TARİHTE YOLCULUK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
TARİHTE YOLCULUK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Nisan 2016 Cumartesi

Unutturulan Zafer Kut-Ül Amare Zaferi

29 Nisan 1916 tarihinde Osmanlı Ordusunun Irak’ın Kut bölgesinde İngilizlere karşı kazandığı büyük bir zaferidir. Kutul Amare’de 13 bin 300 İngiliz askeri ile 13 general 481 subay esir alınmış ve 40 bini aşkın İngiliz askeri öldürülmüştür.
 
Osmanlı Ordusunun Birinci Dünya Savaşı’nda çarpıştığı cephelerden biri, İngilizlere karşı oluşturulan Irak cephesidir. Osmanlı dönemi kaynaklarında Irak-ı Arap olarak adlandırılan bölge, Dicle, Fırat havzasında tarihteki Mezopotamya’yı (Verimli Hilal) içine alır ve Basra Körfezi’ne kadar uzanır.
 
Irak petrollerini ele geçirmeyi amaçlayan İngilizler, 6 Kasım 1914 tarihinde Basra Körfezinden Şattülarap ağzındaki Fav mevkiine asker çıkararak saldırıya geçmişler, ilerleyen aylarda bu saldırılarını kuzeye doğru genişletmişlerdir. İngilizler, 3 Haziran 1915 tarihinde Kut’ül-Ammare’yi, Temmuz ayı sonlarına doğru da Nasıriye’yi işgal etmişlerdir. 23 Kasım 1915’de ileri harekata geçen Türk birlikleri, General Townshend komutasındaki İngiliz ordusunu geri püskürterek Kut-ül Ammare’de çember içerisine almayı başarmışlardır. Kut’ül-Ammare’yi bir kale gibi savunan General Townshend, 29 Nisan 1916 tarihinde teslim olmak zorunda kalmıştır. Türkler, Kut’ül-Ammare’de İngilizlerden başta Tümen Komutanı General Townshend olmak üzere toplam 13 general, 481 subay ve 13.300 askeri esir almışlardır.
 
Tarihe Kut ül Amare zaferi olarak geçen savaşlar sırasında İngilizler 40 bin kayıp ve esir verirken Türk birlikleri ise 25 bin askerini kaybetti. Kut ül Amare savaşı sırasında Türk birlikleri sınırlı sayıda uçakla önemli görevler yaptı. Keşif görevleri yapan Türk uçakları bir taraftan da düşman hedeflerini bombardıman etti. 26 Nisan 1916’da Kut ül Amare’deki İngiliz kuvvetlerine erzak yardımına çalışan bir İngiliz uçağı da Türk avcı uçağı tarafından düşürüldü.
 
Ancak kazanılan bu tarihi zafere rağmen savaşın genelinde mağlup olan Türk ordusu, takviye edilen İngilizlerin bölgeyi Şubat 1917’de işgal etmesine engel olamadı. Irak’ın güneyine 1914 sonlarında çıkarma yapan İngilizler, ancak Mart 1917’de Bağdat’a ulaşarak kenti işgal etti.
Kut’ül-Ammare Zaferi, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Ordusu’nun zor şartlar ve imkansızlıklar içerisinde, Çanakkale’den sonra kazandığı ve bir İngiliz tümeninin bütün personeli ile birlikte esir alındığı eşsiz bir zaferdir. Halil Paşa, Kut’ül-Ammare zaferinden sonra 6’ncı Ordu’ya yayınladığı mesajında şöyle demiştir:
 
“Arslanlar!
 
Bütün Türklere şeref ve şan, İngilizlere kara meydan olan şu kızgın toprağın güneşli semasında şehitlerimizin ruhları sevinçle gülerek uçarken, ben de hepinizin pak alınlarından öperek cümlenizi tebrik ediyorum.
 
Ordum gerek Kut karşısında ve gerekse Kut’u kurtarmaya gelen ordular karşısında 350 subay ve 10.000 erini şehit vermiştir. Fakat buna karşılık bugün Kut’ta 13 general, 481 subay ve 13.300 er teslim alıyorum. Bu teslim aldığımız orduyu kurtarmaya gelen İngiliz kuvvetleri de 30.000 zayiat vererek geri dönmüşlerdir.
 
Şu iki farka bakılınca, cihanı hayretlere düşürecek kadar büyük bir fark görülür. Tarih bu olayı yazmak için kelime bulmakta müşkülata uğrayacaktır.
 
İşte Türk sebatının İngiliz inadını kırdığı birinci zaferi Çanakkale’de, ikinci zaferi burada görüyoruz.”
Avustralyalı araştırmacı Dr. Gaston Bodart tarafından Kut’ül-Ammare Zaferi, “İngiliz prestijinin Birinci Dünya Savaşı’nda yediği en büyük darbe olarak yorumlanmaktadır.”
 
Halil Paşa, Kut’ül-Ammare’nin teslim alındığı gün orduya bir tebrik mesajı yayımlamış ve bu günün “Kut Bayramı” olarak kutlanmasını istemiştir.
 
Kaynak: Bilinmeyenler

21 Mayıs 2015 Perşembe

Kabe-i Muazzama'nın Üzerinde Bir Osmanlı Yapımı Altın Oluk



Kabe'de bulunan Altın Oluk, Kabe damında biriken suları akıtmak için kullanılmaktadır.

Farsça Mizab-ür Rahme denir. Rahmet Oluğu demektir. İlk defa miladi 605 yılında Efendimiz 35 yaşlarında ilen Kureyşliler tarafından yapılan tamir esnasında konmuştur. Daha önceleri Kabe'nin üstü açık idi, çatısı yoktu.

Emevi Halifesi Abdül Melik'in emri ile miladi 710 yıllarında altınla kaplatıldı. Altın oluk diye anılması bundan sonradır.

1553 yılında Kanuni Sultan Süleyman Gümüş levha ile kaplı bir oluk gönderdi. Eskisi de muhafaza için İstanbul'a getirildi.

1612 yılında Sultan I. Ahmed, gümüş üzerine altın kaplı bir olukla değiştirdi.

1857 yılında Sultan Abdülmecit Han, Altın Oluk'u yeniledi.

Altın Oluk, Kabe'nin en çok önem atfedilen yeridir.

Kıble Kudüs'ten Kabe yönüne değiştirildiğinde Mescid-i Nebevi'nin kıblesi tam Altın Oluk'un bulunduğu tarafa isabet etmişti. Böylece Efendimiz Medine'de iken hep bu tarafa doğru namaz kılmış, Mekke'ye geldiğinde ise Makam-ı İbrahim'in bulunduğu taraftan Kabe'ye yönelmeyi tercih etmiştir. 

Amr bin As: "Kabe bütünüyle kıbledir.Kendi kıblesi ise yüzüdür (Kapısının bulunduğu taraf)" der. 

Kabe'de dört büyük mezhep imamının ayrı ayrı namaz kıldığı dönemlerde Hanefi mezhebinin makamı da Altın Oluk tarafında bulunuyordu.



20 Şubat 2015 Cuma

Tarihte Evcileştirilmiş İlk ve En Asil At "Ahal Teke"




Ahal Teke atı resmen bir Türk atıdır.
Bilimciler Ahal Teke atını, 3000 yıl evvel insanlar tarafından ilk evcilleştirilmiş olan at türü olarak görürler.
Orta Asya da Türk halkları arasında yaygındır.
Özellikle Türkmenler Ahal Teke atına sahip çıkarlar ve onun bir Türkmen atı olduğunu söylerler.
Ahal Teke’nin adı Manas ve Dede korkut gibi Türk destanlarında geçer ve Türkmenistan’ın Ahal vilayetinde yaşayan Teke kabilesinden gelmektedir.

Özellikleri
Dik bir duruşu, uzun ince bir boynu, eğimli omzu, uzun bir sırtı, uzun bacakları ve küçük sert bir kalçası vardır. Yelesi yumuşak ve azdır. Kulakları diğer atlarınkinden uzun ve hafif orak şeklindedir. Çoğu ahal tekenin gözlerinin etrafı siyah olduğu için gözleri badem şeklinde görünür. Vücudu daima hafif metalik parlar. Kılları çok ince ve yumuşaktır. Hareketleri çok rahat ve esnektir. Hüner ve eğitim gösterilerinde diğer atların zorlandığı bazı zor hünerleri kolayca başarır. Özellikle “Pas” ve “Tölt” adlı hareketleri kolay yapar. Cesur, zeki, duygusal ve bazen de inatçıdır, sezgileri güçlüdür, sahibine daima çok bağlıdır, hatta tek biniciye alışık olurlar ve onun en ufak imalarını bile algılayabilirler.

Tarih
Ahal Teke atı doğrudan eski Türkmen atlarının soyundan gelen ve çarlık Rusya’sında oluşturulmuş (Türkmen atının aygır defterleriyle kayda geçirilmesi) safkan bir at ırkıdır. Buzul çağından kalma mumyalaşmış ve donmuş at cesetlerinden anlaşıldığı üzere belki de tam anlamıyla safkan olan tek at ırkıdır. Ahal Teke milattan önceki binyılda bile Doğu Avrupa’dan Çin’e kadar ün salmıştır.
Ahal Teke kanı Avrupalı at soylarının pek çoğunda bulunur. İngiliz tam kan at ırkının defterinde kayıtlı bütün damızlıkların soyu, Osmanlı İmparatorluğu’ndan İngiltere’ye gitmiş olan üç aygıra dayanır. Bunlardan biri Kuzey Afrika’dan gitmiş olup muhtemelen Arap atıdır. Ancak diğer ikisi özellikle de İstanbul’dan gelen “Byerly Turk” kesin olarak eski Türkmen atıdır. Alman at ırklarını etkilemiş olup bu ırkları ıslah eden en ünlü aygırın adı Almanca ‘da “Turkmen Atti ‘dir (Türkmen Atı isminin Almanca telaffuzu).

Avrupa da ki at soyları bugüne kadar hala ara sıra Ahal Teke damızlıkları ile çiftleştirilip, böylece asilleştirilirler. Almanya da Neustadt kentinde bulunan bir Trakyalı-atı çiftliğinde kısa zaman önce tekrar Ahal Teke çiftleşmeleri ile Trakyalı-atları asilleştirilmişlerdir.

Kaynak: Tarih Kulübü

3 Ekim 2014 Cuma

Özgüven Abidesi Vezirler



“Eğer o (Sultan) benim saltanatta ve mülkünde ortağım olduğunu bilmiyor idiyse bilsin. Bugün bulunduğu makama benim fikir ve önlemlerimle geldi. Babasının öldüğü gün işleri nasıl idare ettiğimi ve ona isyan edenleri nasıl cezalandırdığımı hatırlamaz mıdır? O zaman bana sımsıkı sarılır ve muhalefet etmezdi. Ne zaman işleri yoluna koydum, düzeni sağladım, herkesi ona itaat ettirdim, yakın ve uzak şehirleri fethettim. İşte o zaman işlemediğim günahları bana yükledi, hakkımda ki ihbarları işitir oldu, benim adıma ona söyleyiniz ki; başında ki o tacın varlığı bu divite bağlıdır, bu ikisinin iş birliği ve ittifakı istenilen her şeyin bağı ve her türlü ganimetin sebebidir. Bu divitin kapağını kapatırsam onun tacı da yok olur. Eğer bir değişiklik ve tedbire karar verdiyse önce gerekli önlemleri alsın, kapıyı çalmadan önce başına gelecekleri düşünsün ve dikkatli olsun.”

■ Nizamülmülk.

“'Her şey harp, sulh, servet, kuvvet benim elimdedir. Bu büyük devleti idare eden benim; her ne yaparsam, yapılmış olarak kalır, zira bütün kudret benim elimdedir; memuriyetleri ben veririm, eyaletleri ben tevzi ederim; verdiğim verilmiş, reddettiğim reddedilmiştir. Büyük padişah bir şey ihsan etmek istediği yahut ihsan ettiği zaman bile eğer ben onun kararını tasdik etmeyecek olursam, gayr-i vaki gibi kalır; çünkü her şey; harp, sulh, servet, kuvvet benim elimdedir. ”

■ Pargalı/Makbul İbrahim.

Kaynak: Tarih Kulübü

11 Nisan 2014 Cuma

Çanakkale Zaferini Haber Veren Resmî Bildiri





Çanakkale Zaferini Haber Veren Resmî Bildiri:

“Bu gün Çanakkale Boğazı’nda sükûnet-i tâmme vardır. Ağır surette hasarzede olduğu bildirilen Irresistible ve Afrika sistemindeki İngiliz zırhlıları geceleyin boğaz medhali civarında bataryalarımızın ateşleriyle batırıldı. 
Düşmanın ağır surette hasara uğrayan diğer bir sefine-i harbiyesinin Bozcaada’ya doğru sürüklendiği teyyarecilerimiz tarafından görülmüştür. Dünkü bombardımanın şiddetine rağmen istihkâmâtımızdaki hasârât-ı maddiye hamd olsun şayan-ı hayret bir derecede azdır. Bütün bataryalarımız her daim ateşe hazır bir halde bulunuyor. İnsanca olan zayiatımız ise zannolunmaz derecede cüzidir.”

- Tasfîr-i Efkâr, 19 Mart 1915 (R. 6 Mart 1331), Nu.1384, s.1

Resim: 
"Düşmanlarımızın İki Büyük Zırhlısını Daha Batırdık."



Soldan Sağa: İngiliz'in Irresistible zırhlısı:15.250 ton



Fransız’ın Bouvet zırhlısı: 12.250 ton



İngiliz’in Afrika zırhlısı: 16.600 ton 



Aşağıda: Müşterek Fransız ve İngiliz donanmasına bir mezar olacak gibi görünen Çanakkale Boğazı'nın medhali ile boğaz müdafiilerinin kahramanlıkları sayesinde batırılan düşmanın üç büyük zırhlısı.

- Tasfîr-i Efkâr, aynı nüsha, s.1


1 Eylül 2013 Pazar

30 Ağustos Zafer Bayramı

 
 
Zafer Bayramı, Türkiye Cumhuriyeti ve K.K.T.C'nin ulusal bayramıdır. Her yıl 30.Ağustos günü kutlanır. Zafer Bayramı, 1922 yılında 26.Ağustos'ta başlayıp, 30.Ağustos'ta Dumlupınar'da Mustafa Kemal'in başkumandanlığında zaferle sonuçlanan Başkomutanlık Meydan Muharebesini (Büyük Taarruz) anmak için kutlanan bayramdır. İşgal birliklerinin ülke sınırlarını terketmesi daha sonra gerçekleşse de, 30 Ağustos sembolik olarak ülke topraklarının geri alındığı günü temsil eder.
 
Zafer Bayramı, ilk defa 30 Ağustos 1923 günü Afyonkarahisar, Denizli, Kahramanmaraş, Ankara ve İzmir'de kutlanmıştır. Resmî olarak Zafer Bayramı ilân edilmesi 1935 yılının Mayıs ayında olmuştur. Zafer Bayramı, tüm yurtta törenlerle kutlanır. Devlet erkânı ve yurttaşlar, Ankara'da Anıtkabir'i, diğer illerde de anıt ve şehitlikleri ziyaret edip, Mustafa Kemal Atatürk'e, silah arkadaşlarına ve komutasında savaşmış askerlere şükranlarını sunar. Hemen hemen her yerleşim yerinde, askerî birlikler geçit törenlerine katılır. Ayrıca dış temsilciliklerde de çeşitli kutlamalar yapılır. 30 Ağustos günü, Türkiye'de resmî tatildir.
 
Her yıl, Harp Okulları ve Astsubay Meslek Yüksekokulları bu tarihte mezun verir. Tüm subay ve astsubay rütbe değişiklikleri bu tarihte geçerli olur.

Tarihi

23 Ağustos - 12 Eylül 1921 tarihleri arasında yapılan Sakarya Savaşı'yla Yunan orduları gerilemek zorunda kaldı. Bu uzun zamandır Türk ordularının elde ettiği ilk başarıdır. TBMM tarafından Sakarya Savaşı'ndan sonra Mustafa Kemal'e mareşal ve gazi unvanları verildi. Tarihin bu dönüm noktasından sonra Yunan ordusunun ve diğer işgalci güçlerin topraklardan atılma kararı alınır. Sad planı adı verilen taaruz planı ocak ve nisan aylarında iki kez ertelenir. Tarruzun hazırlıkları tam anlamıyla ağustos ayında tamamlanır. Batı cephesinin kuzeyindeki ve güney cephesindeki Türk birlikleri, büyük bir gizlilik içinde Kocatepe bölgesine kaydırıldı. İstanbul'daki cephane depolarından silah ve cephane gizlice Anadolu topraklarına getirtildi. İtilaf Devletleri tarafından tahrip edilerek kullanılmaz hâle getirilen toplar onarıldı. Yeni silahlar satın alındı. Orduya taarruz eğitimi yaptırıldı. Gazi Mustafa Kemal'in başkomutanlığını yaptığı Türk ordusu, 26 Ağustos 1922'de düşmana saldırdı. Birkaç saat içinde düşman mevzileri ele geçirildi. 30 Ağustos'ta düşman çember içine alındı. Sağ kalanlar esir alındı. Esirler arasında Yunan Başkomutanı Trikopis de vardı.
 
Bu savaş, Atatürk'ün başkomutanlığında yapıldığı için Başkomutanlık Meydan Muharebesi olarak adlandırıldı.
 
Büyük Taarruz'un başarıyla sonuçlanmasından sonra Yunan orduları İzmir'e kadar takip edildi. 9 Eylül 1922'de İzmir'in kurtarılmasıyla Türk toprakları Yunan işgalinden temizlenmiş oldu.
 
Kaynak: Wikipedia

7 Ağustos 2013 Çarşamba

Lawrence'ın Çanakkale Haritaları, İngilizleri Kurtaramadı!


 
İngiliz Ajanı Lawrence, Türklerin karşısına Arap Yarımadası'ndan önce Çanakkale'de çıktı.
Lawrence, İngiliz genelkurmayının Mısır'daki harita dairesinde Çanakkale haritaları hazırladı. Haritalar işe yaramadı ama Arap isyanının işareti olan Çanakkale tüfeğiyle Arap Yarımadası'nı karıştırmayı başardı. Çanakkale ganimeti olarak İngilizlerden ele geçirdiğimiz tüfek maalesef Arap isyanını başlatan simge oldu. Thomas Edward Lawrence'ın üzerine baş harflerini yazdığı Çanakkale tüfeğini Cemal Paşa daha sonra Arap kralı olarak Faysal'a, Faysal ise Lawrence'a hediye etmişti. Tüfek şu an İngiliz kraliyet müzesinde muhafaza ediliyor.

 
Arap isyanının mimarı, Lawrence "Arapların taçsız kralı" olarak anılmaya başlamadan önce, yine İngiliz genelkurmayı olarak çalışıyor ama bambaşka bir görev yapıyordu. Deniz harekatı ile başarıya ulaşamayan İtilaf kuvvetleri kara harekatına giriştiklerinde onlar için en hayati malzemeler arasında haritalar yer alıyordu. Ancak İtilaf Devletleri'nin aylar boyunca kullandıkları hatalı haritalar başarısızlıklarına temel oluşturuyordu. Örneğin haritalarda yer alan pusula önünde 2 derecelik sapma, en ince ayrıntılarla atılan top mermilerinin hedefin çok uzağına düşmesine sebep oluyordu. İngilizler bu hatalı haritaları aylarca kullandılar. Ta ki bizim haritalarımızı birer birer ele geçirene kadar.

 
İngilizler 19.Mayıs.1915'te Cesaret Tepesi yakınlarındaki siperde şehit bir Türk subayının üzerinde bulunan Osmanlı haritasını ele geçirdiler. Seddülbahir bölgesinin haritası da elde edilmişti. Bu haritalar Mısır'a gönderildi. Orada "Survey of Egypt" tarafından 1:20.000 ölçeğine büyütüldü. Çanakkale haritalarını bizzat büyütüp işleyen kişi oldukça çekici bir isimdi; T. E. Lawrence'tı.

Lawrence İngiliz genelkurmayı için harita hazırlayan bir teğmendi. Hazırladıkları içinde iki tane de Çanakkale haritası yer almaktaydı. İngiliz genelkurmayının coğrafya bölümünde çalışan Lawrence 14.Aralık.1914'te daha sonra "Arap Bürosu" olarak anılacak olan Kahire'deki istihbarat bürosuna harita bölümü görevlisi olarak asteğmen rütbesiyle gönderilmişti. Lawrence burada 1915 Nisan'ında Çanakkale çıkarması haritalarını kopyaladı. Hazirandan itibaren ele geçen Türk haritalarını fotoğraflayıp, çevirip, İtilaf devletlerinin bombardımanda yeniden kullanabilecekleri şekilde bastılar. Lawrence, Çanakkale çıkarmasında kullanılan iki haritanın mimarı oldu.

Kaynak: Atlas Tarih Sayı:19 Nisan-Mayıs

23 Nisan 2013 Salı

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, Türkiye Cumhuriyeti'nin ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin resmî tatil günlerinden ve ulusal bayramlarından biridir. Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu ve ilk cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk tarafından dünya çocuklarına armağan edilmiştir.

Bu bayram, TBMM'nin açılışının birinci yılında kutlanmaya başlanan 23 Nisan Millî Bayramı ve 1 Kasım 1922'de saltanatın kaldırılmasıyla, önce 1 Kasım olarak kabul edilen, sonra 1935'te 23 Nisan Millî Bayramı'yla birleştirilen Hâkimiyet-i Milliye Bayramı ile Himaye-i Etfal Cemiyeti'nin 1927'de ilan ettiği ve ilki Atatürk'ün himayesinde düzenlenen 23 Nisan Çocuk Bayramı'nın kendiliğinden birleşmesiyle oluştu. 1980 darbesi döneminde Milli Güvenlik Konseyi, bu bayrama resmî olarak "23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı" adını verdi.

Hakimiyet-i Milliye Bayramı (önceleri 1 Kasım, sonra 23 Nisan), saltanatın kaldırılışının ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunu gerçekleştiren TBMM'nin açılışının egemenliği padişahtan alıp halka vermesini kutlamak amacını taşırken, Çocuk Bayramı savaş sırasında yetim ve öksüz kalan yoksul çocukların bir bahar şenliği ortamında sevindirmek amacını taşımaktaydı. Türkiye Radyo Televizyon Kurumu, UNESCO'nun 1979'u Çocuk Yılı olarak duyurmasının ardından, TRT Uluslararası 23 Nisan Çocuk Şenliği'ni başlatarak, bayramı uluslararası düzeye taşımıştır. Günümüzde bayrama bir çok ülkeden çocuklar katılmakta, çeşitli gösteriler hazırlanmakta, okullarda törenler ve çeşitli etkinlikler düzenlenmektedir. Ayrıca 1933'te Atatürk'le başlayan çocukları makama kabul etme geleneği günümüzde çocukların kısa süreliğine devlet kurumlarının başındaki memurların yerine geçmesi şeklinde devam etmektedir.

TBMM'nin açılması

23 Nisan'ın Türkiye'de ulusal bayram olarak kabul edilmesinin nedeni, 1920'de o gün Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılmış olmasıdır.Milletvekillerinin belirlenişi ve Ankara'ya gelişi çok kısa bir zamanda gerçekleşmiştir. Milletvekili seçimleri Atatürk'ün Ankara'da bir meclisin toplanacağını ve neden toplanması gerektiğini açıklayan 19 Mart 1920 tarihli bildirisiyle başlamış, yine Atatürk'ün 21 Nisan'daki genelgesiyle de meclisin açılacağı tarih duyurulmuş ve milletvekillerinin Ankara'ya gelmesi istenmiştir. 23 Nisan 1920'de Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi açılmıştır. O günkü ilk toplantıya daha önce belirlenen 337 milletvekilinden sadece 115'i katılabilmiştir.

Bayram olması

TBMM'nin açılışından 2000'li yıllara kadar Türkiye Cumhuriyeti'ne ait bu ulusal bayram konusunda eksik bilgilenme ve yanlış tarihlendirmeye çokça rastlanmıştır. Hatta bazı tarihçilerce böyle bir günün tarihinin genişçe araştırılmamış olması büyük bir eksiklikti. Yrd. Doç. Dr. Veysi Akın 1997'de yayımlanan bir makalesiyle bu eksikliği gidermeye çalışmıştır.

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı'nın ortaya çıkışında 3 ayrı bayramın payı vardır. Çocuk Bayramı tamamen ayrı bir kavram olarak gelişirken, Ulusal Egemenlik ve 23 Nisan Bayramları baştan ayrı bayramlarken, birleşmişler; en son da onlara Çocuk Bayramı katılmıştır.

 Hâkimiyet-i Milliye

"23 Nisan", 1921'de çıkarılan 23 Nisan'ın Milli Bayram Addine Dair Kanun ile, Türkiye'nin ilk ulusal bayramı olmuştur. İlk kez ortaya çıkan bu bayramda ne ulusal egemenlikten ne de çocuklardan söz edilmekteydi. Zaten daha o yıllarda Osmanlı saltanatı hala kanunen hüküm sürmekteydi. 1 Kasım 1922'de saltanatın kaldırılmasıyla 1 Kasım, Hakimiyet-i Milliye Bayramı (Ulusal Egemenlik Bayramı) olarak kabul edilmiştir. Daha sonraki yıllarda, TBMM'nin açılış tarihi olan 23 Nisan "Milli Hakimiyet Bayramı" olarak kutlamış ve bu durum 1 Kasım'ın uzun vadede bayram olarak unutulmasına neden olmuştur. 1935'te bayramlar ve tatil günleriyle ilgili kanun değiştirilmiş ve "23 Nisan Millî Bayramı"nın adı "Millî Hakimiyet Bayramı" haline getirilmiş, böylece 1 Kasım Hakimiyet-i Millîye Bayramı ile 23 Nisan Millî Bayramı birleştirilmiştir.

 Çocuk Bayramı adı

23 Nisan'ın Çocuk Bayramı oluşu yine TBMM'nin açılışıyla ilişkili olmasına rağmen, tamamen ayrı bir bayram olarak gelişmiş ve 1981 yılına kadar da öyle devam etmiştir. Bu Bayram 23 Nisan 1927'de Himaye-i Etfal Cemiyeti'nin (günümüz Çocuk Esirgeme Kurumu'nun) o günü "Çocuk Bayramı" olarak duyurmasıyla başlamış kabul edilir. Aslında Himaye-i Etfal Cemiyeti'nin 23 Nisan'la ilgili çalışmaları daha önceki yıllarda vardır ve hatta çocuklardan da söz edilmiştir. Kurum, 23 Nisan 1923'te millî bayram için pullar bastırmış ve satmıştır. 23 Nisan 1924'te Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde "Bu gün Yavruların Rozet Bayramıdır" ibaresi yer almış, 23 Nisan 1926'da da yine aynı gazetede "23 Nisan Türklerin Çocuk Günüdür" başlıklı bir yazı kaleme alınmış ve bu yazıda cemiyetin bu günü çocuk günü yapmaya çalışarak doğru yolda olduğu ve para kazanan herkesin bu gün cemiyete çocuklar için bağışta bulunması gerektiği vurgulanmıştır. Nihayet 23 Nisan 1927'de Himaye-i Etfal Cemiyeti o günü Çocuk Bayramı olarak şöyle duyurmuştur:
Millet Meclisimizle millî devletimizin Ankara'da ilk teşkile günü olan Millî bayram Cemiyetimizce çocuk günü olarak tesbii edilmiştir. Bize yeni bir vatan veyeni bir tarih yaratıp bırakan mübarek şehitlerle fedakar gazilerin yavruları fakir ve ıstırabın evladları ve nihayet alelıtlak bütün muhtac-ı himaye-i vatan çocukları namına milletin şevkatli ve alicenab hissiyatına müracaat ediyoruz. Kadın, erkek, genç, ihtiyar hatta vakti ve hali müsait çocuklardan mini mini vatandaşlar için yardım bekliyoruz. Her sayfası başka bir şan ve muvaffakiyetle temevvüç eden milletimizin, yarın azami derecede muavenet göstermekle beraber, çocuk gününün layıkı veçhiyle neşeli ve parlak geçirilmesi için aynı derecede alaka ve müzaheret göstereceğinden emin olan Himaye-i Etfal Cemiyeti, şimdiden arz-ı şükran eder.
Bu tarihten itibaren bu üç kavram, aynı gün üzerinde birleşecek ve çocuk bayramı olma konusunda bir kanunla belirlenmişlik olmaksızın kutlanmaya başlanacaktır. Cemiyeti buna iten neden ise cemiyetin yetim çocukları için gelir kaydetme anlayışıdır. Böylece çocuk bayramı ortaya çıkmıştır. Çocuk bayramı adı daha resmiyet kazanmamış olsa da, bundan sonra 23 Nisan "Millî Hâkimiyet Bayramı"nın yanı sıra "Çocuk Bayramı" olarak da kutlanacaktı.

1927'de ilk kez kez kutlanan çocuk bayramı, başta kaynak oluşturma olmak üzere, çocuklara neşeli bir gün geçirtmeyi hedeflerinde bulunduruyordu. 23 Nisan 1927'deki ilk bayram Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurucusu ve dönemin cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa himayesinde gerçekleştirilmiş, etkinlikler için Atatürk arabalarından birini çocuklara tahsis etmiş ve Cumhurbaşkanlığı Bandosu'nun konser vermesini sağlamıştır. O yıl cemiyetin Ankaradaki binalarından birine Çocuk Sarayı adı verilmiş ve burada düzenlenen çocuk balosuna İsmet (İnönü) Bey'in çocukları da katılmıştır.

1929'da çocuklara ilgi daha da artmış ve o yıl ve daha sonraki yıllarda 23-30 Nisan haftası "çocuk haftası" olarak kutlanmıştır. Daha sonraları, 70'li yıllara kadar ulusal boyutta ünlenerek ve katılımı artırarak ilerleyen 23 Nisan Çocuk Bayramı kutlamalarına 1975'te Türkiye Radyo Televizyon Kurumu da katılmış ve bir hafta çocuk programları yayımlamıştır. 1978'de Meclis Başkanlığı'nın izniyle meclisteki törenlere çocukların da katılması sağlandı. 1979'da bu uygulama Ankara ilkokullarından gelen çocuklarla düzenli olarak başlatıldı, 1980'de de bütün illerden gelen çocuklarla "Çocuk Parlamentosu" oluşturuldu. 1979 yılının UNESCO tarafından Dünya Çocuk Yılı olarak duyurulması üzerine, TRT tarafından dünyanın bütün çocuklarını kucaklamayı amaçlayan bir proje hazırlandı ve 1979 yılından itibaren TRT Uluslararası 23 Nisan Çocuk Şenliği adıyla uygulamaya kondu.

Bayramın en son şeklini alışı ise 1981'de gerçekleşmiştir.Darbe döneminde Milli Güvenlik Konseyi bayramlar ve tatillerle ilgili kanunda yaptığı değişiklikle o güne kadar kanunen adı konmamış bir şekilde kutlanan bayrama "23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı" adını vermiştir.

Kutlanışı

23 Nisan, Türkiye Cumhuriyeti'nde 23 Nisan 1921'de resmî bayram olarak kabul edilmesinden bu yana, değişik adlarla da olsa resmî törenlerle kutlanmıştır. En yalın haliyle bu törenlerde İstiklâl Marşı okunur ve saygı duruşunda bulunulur.

Yeni uygulamaya konulan yönetmeliğe göre, önceki yıllarda uygulanan koltuk devri uygulamasına son verildi. Ulusal ve Resmi Bayramlarda Yapılacak Törenler Yönetmeliği'nde yapılan değişiklikle, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nda çocuklara koltuk devretme uygulaması kaldırıldı.

23 Nisan'ın Çocuk Bayramı olarak kutlanışı 23 Nisan 1927'de Atatürk'ün himayesinde başlamış, Cumhurbaşkanlığı Bandosu çocuklar için konser vermiş ve Ankara'da çocuk balosu düzenlenmiştir.  1928'de Dr. Fuat (Umay) Bey'in teklifiyle daha geniş içerikli bir program hazırlanmış, ilanlar verilmiş, halk davet edilmiş, çocuk alayları oluşturulmuş, yarışmalar ve geziler düzenlenmiştir. 1929'daki 23 Nisan'dan önce HEC 23-30 Nisan haftasını çocuk haftası olarak duyurmuş, etkinlikler çoğaltılarak bir haftaya yayılmıştır. Asıl bayram yine 23 Nisan'da kutlanmış, çocuk balosu yine Atatürk tarafından himaye edilmiştir. Yine de HEC ve Türk Ocağı'nın bütün çabalarına rağmen ülke çapına yayılmada sorunlar yaşanmıştır. Birkaç yıl böyle gitmesi üzerine, Kırklareli milletvekili Dr. Fuat Umay'ın teklifiyle 20-30 Nisan arasında tüm telgraf ve mektuplara Himaye-i Etfal Şefkat Pulu yapıştırılması mecliste onaylandı. Yasa, 14 Nisan 1932'de yürürlüğe girdi.

1933 23 Nisan'ında Atatürk yeni bir gelenek başlattı. O sabah çocukları makamında kabul etti ve onlarla sohbet etti. Aynı yıl stadyumlarda beden hareketi gösterileri yapılmaya başlandı. O bayram, Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip Bey'in kaleme aldığı Andımız çocuklar tarafından ilk kez okundu. 1933'te artık Çocuk Bayramı devlete de mal olmuştu. Yine de 1935'teki yasa değişikliğinde çocuk bayramında hiç söz edilmedi.[11] Yalnız resmî ismi konmamış olsa da, Milli Hâkimiyet Bayramı'nın yanında "23 Nisan Çocuk Bayramı", devlet ve toplum örgütlerinin ortaklaşa hazırladığı programlarla kutlanmaya devam edildi.
1970'lerde artık 23 Nisan Çocuk Bayramı tüm ulustan katılım alan bir bayram halini almıştı. 1975'ten itibaren TRT de programlarıyla destek vermiş, 1979'da resmî Millî Hakimiyet Bayramı törenlerine çocukların da katılmasına karar verilmiş, 1980'de de "Çocuk Parlamentosu" oluşturulmuştur. Böylece 23 Nisan Çocuk Bayramı, Millî Hakimiyet Bayramı'yla tamamen aynı etkinliklerde kutlanmış oluyordu. Nitekim 1981'de birleştirilecekti.

Günümüzde 23 Nisan günlerinde bayram Türkiye Cumhuriyeti devleti erkanının başta Anıtkabir olmak üzere çeşitli Atatürk anıtlarında yaptıkları resmî törenlerle başlamakta, stadyumlarda ilköğretim öğrencilerinin hazırladığı gösterilerin sergilenmesi ve resmî geçit töreniyle devam etmektedir. Akşamları da büyük şehirlerde fener alayı düzenlenir. Resmî törenlerden sonra bayram yeri olarak nitelendirilen çayırlarda güreşler, koşular ve başka çeşit yarışmalar düzenlenir. Çeşitli sivil toplum örgütleri veya kuruluşlar tarafından düzenlenen etkinlikler yer alır. Önceden belirlenmiş öğrenciler kısa bir süreliğine kurumlardaki devlet memurlarının makamlarına oturur, onlarla orada sohbet edilir. Ayrıca 23 Nisan günü Türkiye'de resmî tatil günüdür. İlköğretim öğrencilerine 24 Nisan günü de tatildir.

TRT Uluslararası 23 Nisan Çocuk Şenliği

1979 yılında düzenlenmeye başlayan TRT Uluslararası 23 Nisan Çocuk Şenliği, 23 Nisan'ı tüm dünya çocuklarının kutladığı bir bayram haline getirmeyi amaçlayan bir şenliktir. İlkine yalnızca SSCB, Irak, İtalya, Romanya ve Bulgaristan'ın katıldığı şenlik, günümüzde yaklaşık 50 ülkenin çocuklarının katılımıyla düzenlenmektedir. 1979'dan 2000'e kadar Türkiye'nin başkenti Ankara'da düzenlenmiş, ondan sonra Türkiye'deki başka kentlerde de gerçekleştirilmiştir.
Kaynak: Wikipedia

22 Şubat 2013 Cuma

Unutulan Tarih - Kaddafi Gerçeği!..

UNUTULAN TARİH !!!

Kıbrıs barış harekatında Amerika'ya kafa tutarak,
Türkiye'ye yardım ettiğini, 1970`lerdeki petrol krizi sırasında Türkiye`ye ucuz petrol ver...
en tek lider olduğunu,
Amerikan ambargosunu yararak, Türk silahlı
kuvvetleri'ne 25 tonluk roket ve 4 uçak dolusu askeri
mühimmat hibe ettiğini,
Türkiye'ye gönderilecek malzemelerin uçaklara yüklenmesinde bizzat yardım ettiğini ve sırtında uçaklara malzeme taşıdığını, Amerika ve İngiltere'nin Libya'daki tüm askeri üslerini
kapattığını,
Bütün yabancı bankaları ve petrol işletmelerini kamulaştırdığını, Amerika'nın 15 nisan 1986'da trablus ve bingazi’ye
düzenlediği hava saldırısında evlatlık kızını
kaybettiğini ve eşiyle iki çocuğunun yaralandığını, İtalya'nın karşısına göğsünde Ömer Muhtar fotoğraflarıyla çıktığını, biliyor muydunuz?

BIZ DOST KURT´LARI KÖPEKLERE BOĞDURDUK...
Kaynak: Tarih Kulübü

27 Aralık 2012 Perşembe

Batılı Seyyahların Tasvirlerinde Osmanlı Kadını - 2

 
 
"Yabancıları ağırlamada Türk hanımlarının üzerine yoktur. Avrupalı hanımlarla sohbet etmekten büyük zevk alırlar, bu hanımlar da zaten aynı şeye heveslidir. Türk hanımları bu sohbeti öyle açıkyüreklilik ve ustalıkla götürürler ki, karşılarındaki yabancıda hiçbir eğretilik duygusu kalmaz. Daha beş dakika geçmeden, neleri varsa sizin emrinize amade kılarlar. Birlikte yemekte oldukları meyveden veya elleriyle yaptıkları kokulu şerbetlerden sunarlar size. Onların ahbabları arasına girmek için yalnızca neşeli olmanız, zararsız meraklarını dindirmeniz, elinizden geldiği kadar da medeni tavırlarına ve nezaketlerine karşılık vermeniz yeterlidir.
 
Avrupa'da çok sık karşılaşabileceğiniz o insanda konuşmaya heves bırakmayan kayıtsızlığın yada tepeden bakan soruşturucu tavrın Türk hanımefendilerinde olabileceğinden korkmanıza hiç gerek yoktur. Onlarda tam tersine insana hoşnutluk veren, yürekten gelen bir medenilik vardır. Bu memleketin bütün insanlarında görebileceğiniz sezgisel nezaketlerinden doğar bu halleri; duygularındaki samimiyet, içten bir yaratılışa sahip olmaları, hayatın inceliklerini daha bir cazibeli kılar. Bu kısa da olsa eğlenceli sohbet anlarında gönlünüz kadar gözünüz de şenlenir. Doğulu kadının zarif görüntüsü halihazırdaki kibarlığını daha da çekici kılar. Kendinden eminliği tavırlarındaki asalet, onun bu durumunu boş özenti ve yapmacık soğukluğun kat kat üstüne çıkarır, aa aynı zamanda size nezaketini sunarken ne kadar istekli ve çabuk davranmışsa, küstahlığa karşı da o kadar hoşnutsuz olabileceğini belli eder."
 
Miss Julia Pardoe
 
Kaynak: Pardoe, Vol III, 85-6

Batılı Seyyahların Tasvirlerinde Osmanlı Kadını - 1



"Türk kadını, Avrupalı kadınların zihnini bir karabasan gibi kaplamış moda köleliğinden uzaktır. Türkiye'de aynı kumaştan yapılma, aynı tarz giyim ve aynı türden başörtüsü kullanılır. İnsanların adet ve törelerine böyle bağlı olması şaşırtıcı bulunmamalıdır, çünkü imparatorluğun diğer şehirlerinde sürekli yeni şeyler üretip insanları kararsız bırakmayı iş edinen moda erbabı İstanbul'da bulunmaz.
 
... Müslüman kadınlar yaşlanma alametlerini yada fazla kilolarını saklamak gibi faydasız çözümlere de başvurmaz. Rujla hiç tanışmamışlardır. Ama tırnaklarının yarısını kınayla boyarlar. Kaşlarına daha çok da kirpiklerine sürme sürerler.
 
Suni saç arçasını kullanan Müslüman kadın hemen hiç bulunmaz. Bir Avrupalının makyajını tamamlayan parçalar arasında yer alan takma bukle, fondöten ve krem, Türklere yabancı maddelerdir. Saçın normal şekli değiştirilmez. Saç ya uzun örgüler halinde omuzlardan sarkar yada müslün bir bezle toplanır, baş sarılır. Elli, altmış hatta seksen tane örgüsü olan hanımlar vardır. Örgüler genellikle çiçeklerle yada değerli taşlarla süslenir.
 
Kadınların hemen hepsi sadece kişisel güzellikleri için değil günlük kullandıkları malzemelerde  de işlemeli süslemeye büyük önem verir. Mendillerden havlulara, peçetelerden kemerlere kadar herşey süslü, işlemelidir. Erkek giyimlerinde bile gümüş ve altın işlemeler kullanılır. Kadınların çoğu maharetle işlenmiş ipek bluzlar giyirler. "
 
D'Ohsson
 
Kaynak: 18. Yüzyıl Türkiye'sinde Örf ve Adetler

3 Eylül 2012 Pazartesi

Büyük Taarruz'un İlk Ciddi Neticesi: Afyon'un Yunan İşgalinden Kurtarılması


Bugün Afyon'un Düşman işgalinden kurtarılmasının 90. yıl dönümü. Afyon, Eskişehir-Kütahya Savaşları neticesinde Yunan işgaline maruz kalmış ve yoğun bir Türk nüfus...
u Yunan mezalimine uğramadan Ankara yönüne doğru erkenden göç ettirilmiştir.

Yunanlılar son hamle olarak Sakarya Savaşı'nda taarruz ederek yenilince ordularının Sakarya'nın batı tarafına geçirmiş ve savunma hazırlıklarına girişmişlerdir. 1 yıl kadar hazırlanmaları neticesinde Yunanlılar için Eskişehir-Afyon'nun doğu kısımındaki hatlar cephe merkezi ve en güçlü direnek noktaları idi.

Bu sıralarda Sakarya Savaşı'nın ardından Yunanlıların hızının kesildiğini ve taarruz sırasının kendi taraflarına geçtiğini gören Mustafa Kemal'in planına göre ani bir taarruz ile Yunan cephesinin en güçlü olduğu Afyon-Kazuçaran Tepesi ve Tınaztepe'ye yoğunlaştırılacak, sağdan ve soldan ise düşmanın cephesini genişletmek zorunda kalacağı şekilde çevirme taarruzları ile düşman çember içerisine alınacak ve imha edilecekti.

Bu doğrultuda 26 Ağustos sabahı başlayan genel taarruz ile ilk Yunan mevzileri ele geçirildiği gibi ertesi gün öğlene doğru Türk ordusu Yunan cephesini 3 ayrı yerden yararak kanatların merkez ile lojistik kabiliyetini etkisiz hale getirmiş ve kolordular arasındaki iletişim ide büyük ölçüde kesmeyi başarmıştır. Bu sıralarda ise savaşın ilk hedeflerinden ilkine ulaşılmış ve 1 gün boyunca devam eden taarruz ve muharebelerle Yunan merkez tahkimatı düşürülmüş ve Yunan ordusu kovalanarak, daha önceden savaşın gidişatına göre yerli Rumlarca boşaltılmış olan Afyon'a girilmiş ve Afyon düşman işgalinden kurtarılmıştır.
Kaynak: Tarih Kulübü

8 Ağustos 2012 Çarşamba

İlk Kadın Rallici : Mehlika Hanım (23 Kasım 1954)



Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu, İstanbul-Ankara hattında ilk “Otomobil Mukavemet Yarışması’nı” düzenler.

Mevsimin getirdiği olumsuz şartlar nedeniyle, kadın sürücüler 680km.lik bu yarış
maya katılmaya cesaret edemezler.

Haliyle basının gözü, tek kadın yarışmacı Mehlika Sarıoğulları‘na yönelir…

1924 doğumlu Mehlika Hanım, birçok aksiliğe rağmen eşiyle birlikte katıldığı yarışın hakkını verir.

Çift, Bornova 227 plakalı üstü açık spor Jaguar marka arabayla yarışmaya katılır.
 
Kaynak: Bilim Kültür Kulübü

Mimaride Zirveye Konana Nokta: Alem

Cami mimarisinde dekoratif görüntüsüne rağmen çok önemli bir tamamlayıcı unsur aslında alemler. Kubbenin inşası bitirilip seren direği olarak adlandırılan direğin tepesine kurşun bağlandığında en üstte bir açıklık kalır. Bu açıklığın kapatılması ve içine su geçirmemesi için tam bu noktaya alem yerleştirilir. Bir tür kilit işlevi gören alem, kurşunların birleştiği yeri sıkıştırarak kubbe ve minarelerden yağmur suyunun sızmasını engellediği gibi rüzgar ve fırtına çıktığında kubbe üzerindeki kurşunların dağılmasını da önler. Alemlerin hepsi Kabe’yi gösterecek şekilde konumlandırılır.

Camilerde görmeye alışkın olduğumuz alemler genellikle hilal şeklindedir. Oysa çok farklı formlar ve şekillerde de alemlere rastlamak mümkün. Boynuz, ay, ay yıldız, lale, zambak, yaprak, nal, mızrak ucu gibi şekilleri olan alemlerin en farklı ve ilgi çekici olanı ise Hz. Fatıma’nın elini temsil edenleridir.

(Fotoğraf : 2011 Ocak ayının ilk günlerinde meydana gelen güneş tutulması sırasında Sofya’daki Banya Başı Camii alemi)


Kaynak: Bilim Kültür Kulübü

8 Haziran 2012 Cuma

Sultan Abdülaziz Katlettiler, İntihar Etti Dediler (1876)

 
Sultan Abdülaziz askeri bir darbe neticesinde tahttan indirilmiş ve Feriye sarayında gözaltında tutulmakta idi. Sultan Abdülaziz’in 4 Haziran 1876 tarihinde Feriye Sarayında bileklerini keserek intihar ettiği açıklandı. Ancak bu açıklamaya kimse inanmamıştı. Başta Serasker Hüseyin Avni Paşa olmak üzere darbecilerin Sultan Abdülaziz’i katlettiklerine dair bir çok delil mevcuttur. Hüseyin Avni Paşa cenazeye otopsi yapılmasına müsaade etmemiş ve hemen defnettirmiştir. Bu acı olayın birinci derece sorumlularının sonları feci oldu. Hüseyin Avni Paşa bu olaydan kısa süre sonra Sultan Abdülaziz’in kayınbiraderi tarafından öldürülürken bu olaydan hüküm giyen Mithat Paşa Taif zindanlarında boğularak can verdi.
 
Kaynak: Tarih Kulübü

23 Mayıs 2012 Çarşamba

Fatih'in eşinden oğluna mektup


Osmanlı tarihini pek iyi bilmeyenlerin sorduğu sorulardan bazıları "Sarayda nece konuşulurdu?" yahut "Osmanlının dili Türkçe midir?" gibi sorulardır. Bu sorulara en güzel yanıt olabilecek bir mektubu yayınlıy
oruz. Mektubu gönderen Fatih'in eşi II.Bayezid'in annesi Gülbahar Sultan'dır.* Mektubun üzerinde tarih bulunmamakla birlikte Bayezid'in tahta çıkışından sonra yazılmıştır. Bayezid tahta çıkmadan önce Amasya valisi idi. Gülbahar Sultan, Şehazde Bayezid'in yanına Amasya'ya gitmiş, mektup da Amasya'dan gönderilmiştir. Mektupta Gülbahar Sultan 40 gündür oğlunu göremediğini kendisini de İstanbul'a aldırmasını yahut doğuya sefere çıkarsa en azından "bir iki gezcik" yüzünü görmek istediğini yazmıştır.

Bad'el dua benim devletlum,

Ciğer köşem çok selâm ve dua edüp iki şah gözlerinden öperim kabul kılasız. Benim sultanım nevruz dahi mübarek olsun, Hemişe bunun gibi mübarek günler ve şerif saatlere yetişin devletle. Benim devletim göresim geldi; sizin göresiniz gelmediyse bizim geldi. Devletlû başımız içün gelin göreyim. Benim beyceğizim yakın sefer dahi ederseniz, sağlıklarla bari bir iki gezcik devletlû yüzünüzü görelim gitmeden. Kırk günden artucak oldu kim, görmedim.Benim sultanım küstahlığımızı ma'zur dutasız. Benim dahi sizden gayri kimimüz var, siz sağ olun. Baki devlet-i ebedi ve saadet-i sermedi.

Kemter Kemine Valideniz

*II. Bayezid'in annesi üzerinde çeşitli itilaflar mevcuddur. İlber Ortaylı "Son İmparatorluk Osmanlı" kitabında II.Bayezid'in annesini Sitti Hatun olarak yazmakta fakat M.Çağatay Uluçay "Padişahların Kadınları ve Kızları" ve Mehmet Süreyya Bey "Sicill-i Osmani"de Gülbahar Hatun'un Bayezid'in annesi olduğunu yazmaktadır. Bir iddiaya göre Sitti Hatun, Bayezid tahta çıkmadan önce ölmüş ve Gülbahar hatun Bayezid'in üvey annesi olmuştur. Sitti Hatun'un Bayezid tahta çıktıktan sonra Edirne'de bir camii yaptırması (1484) ve oraya gömülmesi, Bayezid'in gerçek annesinin Gülbahar Hatun olduğunu doğrular niteliktedir.

Resim: Sultan II. Bayezıd Arnavutluk dönüşü atı üzerinde ilerliyor.
Kaynaklar: M.Çağatay Uluçay, Haremden Mektuplar; syf;19, M.Çağatay Uluçay; Padişahın Kadınları ve Kızları; syf; 18,19,20, Mehmet Süreyya Bey, Sicill-i Osmani syf;15(a.s)

İstanbul'un Fethine Dair


İstanbul'un fethinden sonra üç gün yağma yapıldı mı?

- Siz daha önce gazayı açıkladınız ama yine de karşı çıkanlar iddiada bulunanlar çok. İstanbul'un fethinden sonra üç gün yağma yapıldı mı?
- Kendimizi suçlamak son zamanlarda moda oldu. ...
Evvelce anlattım, sultan fıkha, İslam hukukuna karşı gelemezdi. İslam hukukuna göre, İslami emir şudur, halk ve ordu buna inanmıştır: Eğer bir kale kuşatılırsa, düşmana üç defa teslim teklifi yapılır. Bu üç başvuru reddedilirse o zaman kahren, zorla fetih meşrudur, İslam için o şehir fethedilir. Kahren fethedilen yerin ahalisi esir edilebilir ve malları ganimettir. Fatih bunu önleyemezdi, üç kere müracaat etti. Hatta İsfendiyaroğulları'ndan İsmail Bey ile haber gönderdi; imparator, "Benim elimde değil, Cenevizliler-Venedikliler izin vermiyor" dedi. Fetih yapıldı, İstanbul'un bütün halkı esir edildi. Bir kaynak diyor ki; İstanbul halkı fethin ilk günü dışarıda, çadırlardaydı.

- Ahşap çadırlara mı götürülmüşler? Esir çadırları mı?
- Mesela Eskişehirli Ali, üç kişiyi alıp çadırına götürüyor, satacak. Din cevaz* vermiş. O dönemde Hıristiyan tarafında da aynı kurallar uygulanmakta. Cenevizlilerin Rum esirlerini Pera'da sattıklarına dair elimizde belge var.
 
- O dönemin yaşam biçimi böyle yani, bugünle değerlendiremeyiz. Peki çok büyük bir yağma yapılmış mı?
- Tabii, her taraf yağmalandı. Ortaçağ insanını, gerçek tarih, günümüzün idealleriyle değerlendirmemeli. Hatta imparator, askeri müdafaanın başındaki Cenevizli Justiniani ismindeki kumandanın yaralanıp kaçtığını görünce çöküş olduğunu anladı, hemen sarayına koştu. Kasalarındaki mücevheratı aldı ve birkaç adamıyla, Haliç'te kaçması için bekleyen gemiye doğru yöneldi. Azap Yokuşu'ndan aşağı inerken gemilerden çıkan azepler, yani deniz erleri de aynı yoldan yukarı çıkıyordu, saldırdılar. İmparatoru öldürüp elindeki kasaları aldılar. Ama bütün Rum ve Batı kaynakları, imparator Konstantin, Cenevizli komutan Justiniani kaçtıktan sonra surlarında üzerine çıktı ve son nefesine kadar elinde bayrak kahramanca çarpışarak öldü, der.

- Sizin kaynağınız hangisi?
- O zaman Fatih'in yanında, meşhur Beylerbeyi Hamza Bey'in oğlu, Mahmut Paşa'nın katibi Tursun Bey. Tursun Bey Tarih-i Ebu'l-Feth'de gerçeği anlatıyor. İmparatorlar o zaman kırmızı çizme giyerlerdi. Ölüsünü çizmelerinden teşhis ediyor, getiriyorlar. Fatih fetihte saltanat rakibi Emir Süleyman oğlu Orhan'ı da yakalattı ve idam ettirdi.

- Orhan kim hocam?
- Orhan, Bayezid'in oğlu Süleyman Çelebi'nin oğlu. İstanbul'a sığınmış, sultanlık iddia ediyordu. Fatih'e karşı surlarda savaştı. Fatih'in ilk işlerinden biri imparatorun ölüsünü buldurmak ve Orhan'ı buldurup idam ettirmek.. Çelebi Mehmed'in soyundan gelenler saltanatın hakiki sahibidir, Fatih bu soydan gelir. Halbuki Orhan, Çelebi Mehmed'in kardeşi Süleyman Çelebi'nin oğludur.

Kaynak: Emine Çaykara, Tarihçilerin Kutbu, "Halil İnalcık Kitabı",
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Nehir Söyleşi 16,
2005, Sayfa 460-461.

*Cevaz: İzin, müsaade.

11 Mayıs 2012 Cuma

İNGİLİZ ÇİVİSİ VE MEHMETCİĞİN ÇARIĞI


İngilizler, Müslüman askerleri için Kurtuluş savaşında özel ürettikleri zehirli çivilerle savaş suçu işlemiş! Tarihin en korkunç yöntemlerinden biri olan bu çiviler, uçaklar vasıtasıyla cephelere dağıtılmış.

Çanakkale’de zaten ayağında doğru dürüst çarık dahi olmayan binlerce mehmetçik, yukarıdan atıldığı zaman mutlaka bir tarafı dik kalan bu zehirli çivilere basarak kangren olmuş.

Bu çiviler dört taraflı olup,her bir kancasında zehir bulunmaktadır.Ayrıca her ne şekilde atılırsa atılsın,bir kenarı mutlaka ayağa saplanacak şekilde üretilmiştir.

Bu zehirli çiviler yüzünden 12 bin askerin bacağı testereyle kesilmiş ve ateşle dağlanmış olmasına rağmen Mehmetçik savaşmaya devam etmiştir

Kaynak: Tarih Kulübü

Osmanlı Tokadı

 
Osmanlı tokadı, Osmanlı Ordusu askerlerinin silahsız savunma ya da saldırı durumunda kullandıkları, elin her iki yanıyla yapılabilen düşmanı sersemletmek amacıyla uygulanan bir vuruştur. El ve kolun açısız ve omuzdan hızla hareketiyle hedeflenen noktaya el ile yapılan temasla yapılır. En çok yüzün her iki yanına ve enseye yapılır. Vuruşun şiddetine göre öldürücü olabilir.
Osmanlı Ordusu’nda genellikle savaşlarda birebir ve yüzyüze yapılan mücadeleler esnasında...
sık sık yaşanan silahın elden düşmesi ya da kırılması durumunda kullanılmıştır. Osmanlı kültüründe bir kavgada taraflar asla birbirlerine yumrukla müdahale etmezlerdi. Yüze kalıcı zararlar verme ihtimalinden dolayı birine yumrukla saldırmak son merhalede yer alır ve yumrukla ilk saldıran ayıplanırdı. Tıpkı yatağan kılıcı olanların dövüşlerde karşılarındakini aşağılamak için kılıcın kesmez yanı ile saldırmaları gibi, tokat ancak yeri zamanı, kavgadaki taraflarca bilinen kurallarla kullanılırdı. Kavgada büyük olan karşısındakini sesi etraflıca duyulan şiddetli bir tokatla uyarır ve bu durum genellikle yeterli olurdu.

Osmanlı Ordusunda meydan savaşlarında en ön safta yer alan, azab askerlerinin, esas amaçları olan karşıdaki düşmanın elit birliklerini yorma görevleri sırasında hafif silahların kısa zamanda kullanılmaz duruma gelmesi ve ağır silahların kuşanmalarının aldığı zaman çoğu kez bulunamadığında tokat atmaya başlamaları ile askerler arasında yiğitliğin eriştiği son nokta olarak görülmeye başlanmış ve bunun üzerinde popülarite kazanmıştır. Sesi ile düşmanın üzerinde yarattığı psikolojik etki sebebiyle zamanla geliştirilmiştir. Bu askerler daha eğitim safasında mermer döverek yetiştirildikleri için, çok kuvvetli ellere ve kol yapısına sahip olurlar.(Osmanlı ordusunun En büyük tokatçıları Başıbozuk (Delibaş) diye adlandırılan bir düzensiz ordudur)
 
Kaynak: Tarih Kulübü

2 Mart 2012 Cuma

Osmanlı'da Okçuluk Rekoru

Osmanlı'da Okçuluk tekkesinde kayıt yaptırabilmek için, oku en az 594 metre uzağa atabilmek gerekiyordu.
Tarihin kaydettiği en büyük okçu ise Tozkoparan İskender'dir. Hicri 957 senesinde İstanbul'da yapılan bir yarışmada oku ile  826 metreden hedefini vurarak birinci olmuştu. Bugün ise dünyadaki en iyi okçular 500 küsür metrelere ancak ulaşabilmektedirler.
Kaynak: Tarih Kulübü