artık Ürgüp'teki kütüphanede bir iki gün durmakta, diğer günler eşeği Yüksel'le köy köy gezmektedir. Köylerdeki çocuklar Eşekli Kütüphaneciyi her seferinde alkışlarla karşılarlar. Kalpleri küt küt atar heyecandan, sevinç içinde yeni kitapları beklerler. Mustafa Amca'nın ünü etrafa yayılır. Diğer devlet memurları makam odalarında sıcak sıcak oturup
iş yapmazken, Mustafa'nın eşeği Yüksel yediği otu hepsinden fazla hak etmektedir.

Zamanla insanlar kütüphaneye de gelmeye başlar. Mustafa bakar ki kütüphaneye kadınlar hiç gelmiyor. Zenith ve Singer'e mektup yazar:

"Bana dikiş makinesi yollayın, firmanızın adını kütüphanenin girişine kocaman yazayım" der.

Zenith dokuz tane, Singer bir tane dikiş makinesi yollar (ilk sponsorluk faaliyeti). Salı günlerini kadınlar günü yapar. Kumaşı alan kadın kütüphaneye koşar. On makine yetmediği için sıra oluşur. Sırada bekleyen kadınların eline birer kitap verir, beklerken okusunlar diye. Okuma-yazma oranının düşüklüğünü görünce halkevlerine okuma yazma kursları vermeye gider. Halıcılık kursları başlatır, bölgede halıcılığı canlandırır. Bu arada valilik Mustafa hakkında dava açar,

"Kendi görev tanımı dışında davranıyor" diye. 50 yaşına gelen Mustafa Amca baskıyla emekli edilir.

Mustafa Amca köylüler arasında efsane olur, yıllar geçtikçe köylerdeki çocuklarda okuma aşkı yerleşir. 2005 yılında Mustafa Amca vefat eder.

Tüm Kapadokya çok üzülür, aralarında toplanırlar. Ürgüp'e "Eşekli Kütüphaneci" Mustafa GÜZELGÖZ ve eşeğinin heykelini dikerler.

Girişimcilik ne biliyor musun?

Bulunduğun yere yenilik katmalısın.

Mutlaka adım atmalısın.

Yaptığın iş olduğu yerde durup duruyorsa, sende bir uyuzluk vardır arkadaş.

İnsan var, dokunduğu yere değer katar; insan var, dokunduğu yere değer
kaybettirir.

Bakın Nevşehir'den ve bu ülkeden nice müdür, amir, vali, bürokrat,milletvekili, politikacı geçti; binlercesinin adını kimse hatırlamaz ama Mustafa GÜZELGÖZ ve eşeğinin heykeli var.

Kaynak: Tarih Kulübü

2 Nisan 2012 Pazartesi

1 Nisan Gerçeği

15. yüzyılın sonlarında, Haçlı ordusu Endülüs Müslümanlarının son kalesini kuşatır. Uzun süren bir kuşatma olmasına rağmen, kış aylarının da etkisiyle kale korunabilmektedir. Durumun zorluğunu anlayan Haçlı ordusunun komutanı  değişik taktikler düşünmektedir. En sonunda 31 Mart gecesi kalenin önüne giderek bir elinde Kur'an bir elinde İncil "Şu iki kitap üzerine yemin ederim ki, teslim olursanız bu akşam size bir şey yapmayacağım" der. Gerekli görüşmelerden sonra canlarının  kurtarılması karşılığında Müslümanlar kaleyi teslim ederler.

Ertesi sabah, yani 1 Nisan sabahı, Haçlı ordusu komutanı bütün Müslümanların öldürülmesi için emir verir. Bunun üzerine Müslümanlar "Yemin etmiştiniz, bize söz vermiştiniz" dediklerinde, Haçlı ordusu komutanı "Benim sözüm size  dün akşam içindi, bugün için size bir sözüm yoktur" diye cevap verir ve  bütün Müslümanlar orada Şehit edilir. İşte o gün bugündür 1 Nisan hristiyanlar arasında 'Hile Günü' olarak  kutlanmaktadır.

Maalesef Hristiyanları taklit etmeyi modernleşme sanan gafil müslümanlar arasında da yaygınlaşmış, yüzlerce, binlerce müslümanın katliam günü olan 1 Nisan'lar, bir şaka günü olarak kutlanmaktadır!..

Kaynak: Tarih Kulübü

15 Şubat 2012 Çarşamba

Defterdar Değil Vezir!..



Osmanlı Ordusu dört aylık bir yürüyüşten sonra nihayet Çaldıran Ovası'na gelmişti. Şah İsmail birkaç günden beri Çaldıran'a gelmiş ve savaş nizamı almıştı. Çaldıran'a gelen Osmanlı ordusu o gece Yavuz'un başkanlığında bir divan yaptı.

Divanda bir tek fikir görüşülecekti.Bu fikir de "yarın şafakla savaşa girilsin mi,yoksa birkaç gün istirahattan sonra mı gir
ilsin idi."Divanda bulunanların çoğu birkaç gün istirahattan sonra savaşa girilmesini tavsiye ettiler.

Padişah,bir köşede oturmuş ve hiçbir fikir beyan etmeyen Defterdar Piri Mehmet Çelebi'ye hitaben:"Sizin fikriniz nedir?" diye sorunca

Piri Mehmed Çelebi şöyle cevap verdi:
"Akıncıların bir kısmı Kızılbaştır.Bütün dikkatimize rağmen ordu içinde Şii casuslar vardır.Savaş bir yürek işidir ve asla da yorgunlukla alakası yoktur.Bana kalırsa şafakla beraber savaşa girmeliyiz.

Yavuz bu sözlerden çok hoşlanmış ve şöyle demişti:
"İşte yegane rey sahibi bir adam, ne yazık ki vezir olamamış.
Bana böyle bir defterdar değil, böyle bir vezir lazım."

Kaynak: Tarih Kulübü

Sağ Kolumu Kaybettim Ama Sol Kolum Var!

Seddülbahir ve Conkbayırı'nın büyük kahramanlarından biri de Bombacı Mehmet Çavuş'tu. Bu kahraman Anadolu çocuğu, İngilizlerin siperlerimize fırlattığı el bombalarını korkusuzca yakalar ve karşı tarafa fırlatırdı. İngilizler bunu anlamış olacaklar ki bombaları birkaç sayı saydıktan sonra fırlatarak Mehmet Çavuş'un iadesini önlemek istemişlerdir. İşte böyle bir bomba Mehmet Çavuş'un elinde patlayarak sağ elinin bileğinden kopmasına sebep olmuştu. Bu yiğit delikanlı hastaneden tabur komutanına şöyle bir mektup yazmıştır:
- Sağ kolumu kaybettim, zararı yok, sol kolum var. Onunla da pekala iş görebilirim. Beni müteessir eden yaramın henüz kapanmamış olmasıdır. Hastaneden kurtularak harbe iştirak edemediğim için beni mazur görünüz, affediniz muhterem komutanım.

Kaynak: Tarih Kulübü

8 Ağustos 2011 Pazartesi

Hukukta İlk Kıyas

Yemen'e kadı ve öğretmen gönderilecekti. Peygamberimiz bu öğretmeni Muaz bin Cebel olarak belirledi. Muaz 25 yaşındaydı. Peygamberimiz, görev yerine gitmeden önce Muaz'ı sınav yaptı. Ona, hükümlerini neye göre vereceğini sordu. Muaz, peygamberinin ilk sorusunu:
- Allah'ın kitabına göre hüküm veririm, diye cevapladı.
- Onda bir hüküm olmazsa neye göre verirsin?
- Resulullah'ın sünnetine göre hüküm veririm.
- Ya Allah Resulü'nün sünnetinde de hüküm bulamazsan ne yaparsın?
- Kendi görüşüme göre cevap veririm.
Peygamberimiz, Muaz'ın bu soruya verdiği cevaptan son derece memnun oldu. Muaz, İslam hukukunda hüküm vermenin esasını oluşturmaktaydı.Başka bir ülkeye, İslam'ı anlatmak ve İslam'i hukukla hükmetmek için görevlendirilen bir genç, İslam hukukundaki ilk kıyas sistemini de belirlemiş oluyordu.

O (a.s.m.) biliyordu... Genç, iyi yönlendirilirse onun muhakemesinin ne kadar güçlü olduğunu. Genç iyi yetiştirilirse onun başaramayacağı görevin olmadığını...

Kaynak: Nesil

29 Temmuz 2011 Cuma

Bir Onbaşı, Bir İngiliz Zırhlısı

Seyit Onbaşı


Mehmet İhsan Gençcan, Seyit Onbaşı'yı eserinde şöyle anlatıyor:

"Ne hikmetse bataryada tek top ayakta kalabilmiş, fakat onun da vinci kırılmış olduğundan, mermileri namluya sürülemiyordu. Yüzbaşı Hilmi Bey, etrafından birilerinden yardım alabilmek düşüncesiyle bataryadan uzaklaştığı sırada, Niğdeli Ali ile Koca Seyit ümitsiz ve perişan ne yapacaklarını düşünüyorlardı.

Seyit'in dudaklarında bir dua... Sürekli tekrarlıyordu:

- Ulu ve yüce Allah'tan başka hiçbir güç ve kuvvet yoktur!

Seyit Ali, bu duayı defalarca okudu. Bu yakarış şüphesiz hiç kimseninkine benzemiyordu. Aşk ile kendinden geçmesi ve 257 okkalık top mermisini kucaklayıp omzuna alması bir oldu. Demir basamakları tam üç kez inip çıktı. Yanında bulunan Niğdeli Ali, Seyit'in göğüs ve omuz kemiklerinin çatırdadığını duyuyor, hayret ve dehşet içinde kalıyordu. Topun namlusuna sürülen üçüncü mermi, savaşın kaderini böylece değiştiren olayı doğurmuş ve İngilizler'e ait 'Ocean' isimli zırhlı, bu merminin isabetiyle korkunç yara almıştı."

Kaynak: Semerkant

Osmanlı'nın İnanç Hürriyeti

Fatih Sultan Mehmed


Sırp Kralı Brankoviç ve halkı, Ortodoks oldukları için, Katolik Macar Kralı Hünyad'ın tehdidi altındaydı. Hünyad, Sırbistan'ı işgal edip tüm Ortodoks kiliselerini yıkacağını, yerlerine Katolik kiliseleri inşa edeceğini herkese söyledi: "Ortodoks kiliselerini yıkacağım. Katolik mezhebinin kiliselerini inşa edeceğim. Ortodokslar nazarımızda kafirdirler, kafirlere hayat hakkı yoktur."

Sırplar korku içinde Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmed'e sığındılar: "Lütfen bizi koruyunuz! Hünyad'dan önce ülkemizi feth ederek bizi Hünyad belasından kurtarınız. Ama bir istirhamımız var: Kiliselerimizi yıkmayınız."

Fatih, "Asla" dedi, "Sırbistan'ı fethederek camiler kuracağız, amma Sırpların serbestçe dini vecibelerini yerine getirmelerine de hassasiyet göstereceğiz. Kiliselere dokunmayacağız."

Bugün bile ulaşılamayan bu "inanç hürriyeti" anlayışı, bir yandan Müslümanların farkını ortaya koyarken, öte yandan, farklı kıyafetleri dahi hazmedemeyenlere verilmiş bir ibret dersinin çağları aşan numunesidir.

Kaynak: Nesil

28 Temmuz 2011 Perşembe

Yavuz Sultan Selim'in Gördüğü Rüya

Baba ve Oğul

Yavuz Sultan Selim’in seferde ve hazerde (barışta) yanından ayırmadığı bir sohbet arkadaşı vardır. Hasan Can ismiyle bilinen bu zât, âlim ve hikmet ehli birisidir. Onun oğlu Hoca Sadeddin Efendi ise hem Sultan III. Murad’ın hem de III. Mehmed Han’ın hocalığını yapacaktır. Sonraki yıllarda şeyhülislamlık makâmına kadar yükselecektir. Hoca Sadeddin Efendi’nin Osmanlı tarihini anlattığı Tâcüt-Tevârih isimli eseri meşhurdur. Burada babası Hasan Can ile Yavuz Sultan Selim arasında geçen bir rüya tabiri meselesini bizzat babasından duyarak nakletmektedir.
 
Şeyh Bedhaşi

Yavuz Sultan Selim’ 1517’de Mısır’ı civarındaki birçok bölgeyle beraber Osmanlı topraklarına katar. Şam da bu yerler arasındadır. Padişah bir ara Şam’da iken buranın büyük âlimlerinden Muhammed Şeyh Bedahşi ile tanışır. İki kez bizzat ziyaretine gider ve duasını almaya bakar. İlk sohbette hiç konuşmazlar. İkinci sohbette ise Muhammed Bedahşi, padişaha nasihatlerde bulunur. Saltanatla beraber üzerine çok büyük bir yükün bindiğini hatırlatır. O celalli padişah gâyet edebli bir şekilde söylenenleri dinler ve ayrılırken bu zâtın duasını talep eder. Bundan sonra yaşananları Yavuz Sultan Selim’in musâhibi (sohbet arkadaşı) Hasan Can’dan dinleyelim…

Vefat Haberi

Yavuz Sultan Selim

“ Mısır feth olunduğu günlerdi. Bir sabah Yavuz Sultan Selim Han bana şöyle buyurdu: “Bu gece rüyada Muhammed Bedahşî’yi gördüm. Yolculuk hazırlığında olup bir beyaz kepenek giymiş, üstüne de bir ip kuşak bağlamıştı. Bu hâlde gelip yolculuğa çıkacağını söyleyip bizimle vedalaştı.” Ben ise gençlik atılganlığı ile hemen rüyayı tabire giriştim ve; “Velilerin görünüşte çıkacakları yolculuk, âhiret seferi olmak gerektir. Eğer vefat etmemiş ise yakında vefat edeceklerine işarettir.” dedim. Padişah hiçbir karşılık vermedi. Ben de rüyayı böyle tabir ettiğim için pişmanlık duydum. Çok geçmeden, Muhammed Bedahşî’nin ölüm döşeğinde olduğu haberi geldi. Yanındakilere; “Harameyn-i Muhteremeyne (Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere’ye) hizmetleri ile başlara taç olan Sultan’a benden dua, selâm ve muhabbetlerimi iletirken dünyadan da sefer ettiğimi bildirin.” diye vasiyette bulunmuştu.

Bu Rüya Tabirinin Cezası Nedir?

Şam vâlisi, durumu Sultan’ın kapısına iletmişti. Bu sırada Yavuz Sultan Selim’in hocası Halîmî Çelebi, padişahın yanına geldi. Konuşurlarken Yavuz Sultan Selim Han; “Şöyle bir rüya görmüştüm. Hasan Can da böyle yorumlamıştı. Çoğunlukla rüyanın gerçekleşmesi, tabirin şekline bağlıdır. Şimdi o veli zât, vefat etmiştir. Böyle olması tabirden ileri gelmiştir. Yani Hasan Can ölüme yorduğu için onun vefatında bu tabirin tesiri vardır. Siz hakem olun. Hasan Can bu yönden cezalandırılmaya lâyık değil mi? Bu şekilde tâbirin cezası da şiddetle bir tazir (azarlama) değil mi?” dedi. Halimî Efendi ise bana bakıp; “Senden böyle acemi davranış beklemezdim. Atılganlık etmişsin.” dedi. Ben ise utancımdan başımı eğip dedim ki: “Sultanım, vefat günü ile rüyanın görüldüğü tarih tespit edilsin. Eğer rüya daha önce ise ferman devletlü Padişahımındır. Eğer iş aksi ise gerçek budur ki, gerisi hazretinize kalmış” Halimî Efendi, bu sözlerimi doğru bulup dedi ki: “Hasan Can kulunuzun görüşü akla uygundur. Gerçekte de değerli katınızda hoş karşılanmalıdır.”

Başlara taç olan Padişah, Şam’dan gelen mektubu gösterdi. Gördüğü rüyanın, Muhammed Bedahşî’nin vefatından sonrasına rastladığı meydana çıkınca Sultanımız bana kıymetli bir hil’at (elbise) ile tam ayar iki yüz dinar altın ihsan buyurdu. Ben de “Bunca lütuf Muhammed Bedahşî’nin kerameti eseridir” diyerek, aziz ruhuna dualar eyledim.”

Kaynak: Ayşe TÜRK (Tarih Severler)

7 Temmuz 2011 Perşembe

Vatanın Her Karış Toprağı Kanla Alınmıştır


Sırbistan Prensi Obronoviç 1879'da İstanbul'a gelerek, Sultan Abdülhamid Han'ın huzuruna çıktı. Padişah ile konuşmaları sırasında Obronoviç:
- Padişahım, ben kulunuz, küçücük bir yeri idare ederim. İzvorniç Kalesi'ni arazime ilave ederseniz, hem şahsımı minnettar kılmış, hem de bütün Sırpları sevindirmiş olacaksınız, dedi.
Sultan Hamid bu sözlere karşılık:
- İstediğiniz yerin her karış toprağı, millet ve evlatlarının kanı ve canı pahasına alınmıştır. Milletin malını size ihsan etmeye hakkım ve selahiyetim yoktur, cevabını verdi.

Kaynak: Muhittin NALBANTOĞLU (Tarihin Işığında - Yeniçağ)

Hereke'yi Fetheden Gazi Ali Bey

Osmanlıların ikinci padişahı Orhan Gazi, İzmit'in fethine giderken, Gazi Ali Bey'i de Hereke'nin fethine memur etti. Gazi Ali Bey, Hereke'ye yaklaşınca, kalenin çok sağlam olduğunu gördü. Fakat Osmanlılarda geri dönmek yoktu. Gazi Ali Bey, adamlarının azlığına bakmadan kaleye saldırdı. Tam hücum sırasında bir ok gözüne saplandı. Gazi Ali Bey, oku bir çekişte çıkararak attı. Etrafındakiler telaşlandılar. Ali Bey:
- Bre yiğit kardeşlerim, ne telaş edersiniz? Bir başa bir göz çok bile. İki gözlü geri kaçmaktansa, tek gözlü olup ileri atılmak evladır, diyerek düşmanşla mücadeleye devam eti. Sonunda da kale ele geçirildi.

Kaynak: Muhittin NALBANTOĞLU (Tarihin Işığında - Yeniçağ)