Dünya Tarihinden Alıntılar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dünya Tarihinden Alıntılar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Nisan 2013 Pazartesi

İlk Modern Olimpiyatlar



İlk modern olimpiyatlar 1896 yılında Atina'da yapıldı. İlk olimpiyata 14 ülkeden 241 sporcu katıldı ve 43 yarışta mücadele etti. Yunanistan hükümeti oyunların gerçekleşebilmesi için antik olimpiyat oyunlarını canlandırmak amacıyla organizsyon düzenleyen ve Antik Panathenaiko Stadyumu'nu restore eden Evangelis Zappas'ı görevlendirdi. George Averoff da Panathinaiko Stadyumu'nun olimpiyatlara göre restorasyonu masraflarını üstlendi. Yunan hükümeti ise, biletler ve hatıra pulları satışından gelir elde etti.
 
 
İlk olimpiyatlat büyük bir heyecanla geçti. Yunan hükümeti ve halk mutluydu. Olimpiyat oyunlarının her yıl Atina'da gerçekleşmesini istiyorlardı. Ancak Uluslararası Olimpiyat Komitesi ise bu isteği kabul etmedi ve organizasyonun her defasında başka bir ülkede yapılması kararını verdi.
 
Olimpiyat Oyunları 1900 yılında Paris'te, 1904'te ise ABD'nin St. Loise şehrinde gerçekleşti.
 
 
Kaynak: Atlas Tarih, Sayı:19

İlk Oscar Heykelciği



1929 yılında ilk oscar ödül töreninde "Wings - Kanatlar" adlı sessiz film, en iyi film seçilmişti. Clara Bow'un başrolünü oynadığı 1927 yapımı siyah beyaz filmde I. Dünya Savaşı'nda savaş uçaklarında pilotluk yapan ve aynı kadına aşık olan 2 adam anlatılıyor.
 
Filmin yönetmeni William A. Wellman, 1929 yılında en iyi film ve en iyi efekt dallarında bu ödüllerin sahibi olmuştu. Oyuncuları arasında Charles Rogers, Richard Arlen, Gary Cooper'ın bulunduğu, 2 saat 17 dakika süren filmin özellikle havadaki uçak muharebe sahneleri, o dönemde büyük ilgi görmüş, daha sonraki pek çok savaş filmine ilham kaynağı olmuştu.
 
Bu filmle birlikte sonraki yılların büyük aktörü Gary Cooper da beyazperdede ilk kez görünmüştü. Ve dedikodulara göre filmin başrol oyuncusu Clara Bow'un da sevgilisiydi.
 
16.Mayıs.1929'da Hollywood'un Roosevelt Oteli'nin Blossom adlı salonunda ilk Oscar ödülleri töreni yapıldı. O zaman adı Oscar değil "Heykelcik"ti. Bütün tören 4 dakika 52 saniye sürdü. Sadece 3 dalda ödül verildi ve hepsi aynı anda sahiplerini buldu.
 
Kaynak: Atlas Tarih, Sayı:19

3 Eylül 2012 Pazartesi

Dünya'da Gücün ve Çekişmenin Simgesi Olan Petrol'ün Ortaya Çıkması!


Günümüzde yenilenemeyen enerji kaynaklarının başında petrol geliyor. Petrol için büyük ülkeler, küçük ülkeleri bahanelerle işgal etmekten geri kalmak bir yana daha 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren başta Ortadoğu olmak üzere planlarını petrol bulunan bölgeleri bir şekilde kontrol tutmak ve buradaki petrolü kendi çıkarlarına işlemek için kurmuşlardır. Peki bugün Dünya'yı böylesi bir mücadeleye götüren petrol hayatımıza Dünya Medeniyeti'ne nasıl girmiştir?

ABD’nin kuzeybatısında Pennsylvania eyaletinin Rouseville kenti bölgesinde Albay Edwin Drake’nin dünyada ilk düzenli petrol çıkaran kuyuyu açmasının üzerinden 151 yıl geçti.

Girişinde "Petrol sanayiinin doğum yerine hoş geldiniz" yazan Rouseville kentinin Titusville kasabasında, 16 Ağustos 1861’de, "Bir Numaralı Kuyu" dünyanın ilk düzenli petrolünü üretmeye başladı. Ama bir sanayi ürünü olarak petrolün çıkarılıp işlenmesi 27 Ağustos'u bulmuştur.

Pittsburgh’un 112 kilometre kuzeyinde kuyuyu açan Edwin Drake, ilk düzenli üretimden iki yıl önce 1859’da buradan 16 kilometre kuzeyde olan Titusville’de ilk petrol kuyusunu delerek doğanın fosil yağının fışkırmasını sağladı. O zamanlar Hamilton McClintock’un çiftliği olan arazi, dünyanın ilk sanayi kullanımına yönelik düzenli petrol kuyusu olarak büyük girişim akıncılarına, iş adamlarına sahne oldu. İlk üretim 60 metre derinden 175 varildi.

Drake Kuyusu Müzesi’nin öğretmeni Don Weaver’in Titusville Herald gazetesindeki açıklamasına göre, bugün Sopus şirketinin olan kuyu, 1995’te devlet denetiminde müzeye bağlandı. Kuyu, bugün hala günde 40 varil petrol çıkarıyor, Bradford Rafinerisi’ne gönderiyor. "İlk Petrol Kuyusu" bölgesi 1999’da ABD Milli Parklar yönetimine alındı.
Kaynak: Tarih Kulübü

21 Haziran 2012 Perşembe

Medeni Avrupa!!!

Bakalım bugün bize medeniyet dersi vermeye kalkan Batı dünyası, Orta Çağ da ne durumda imiş..
İnsanların çoğu, Haziranda evleniyordu. Çünkü senelik banyolarını Mayıs ayında yapıyorlar, Haziranda hala çok kötü kokmuyorlardı. Ama yine de kokmaya başladıkları için gelinler vücutlarından çıkan kokuyu bastırmak amacıyla ellerinde bir buket çiçek taşıyordu. Banyolar içi sıcak suyla doldurulmuş büyük bir fıçıdan meydana geliyordu. Evin erkeği temiz suyla yıkanma imtiyazına sahipti. Ondan sonra oğulları ve diğer erkekler, daha sonra kadınlar, sonra çocuklar ve en son olarak ta bebekler aynı suda yıkanıyordu. Bu esnada su o kadar kirli hale geliyordu ki içinde gerçekten bir şeyleri kaybetmek mümkündü. İngilizce?deki banyo suyuyla birlikte bebeği de atmayın? (Don't throw The Baby out with The bath water) deyimi buradan gelmektedir.
Evlerin çatıları üst üste yığılmış kamıştan yapılıyor, kamışların altında tahta bulunmuyordu. Burası hayvanların ısınabilecekleri tek yer olduğu için bütün kediler, köpekler ve diğer küçük hayvanlar (fareler, böcekler) çatıda yaşıyordu. Yağmur yağdığı zaman çatı kayganlaşıyor ve bazen hayvanlar kayarak çatıdan aşağı düşüyordu. İngilizce’deki " kedi-köpek yağıyor " (It's raining cats and dogs) deyimi buradan gelmektedir. Yukarıdan evin içine düşen şeyleri engelleyecek hiçbir şey yoktu. Böceklerin ve buna benzer nesnelerin yatakların içine düşmesi büyük bir sıkıntı oluşturuyordu. Etrafında yüksek direkler ve üstünde örtü bulunan İngiliz usulü yataklar buradan gelmektedir.
Zemin topraktı. Sadece zenginlerin zemini topraktan başka bir şeyden yapılmıştı. Toprak kadar fakir (dirt poor) tabiri buradan çıkmıştır. Zenginlerin ahşaptan yapılmış zeminleri vardı. Bunlar kışın ıslandığı zaman kayganlaşıyordu. Bunu önlemek için yere saman (thresh) seriyorlardı. Kış boyunca saman sermeye devam ediliyordu. Bir zaman geliyordu ki kapı açılınca saman dışarıya taşıyordu. Buna mani olmak üzere kapının altına bir tahta parçası konuyordu ki bunun adı thresh hold (saman tutan; Türkçe’si eşik) idi.
Yemek pişirme işlemi her zaman ateşin üzerine asılı durumdaki büyük bir kazanın içinde yapılıyordu. Her gün ateş yakılıyor ve kazana bir şeyler ilave ediliyordu. Çoğu zaman sebze yeniyor, et pek bulunmuyordu. Akşam yahni yenirse artıklar kazanda bırakılıyor, gece boyunca soğuyan yemek ertesi gün tekrar ısıtılarak yenmeye devam ediliyordu. Bazen bu yahni çok uzun süre kazanda kalıyordu. " Bezelye lapası sıcak, bezelye lapası soğuk, kazandaki bezelye lapası dokuz günlük " (peas porridge hot, peas porridge cold, peas porridge in The pot nine days old) tekerlemesinin menşei budur.
Bazen domuz eti buluyorlar o zaman çok seviniyorlardı. Eve ziyaretçi gelirse domuz etlerini asarak onlara gösteriş yapıyorlardı. Birisinin eve domuz eti getirmesi zenginlik işaretiydi. Bu etten küçük bir parça keserek misafirleriyle oturup paylaşıyorlardı. Buna "yağ çiğnemek" (chew The fat) adı veriliyordu.
Parası olanlar kalay-kurşun alaşımından yapılmış tabaklar alabiliyordu. Asidi yüksek olan yiyecekler kurşunu çözerek yemeğe karışmasına sebep oluyor, böylece gıda zehirlenmelerine ve ölüme yol açıyordu. Domatesler buna sık sık sebep olduğu için bunda sonraki yaklaşık 400 yıl boyunca domateslerin zehirli olduğu düşünülmüştü. Çoğu insanın kalay-kurşun alaşımından yapılmış tabakları yoktu. Onun yerine tahta tabaklar kullanıyorlardı. Çoğu zaman bu tabaklar bayat ekmekten yapılıyordu. Ekmekler o kadar bayat ve sertti ki uzun zaman kullanılabiliyordu. Bunlar hiçbir zaman yıkanmadığı için içinde kurtlar ve küfler oluşuyordu. Kurtlu ve küflü tabaklardan yemek yiyen insanların ağızlarında "tabak ağzı" (trench mouth) denen hastalık ortaya çıkıyordu. Ekmek itibara göre bölüşülüyordu. işçiler yanık olan alt kabuğu, aile orta kısmı, misafirler de üst kabuğu alırdı.
Bira ve viski içmek için kurşun kadehler kullanılıyordu. Bu bileşim insanları bazen birkaç gün şuursuz vaziyette tutabiliyordu. Yoldan geçen insanlar bunların öldüğünü sanıp defnetmek için hazırlık yapıyordu. Bunlar birkaç gün süreyle mutfak masasının üstüne yatırılıyor aile etrafına toplanıp yiyip-içerek uyanıp uyanmayacağına bakıyordu. Buna "uyanma" nöbeti deniyordu.
İngiltere eski ve küçük bir yerdi, insanlar ölülerini gömecek yer bulamamaya başlamıştı. Bunun için mezarları kazıp tabutları çıkarıyor, kemikleri bir "kemik evine" götürüyor ve mezarı yeniden kullanıyorlardı.Tabutlar açıldığında her 25 tabutun birinde iç tarafta kazıntı izleri olduğu görüldü. Böylece insanların diri diri gömüldüğü ortaya çıktı. Buna çözüm olarak cesetlerin bileklerine bir ip bağlayıp bu ipi tabuttan dışarıya taşıyarak bir çana bağladılar. Bir kişi bütün gece boyu mezarlıkta oturup zili dinlerdi. Buna mezarlık nöbeti "graveyard shift" denirdi. Bazıları zil sayesinde kurtulur (saved by The bell) bazıları da "ölü zilci" (dead ringer) olurdu.

Gördünüz değil mi? Avrupa’da bunlar yaşanırken İslam dünyasında ise mikroplara karşı aşı geliştiriliyor, dört bir yana çeşme ve hamamlar inşa ediliyordu (1638'de İstanbul'da (Boğaziçi ve uzak semtler dışında) 302 umumi ve 14234 hususi hamam vardı). Bugün Fransa’nın neden kozmetik ve parfüm sanayisinde bir numara olduğunun sebebini hiç düşündünüz mü?

Kaynak: Ömer Faruk Aydemir - GpHaber - 27.Mayıs.2012

8 Haziran 2012 Cuma

Normandiya Çıkarması - 6.Haziran.1944



65 yıl önce Avrupa
Normandiya çıkarmasının da gösterdiği gibi, Avrupa’nın Na
zi işgalinden kurtuluşunda ABD’nin payı büyüktü.

      65 yıl önce 5 Haziran 1944 günü Paul Verlaine’in bir mısraı ile ünlü BBC başta Fransa olmak üzere Avrupa kıtasındaki ülkelerin direnişçilerine mesaj veriyordu; o günlerde verilen sinyallerden biri de Beethoven’in 5. Senfoni’sinin girişiydi. 1943’ten beri Rusya Almanya’yı kendi topraklarında durdurmuş ve batıya doğru itelemeye başlamıştı.

Sovyet ordularına gerekli mühimmat ve silah yardımı yapabilmek için İran işgal edilmişti. Kızıl Ordu ve Sovyetler bu güzergahtan kendi imkânlarının ötesinde donatılınca ilerlemeye ve düşmanı batıya doğru sürüklemeye başladılar. Galiba İngiltere ve ABD çevreleri 1944 Haziran’ında Avrupa kıtasını kurtarma işini Sovyetlere bırakmayı sakıncalı da gördü. İkinci cephede beklenen ani müdahale yapılmalıydı. 

Başkomutan Amerikalı Eisenhower’ın komuta ettiği ağırlıklı Amerikan ve müttefik kuvvetler Normandiya çıkarmasına başladılar. Kayıplar ağırdı ama 24 saat içinde savaşın kaderi belli oldu. Çıkarma tutunmuştu.

Arşivler harap oldu

5 Haziran’daki Normandiya çıkarması; bir yıl evvel Sicilya’dan başlayan Amerikan, İngiliz ve hemen bütün sürgündeki Polonya kuvvetlerinin katıldığı bir operasyondu. Amacı da 1944 Haziran’ında Roma’ya giren askerleri kutlamak ve desteklemekti. Doğrusu 1943’te Sicilya, ardından güney İtalya’ya giriş Monte Cassino’da müthiş bir Nazi Alman direnişiyle karşılaştı. Müttefikler çok kayıp verdi ve bu arada bütün Avrupa, hatta Akdeniz ve Ortadoğu tarihinin en kıymetli yazmalarını barındıran Monte Cassino Manastırı kütüphane ve arşivleri harap oldu. Bu, beşeriyetin kültürü açısından İkinci Cihan Savaşı’nın getirdiği en büyük kayıplardandır.

4 Haziran’da girilen Roma açık şehir ilan edilmişti. Buna müteffikler kadar şehri savunan Almanlar da uydu ve Roma’yı çatışmasız terk etti. Ebedi Roma’nın bu imtiyaz ve talihi, zavallı Varşova için söz konusu olmadı. Almanlar şehri bilinçli bir şekilde yok ederek çekildiler, eğer 1941’de girebilselerdi St. Petersburg’a da aynı şeyi yapacaklarına şüphe yoktu. Nitekim Paris boşaltılırken de Hitler aynı emri verdi. Ama doğrusu Alman komutan ve subaylar bu emre uymadı. Fransızlar Paris’teki işgal kuvvetlerinin komutanlarının bu cesaretlerini unutmadı ve savaştan sonra da onları kutsadı.

Kısacası 1944 yazı Almanya’nın üç cephe arasında sıkıştığı yıldı; gene de Berlin’e giriş bir yılı buldu. Hatta Ruslar diğer müttefiklerden evvel Berlin’e ulaştı. Çok büyük kayıplar vererek şehri aldılar. 7 Mayıs 1945’te mütareke imzalandı.
Savaşın yükünü ABD ile Sovyetler Birliği çekti
Avrupa kurtulmuştu; ABD ordularının payı büyüktü. Avrupa’yı savunan İngiliz ve Fransızlar, doğudan gelen Ruslarla ve güneyden İtalya’dan Nazilere karşı kıtaya ayak basan, bir yıl sonra da Normandiya çıkarmasının da başını çeken Amerikalılarla mukayese bile edilemezlerdi. O günün Amerikan savaşçıları bugünkülerle de pek mukayese edilemiyor. Bu çok önemli bir gelişmedir. 

 Kuzey Afrika’da gerçekten güçlü bir komutan olduğunu ispatlayan Mareşal Erwin von Rommel Normandiya’da bir varlık gösteremedi. Savunma stratejisi düzgün değil miydi? Bu stratejinin uygulamasını kendi dahil kimse görmedi. Hitler’e karşı tertiplenen darbeye uzaktan karıştığı anlaşılıyor. Naziler onu açıkça cezalandıramadı. Normandiya’daki bir yolculukta, faturası müttefik uçaklarına çıkarılan bir saldırıda yok oldu. Acaba saldıranlar Britanya uçakları mıydı? 

 Almanya’ya karşı bu büyük savaşın yükünü önce Sovyetler Birliği, sonra ABD çekti. Amerikalıların teknolojisi ve donanımı üstündü. Askerler de iyi savaştı. Yabancı bir toprakta belirli bir ideal etrafında savaştıkları anlaşılıyordu. Sovyetler Birliği ise üç yıl süren feci bir işgalin acısını çıkararak Avrupa’ya doğru ilerliyordu. Napolyon’a karşı Kutuzov’un uyguladığı taktikler yeniden görüldü. Rusya tarihi ve tebasıyla ikinci bir anavatan muharebesi yapmıştı.

Devirler değişiyor, kavimlerin özelliği de geçen zamanla aşınıyor. Bugünün Avrupa ve Amerika’sı eskisi gibi savaşçı değil ve Avrupa da o zamanki gibi parçalanmış bir kıta değil. Galiba bünyesindeki askeri zayıflıktan dolayı dünyayı askersizleştirmek istiyor. Tabii bilhassa Asya kıtasındaki yapılanmalara bakınca bunun boş bir çaba olduğunu söylemeye gerek yok.

Kaynak: İlber Ortaylı - 6.Haziran.2009 tarihli yazısı

Altı Gün Savaşı: Arap-İsrail Savaşı!

 
Altı Gün Savaşı diğer adlarıyla 1967 Arap-İsrail Savaşı, Üçüncü Arap-İsrail Savaşı, Altı Günün Savaşı veya Haziran Savaşı, 5 Haziran 1967′de İsrail ile Arap komşuları Mısır, Ürdün ve Suriye arasında... başlayan ve 6 gün süren savaşa verilen addır. Arap İttifakı’na Irak, Suudi Arabistan, Sudan, Tunus, Fas ve Cezayir de asker ve silah yardımıyla katılmışlardır.

İkinci savaş Mısır Devlet Başkanı Abdulnasır’ın Temmuz 1956′da Süveyş Kanalı’nı millileştirdiğini açıklaması sonucu doğan bunalım sonrasında başladı. İngiltere ve Fransa Mısır’ın bu kararını tanımadıklarını bildirdiler. Ekim ayında Londra’da toplanan konferanstan da bir sonuç çıkmayınca İngiltere ve Fransa İsrail ile anlaştı ve Ekim ayının sonunda İsrail kuvvetleri Sina Yarımadasına girmeye başladı. Ama A.B.D. ve Sovyetler Birliği’nin baskısı ile ateşkes ilan etmek zorunda kaldı ve kuvvetlerini 6 Kasım’da geri çekmeye başladı. Bu arada İngiliz ve Fransız paraşütçü birlikleri çatışmalar bittikten sonra bölgeye indirildi. Savaş sonucunda Mısır-İsrail sınırına Birleşmiş Milletler Gücü yerleştirildi ve İsrail Akabe Körfezi’ne bir çıkış kazanmış oldu.

1967 yılında Abdulnasır BM Gücünün artık çekilmesini istedi ve İsrail gemilerinin Akabe Körfezi’ne girmesini önlemeye başladı. Daha önce ise İsrail-Suriye sınırında çeşitli çatışmalar oluyordu. İsrail kendisinden daha fazla kuvvete sahip olduğunu anladığı Arap devletlerinin ani bir saldırısını önlemek amacıyla ilk saldırıyı gerçekleştirmeye karar verdi. 5 Haziran’da İsrail Hava Kuvvetleri’nin Mısır Hava Kuvvetleri’nin bulunduğu üslere saldırısı ile başlayan savaş altı gün sürdü ve “Altı Gün Savaşı” olarak anıldı. Bu savaş sonunda İsrail Mısır’dan Gazze Şeridi ve Sina Yarımadası’nı Ürdün’den Şeria Nehrinin batı yakasını ve Suriye’den Golan Tepeleri’ni aldı. İsrail bir süre sonra Sina Yarımadası'ndan çekilip Mısır'a topraklarını geri verse de Suriye, Ürdün'den aldığı toprakları ilhak ettiğini açıklamıştır. Bu sebeple BM kararlarına da uymayan İsrail, bu tavrı ile bölgede hala sürüp gitmekte olan bazı sorunların temelini atmıştır.
 
 

11 Mayıs 2012 Cuma

Tiyatro Tutkunu


Yaşadığı şehirden, bulunduğu ortamdan kısacası yaşantısından sıkılan bir adam, cebindeki az miktar para ile yanına hiçbir şey almadan bulunduğu kenti terk edip daha önce hiç bilmediği bir ülkeye gitmiş. Oraya henüz alışmaya çalışırken birde...n bir ses duymuş. Bir çığırtkan, avazı çıktığı kadar meydanda bağırıyormuş:

- Tiyatro! Gelin! Kaçırmayın! Bu akşam Tiyatro!...

Adam hayatında hiç tiyatroya gitmemiş ve inanılmaz derecede merak etmiş. Biletin nereden alındığını öğrenmiş. Bilet fiyatı cebindeki tüm para kadar olmasına rağmen hiç tereddütsüz bileti almış. Başlamış merakla oyunu izlemeye... Oyun bitmiş, herkes dağılmış ve bizim meraklı öylece kalmış, izlediği muhteşem oyun karşısında. O sırada temizlikçi tarafından salonu boşaltmak için ikaz almış.
Adamsa:
- Bana müdürünüzün yerini söyler misiniz? Onunla bir şey konuşmam gerek... demiş.

Seyrettiği oyunun etkisi ile müdür ile konuşmuş ve ne olursa olsun, ne iş olursa olsun buranın bir parçası olmak için çalışmak istediğini belirtmiş. Müdür çok şanslı olduğunu, şu sıralarda bir temizlikçi aradığını fakat önce onu denemesi gerektiğini ifade etmiş ve denemek üzere aylardır el değmemiş bir kütüphanenin temizliğini uygun bulmuş.

- İşte burayı temizle. Eğer beğenirsem seni işe alırım... demiş ve gitmiş.
Tiyatro aşkının verdiği şevk ile temizlik beklenenden kısa sürede bitmiş. Müdür odayı görmeden adamın samimiyetine inanmamış. Onu diğerleri gibi işi savsaklayan biri sanmış. Fakat odanın temizliğini görünce hayretler içinde kalmış. Aylardır içeriye girilmeyen oda gıcır gıcır oluvermiş. Müdür bu çabuk ve becerikli adamı işe almaya karar vermiş.

- Tamam seni işe alıyorum
- Fakat benim yatacak yerim yok.
- O zaman burada yatarsın ve işe daha erken başlarsın.

İstediği olan tiyatro tutkunu, huzurlu bir şekilde odayı terk ederken müdür.

- Adın neydi senin buraya yazalım.... demiş. Aldığı cevap ise,
- William! william SHAKESPEARE!...

Kaynak: Tarih Kulübü

20 Aralık 2011 Salı

Amerikan Gemisini Zorla İstanbul'a Götürdüler



Amerika, 1796'nın 4 Kasım'ında Trablusgarb'ın, 1797'nin 28 Ağustos'unda da Tunus'un Dayıları ve Beyleri ile anlaşmalar imzaladı. Trablusgarb ile varılan anlaşma uyarınca, Amerika tarafı Trablusgarb beyi Yusuf Paşa ile Paşa'nın divanına Amerikalı esirlerin iade edilmeleri kaerşılığında 40 bin İspanyol doları ödüyor, Trablusgarb'ın ileri gelenlerine altın ve gümüş saatler, elmas yüzükler ve pahalı kumaşlardan yapılmış kaftanlar vermeyi taahhüt ediyordu.

III.Selim'in hükümdarlığı sırasında imzalanan ve Türkçe olan bu anlaşmanın ilginç taraflarından biri de, besmele ilebaşlayan metnin hemen girişinde "Bu belge dünyanın hakimi, dnizlerin ve karaların hükümdarı, kralların efendisi, sultanlar sultanı, imparatorlar imparatoru, Sultan Mustafa Han'ın oğlu Sultan Selim Han'ın dikkatli nazarları altında imzalanmıştır. Allah, O'nun hükmünü daimi kılsın" şeklindeki ifadenin yeralmasıydı ve bu ifadeler, metni Türk tarafının dikte ettirdiğini göstermekte idi.

Amerika, "Garb Ocakları" vergisini 19. asrın ilk çeğreğine kadar ödemeye devam etti. Ama bu mükellefiyetten daha sonra güç kullanarak kurtuldu.

1800 yılının Eylül'ünde Amerikan hükümetine ait George Washington gemisi yıllık vergiyi ödemek üzere Cezayir'e gitti. Dayı, bağlı olduğu Osmanlı padişahına bir jest yapmak istedi.

Geminin kaptanı, William Bainbridge idi. Dayı, geminin, kendi elçilik heyetini İstanbul'a götürmesini istedi. Kaptan ve konsolos buna yetkileri olmadığını anlatmak istedşilerse de başaramadılar. Dayı, ısrarcıydı. Hatta, Amerikalılara talimatını yerine getirene kadar gemideki bayraklarını indirmelerini ve kendi bayrağını çekmesini emretti. Amerikalılar çaresiz kaldılar ve hükümetlerine "İstanbul'a gitmeye mecbur kaldık" dediler.

17 Ekim'de yola çıkan gemi, 11 Kasım'da İstanbul limanına girdi. Elçilik heyeti, padişaha hediye olarak 100 zenci köle, 60 cariye, 4 at, 150 koyun, 25 sığır, 4 arslan, 4 kaplan, 4 antilop, 12 papağan, elmaslar ve para da getirmişlerdi.

Cezayir'li Türk korsanları, 18. yüzyılda ABD'ni haraca bağlamışlardı. Amerika'nın, bu haraçtan kurtulmak için, ülke dışında kurduğu ilk filo 6 gemilik bir Akdeniz Donanması idi. Bu filo Amerikan ticaret gemilerini Türk korsanlardan korumak için kurulmuştu ve Amerikalılar bugün Akdeniz'de dolaşan gemilerine "6. filo" adını vererek bu anıyı hala yaşatıyorlar.

Kaynak: Nezih UZEL (HaberTürk Tarih - 15.Mayıs.2011 - Sayı:51)

11 Aralık 2011 Pazar

ABD'de Köleliğin Kaldırılması



ABD’de kölelik yüzünden çıkan iç savaşın sona ermesinden sonra ABD anayasasına 6 Aralık 1865’te köleliği yasaklayan düzenleme 13. Madde olarak eklendi. Köleliğin kaldırılmak istenmesi ABD’de iç savaşa neden olmuş kölelik karşıtı olarak biline ABD başkanı Abraham Lincoln’de bir suikast neticesinde öldürülmüştü.

Kaynak: Tarih Kulübü




25 Eylül 2011 Pazar

ABD'nin Simgesi Sam Amca Kimdi?


Genellikle uzun beyaz saçlı, fraklı, yelekli ve çizgili pantalonlu, uzun şapkalı bir karikatürle betimlenen ve ABD'nin simgesi haline gelen Sam Amca figürünün nereden kaynaklandığı kesin olarak bilinmemekle birlikte, New York eyaletinin Troy kentinde yaşamış Samuel Wilson adlı bir işadamıyla ilişkilendirilir.
Sam Amca 1767 de New Yorkta doğan ve daha zengin bir et toptancısı olan bir iş adamıdır. Peki nasıl olmuştu da bu iş adamı Amerikanın simgesi olmuştur?

1812 Savaşında Wilson, onu Amerikan ordusunun Levazım müfettişi olarak atadı. Görevi, ordu için toplanan etleri teftiş edip üzerine "EA-US" damgası basmaktı. "EA", tedarikçi Elbert Anderson'u ve "US", alıcı ABD'yi simgeliyordu. Askere alınan bir çok asker, varillerin üzerindeki US'nin anlamı sorulduğunda müfettişin adını gösterdiğini söylüyorlardı: Uncle Sam (espri anlamında Sam Amca)... Bu lakap savaş yıllarında yayıldı ve sonunda ABD hükümeti için kullanılır oldu. Sam Amca 1832 de ABD bayrağındaki yıldızlarla beraber siyasi karikatürlerde boy göstermeye başladı.

... Sam Amca 1854 de öldü...
1870'lerden sonra Sam Amca figürüne son şeklini veren ABD'li ilk çizerin Thomas Nast olduğu sanılır. James Montgomery Flagg'in I. Dünya Savaşı'na asker toplamak amacıyla hazırladığı, altında I Want You (İngilizce: Sizi İstiyorum) yazılı Sam Amca afişleri II. Dünya Savaşı'nda da kullanıldı ve 20. yüzyılın en çok bilinen Sam Amca çizgilerinden biri oldu.

Kaynak: Tarih Kulübü

15 Haziran 2011 Çarşamba

İnsan ve maymun kemiklerini birleştirip bilim dünyasını fena işlettiler


İnsanoğlu, tarih boyunca heyecan yaratıp heyecanı kara dönüştürmek için oldum olası hileye başvurdu, ancak her hile ticari yarar sağlamak için yapılmadı. Mesela, ilim uğruna da kandırmacalar yapıldı ve bunların en önemlisi, Darwin'in evrim teorisinin hararetli münakaşalara sebebiyet verdiği İngiltere'de yaşandı.

Charles Dawson adındaki bir İngiliz, 1912'de Doğu Sussex'teki Piltdown'da bir kafatası fosili bulduğunu duyurdu. Darwinciler, bu iddea ile anti-Darwinciler'e karşı büyük bir koz elde etmişlerdi. Zira bu fosil, Darwin'in öngördüğü gibi maymundan insana geçişin eksik halkasını oluşturuyordu. Tabii bu arada, aşırı milliyetçiliğin işine yarayacak bulgular da su yüzüne çıkmaya başlamıştı.

Herkes Ortaya Döküldü

Almanlar, buldukları neandertal iskeletleriyle böbürlenerek ilk insanın Alman olduğunu söylemeye başladılar. Belçikalılar ve İspanyollar, evrim teorisinin parçası olduklarını göstermek için kemik parçalarını sergilediler. Hollandalılar da 1891'de yarışa katılıp Java Adası'nda buldukları ilkel insan fosillerini ortaya sürdüler.

İngilizler tabii ki geri kalamazlardı... 1912'de bilim dergileri Nature'de küçük bir makale yayımlandı, ardından Piltdown'daki kafatasını bulan amatör bilimadamı Dawson, bulduğu kafatasını British Museum'dan Arthur Smith Woodward'a getirdi. Müze parçaları biraraya getirip buluşun çok büyük ilmi değeri olduğunu duyurdu ve kafatasının çıktığı yerde kazılar başlattı.

Müze yetkililerine göre "Piltdown Adamı"nın Almanlar'ın ve Flamanlar'ın keşfetiği neandertallerden ve Java adamından farkı, kafatasının günümüz insanınkine çok benzemesi ama çene kemiklerinin basıklığıyla maymunlara yakın olmasıydı. Yani, geçiş döneminden bir numuneydi.

British Museum, bulgulaırla böbürlenirken, Fransız ve Amerikalı paleotologlar, kafatasının önemini sorgulamaya başladılar. Ama hiç kimse kafatasının sahte olduğunu iddea etmedi. Dawson 1915'te yeni kemikler bulduğunu müjdeledi, ama 1916'da oğlundan kaptığı bir hastalık yüzünden vefat edince yeni bulgularla ilgili çok fazla bir gelişme kaydedilmedi.

Sahtekar Bulunamadı

Bu arada, Franz Weidernreich gibi bilimadamları kafatasının hileli bir şekilde bir araya getirildiğini ilan ettiler. Ama 1949'a kadar bu muamma çözülemedi. Sorunun cevabı, daha sonra yine British Museum'dan geldi. Kenneth Oakley'nin araştırmalarından çıkan sonuç, çenenin 50 bin yıl önce yaşamış bir maymuna ait olduğu idi.

Kafatası ise, modern bir adama aitti, ama üzerine bazı kimyasal maddeler sürülmüştü. Kısacası, birileri bir maymuna ve insana ait kemikleri birleştirip "20. yüzyılın en önemli antropolojik bulgusu" olarak öne sürmüştü. Hileyi kimin yaptığı bugün hala bilinmiyor. Piltdown kafatası ise yine British Museum'da bulunuyor ve uzun yıllar gururla sergilendikten sonra 1950'lerden bu yana bir kutuda saklanıyor.

Kaynak: Pelin Batu (HaberTürk Tarih - Sayı:21 - 17.Ekim.2010)

18 Mart 2011 Cuma

İspanya’daki 8 Asırlık İslam Hakimiyeti Son Müslüman Hükümdarın Çektiği Bir “Aaah!” İle Son Buldu



Müslümanlar İberya yarımadasında 800 yıl kaldılar. O sırada “Endülüs” adını taşıyan İspanya, sahipleri savaşta Kuzey’e Asturias dağlarına sürülmüşlerdi. 8 asır sonra geri gelerek “Reconquista” adı altında İspanya’yı geri aldılar.

Sarayın Dört Duvarında Yazılı

Fetih sırasında savaştan dönen ordu başşehre giriyordu. Arabaların, atların, alkışların, haykırışların arasında hükümdarın atı tüm ihtişamı ile ilerliyor, çığırından çıkmış halk “Ya muzaffer melik, ya galip hükümdar” diye ortalığı çınlatıyordu. Melik bir an durakladı. Atının dizginlerini çekti, yüzünü göğe çevirdi ve “La Galibe İllallah” dedi. “Allah’tan başka galip yoktur” demek istiyordu. Bu sözü o sırada inşaatı sona ermekte olan büyük sarayın her yanına yazdılar. Üç kelimeden ibaret olan “La Galibe İllallah” cümlesi Elhamra Sarayı’nın duvarlarını çepeçevre kuşatarak sonsuza dek sürecek bir mesaj niteliği kazanıyordu.

Bir zaman sonra Endülüs Müslümanları’nın son şehri Granada da düşüp Elhamra Sarayı, Aragon krallarının eline geçti. Aradan 400 yıl daha geçti. Bir sonbahar günü kültürel etkinlikler ve bir konser için şimdi müze olarak kullanılan Granada Sarayı’na gelen bir Türk kültür grubunun üyeleri “La Galibe İllallah” yazısını okudular.

El Hamra Sarayı Aslanlı Avlu

Gemileri Yaktırdı

Müslümanlar İspanya’da 800 yıl kalmışlardı. Efsane kumandan Tarık bin Ziyad’ın emrinde 4 gemi ve 7 bin mücahitle denizi geçerek 711’de Avrupa’ya ayak basan Arap orduları, burada karşılaştıkları Vizigot Kralı Rodrigez’i, Rio Barbeta savaşında Suriye’den gelen kuvvetlerle yenilgiye uğrattılar. Tarık günümüze de kendi adı ile anılan boğazı geçtikten sonra askerlerin geri dönüş ümidini kırmak için gemileri yaktırmış ve “Ey mücahitler, arkanızda düşman gibi bir deniz, önünüzde deniz gibi bir düşman var, dönüş yoktur ki, iki seçenek vardır, ya ölüm yada zafer” demiş.

8 veya 10 gün süren İberya Yarımadası’nda son ulaştıkları nokta, kuzeybatıda Poitier şehridir. 10 Ekim 732 tarihinde burada Charles Martel komutasındaki Franklar’a yenilen Araplar, Avrupa’da Poitier’den öteye geçemediler ancak 21 yıl içinde ele geçirdikleri İspanya’da 8 asır kaldılar.

Üniversiteleri Etkilediler

O çağda Arap siyasi gücünün merkezi olan Suriye, Abbasi iktidarının eline geçtikten sonra İspanyol toprağında devam eden Emevi saltanatının bu ülkeye parlak bir uygarlık getirdiği görülmektedir. Müslümanlar başta Elhamra Sarayı olmak üzere, Kurtuba Camii, Medinet el Zehra, Saragosa Camii, Almeira ve Malaga kaleleri, Real Manastırı, Alkazar Sarayı, Sevilla Kulesi ve Toleda Çeşmesi gibi eserler inşa ettiler. Latin tarihlerinin gururla andığı İbni Rüşt, Meymunides ve İbni Bace gibi filozoflar burada yetişti. “Tıbb-ı Nebevi” kavramı güneybatı Fransa’daki tıp çevrelerinde ve üniversitelerde etkisini gösterdi. Bu alanda bugün dahi izleri görülen bir “İslami tıp” ekolü doğdu.

Kurtuca Camii tavanı

Kitaplarla Tartıştılar

Endülüs felsefesi çok ileri bir noktadaydı. Latinlerin “Avveroes” adını taktıkları 1126 doğumlu İbni Rüşt, bu alanda önde geliyordu. Felsefe tarihçileri dünyanın, yaratılış ve yaşamın sırlarını çözme yolunda pek ileri noktalara varan İbni Rüşt’ün, Fransız Rene Descartes’i etkilediğini yazarlar.

İslam düşüncesinin ünlü ismi İmamı Gazali, 9. yüzyılda İbni Rüşt’e karşı çıkmıştı. Bağdat’ta yazdığı “Tehafütü’l-felasife” isimli kitabı ile İbni Rüşt’ü eleştiren Gazali “felsefenin İslam’da yeri olmadığını” ileri sürüyordu. İbni Rüşt buna başka bir kitap ile karşılık verdi. Tartışma o devirde İslam dünyasını ikiye ayırdı. Gazali, “kainatın sırlarını çözmek için insanın akıl ve mantık yerine ‘tahassüsat’gücünü kullanması gerektiğini ileri sürüyordu. Tahassüsat, göksel mesajlar ve kalbe dolan sezgi gücüydü.

Bazı bilim adamları İbni Rüşt’e bazıları Gazali’ye hak verdiler. Tartışma uzun yıllar sürdü. Sonraki dönemde Endülüs tesirindeki Fransız filozoflar da tartışmaya katıldılar.

Endülüs’ün Acıbademi

Endülüs uygarlığı, temelde maddi bir uygarlıktı. Bir dine dayalı ancak daha çok dünyaya dönüktü. Teknolojide çağına göre başarılıydı. İspanya’da inşa ettikleri su kanalları asırlarca bölgelerin su ihtiyacını karşılamıştı. Endüstri ileriydi, özellikle de tekstilde büyük aşamalar kaydedilmişti. Yaşam biçimleri farklıydı. Mutfakları renkliydi. Arabistan’dan çıkma mutfak gelenekleri batıda büyük zenginlik kazanmıştı. Bugün her şekerci dükkanında bulunan acıbadem kurabiyesi, Endülüs icadıydı. Gitar da Granada’da ortaya çıkmıştı. Endülüs müziğinde Arap etkisi vardı. Granada’da bir kadınlar korosu çok meşhur olmuştu.

Endülüs Emevi uygarlığı, 1492’de son buldu. Kral Ferdinand ve Kraliçe İsabella, İspanya’da Müslümanların elinde kalan Granada’ya bir sefer düzenlediler ve 1492’de Granada teslim oldu.

Kurtuca Camii içinden bir kesit


İşkenceden Geçirdiler

Teslim şartlarını görüşmek için bir komisyon toplanmıştı. Halkın görüşmelerden haberi yoktu. Herkes olağan bir barış antlaşması konuşuluyor zannediyordu. 15 gün sonra bir sabah Kardinal Jimenez, Elhamra Sarayı’nın üzerine haçı diktiğinde gerçeği öğrendiler. İspanya elden gitmişti. Bir anda Granada sokakları protesto gösterilerine sahne oldu, insanlar aldatıldıklarını anlayarak çileden çıktılar. Halkın öfkesi günlerce sürdü, fakat sonuç alamadılar. Artık İspanyolların elinde esir olmuşlardı. Bir süre sonra Katolik olmaya zorlanacaklar, olmayanlar engizisyonda geçen büyük işkencelere uğrayacaklardı.

1492 yılından sonra İspanya topraklarında Müslüman olmak veya Müslüman gibi düşünmek, büyük bir suçtu ve cezası ağırdı. Müslümanlar İberya’yı terk etmek zorunda kaldılar ve Museviler de artık İspanya’dan ayrıldılar.

Hükümdarın Çıktığı Tepeye “Arab’ın Son Ahı” Adını Verdiler

1492’deki yenilgiden sonra İspanya’dan kaçmak üzere sahillere yığılan Müslümanlar, o sırada daha devlet hizmetine girmemiş olan Türk denizcisi Barbaros Hayrettin tarafından ücretsiz olarak Kuzey Afrika’ya taşınmıştı. Müslümanlarla birlikte İberya’dan çıkarılan Yahudiler de Osmanlı toprağına taşındılar. Sultan II. Bayezid, Yahudileri Selanik’e yerleştirdi.

Müslümanların son kalesi olan Granada düştükten sonra Elhamra Sarayı da İspanyolların eline geçmişti. Sarayın son sahibi olan Nasıri hükümdarı 12. Muhammed, bir sabah ailesi ve yakınları ile sarayı terk etti. Uzaklaştılar ve bir tepenin üzerine çıktılar. 12. Muhammed geri dönerek terk ettiği sarayına son bir defa daha baktı ve derin bir “Aaah!” çekti. Bu tepe daha sonra “Ultimo suppiro del Moro” yani, “Arab’ın son ah tepesi” adını aldı ve bugün de aynı isimle anılıyor.

Hükümdar, sarayından ayrılırken ağlıyordu. Yanında bulunan annesinin “Vaktiyle erkek gibi koruyamadığın ülken elinden giderken kadınlar gibi ağlıyorsun” demesi de tarihlere geçti.

Nezih Uzel (HaberTürk Tarih – Sayı:42 – 13.03.2011)


11 Ocak 2011 Salı

Kristof Kolomb'un Kılavuzu - Amerika'nın Keşfi Müslüman Bir Denizciye Aitti



Artık şunu kesinlikle biliyorum ki; Ülkemizin en önemli sorunu ekonomi değildir, terör de değildir… BİLİNÇSİZLİKTİR!

Sosyal refahın, siyasi istikrarın, ekonomik kalkınmanın ve kültürel gelişmenin temelinde eğitim yatar. Eğitimsiz bir toplumda cehalet, yoksulluk ve anarşinin olması kaçınılmazdır. Şükürler olsun ülkemizde okuma yazma oranı %95 civarlarındadır. Ama okur yazar olmak vatandaşlarımızın her gün araştırıp okuduğunu ve yeterli bir eğitimden geçtiğini mi ifade ediyor? En önemlisi de okuyanların ne okuduğu ve okuyanlara neler öğretildiğidir!

İşte, tarihten bir örnek:

Kristof Kolomb’un kendi el yazısı ile yazılmış, Amerika seyahat notları Paris’te “Bibliotheque Nationale” de, yani Fransız Milli Kütüphanesi’nde muhafaza edilmektedir.

Fransız amirallerden Dr. Charcot, 1928 yılında yayınladığı “Colomb Vu Par Un Marin-Bir denizci tarafından K.Kolomb hakkında görüşler” isimli eserinde, Kolomb’un kitabından şu cümleyi naklediyor:

“Rodrigo sıradan bir tayfa değildi. Osmanlı deniz kuvvetlerine mensuptu. Dinini gizlemek zorundaydı. Onun Müslüman olduğunu benden başka bilen yoktu… Geceleri pek az uyur, devamlı harita üzerinde çalışır ve hesaplar yapardı. Bu haritaların ve tuttuğu notların birer kopyasını çıkardım… Keşfin şerefini bir Müslüman’a kaptırmamak için açıklamadım…”

Dr. Charcot, Kolomb’un bu itirafını kendisi şöyle değerlendiriyor ve bütün dünyanın dikkatine arz ediyor:

“Amerika’nın keşfi şerefi Kolomb’a değil, Müslüman Denizcilere aittir!”

“Rodrigo” adı, Batı tarihlerinde öteden beri “Kolomb’un sağ kolu ve harita uzmanı” diye bilinmekte idi. Fakat Osmanlı Deniz Subayı olduğu ancak 1928 de yukarıda zikredilen yayın ile duyurulmuş oldu.(1)

1929 yılında Milli Müzeler Müdürü Halil Edhem Eldem, Topkapı Sarayı arşivlerinde Piri Reis’in haritasını buldu. Atatürk’ün özel ilgi ve emirleri doğrultusunda haritanın basımları yapıldı. Dünya bilim çevrelerine tanıtıldı ve tartışıldı…

Piri Reis haritasının önemi Amerika’nın doğu kıyılarını, Kolomb’un ayak bastığı toprakları göstermesi ve Piri Reis’in haritanın kenarına düştüğü notlardır. Bu haritanın kenar notlarında (Piri Reis’in el yazısı ile) “Rodrigo” adı aynen geçmekte ve O’nun büyük denizcimiz Kemal Reis’in “Baş Tayfası” olduğu belirtilmektedir.

” Bunu Kemal Reis’in biraderzadesi diye meşhur, Hacı Mehmet’in oğlu fakir Piri 919 (1513) Muharremülharamında Gelibolu şehrinde yazdı, Allah ikisini de affetsin.”

Piri Reis, Kemal Reis’in yeğeni olup küçük yaştan itibaren denizlere açıldığı için Rodrigo’yu tanımaktadır…

Kristof Kolomb’un bu itirafını, neden okullarımızda öğrencilerimize öğretmezler ki? İspanya’ya karşı ayıp mı olacak?

1490’lı yıllarda İspanya’da Müslüman ve kütüphane katliamı yaşanıyordu… Museviler bile Osmanlı’ya sığınmıştı… İspanyollar, bir medeniyeti yok etmiştir. Şimdi de “Medeniyetler İttifakı” adı altında “insan hakları, demokrasi, kardeşlik” dersi vermeye çalışıyorlar!

Müslüman düşmanı İspanya adına denize açılan Kolomb’un haritacısı ve kılavuzu Rodrigo, Müslüman Türk kimliğini gizlemek zorunda kalmıştı!

Sanki bir güç, gerçek bilgilere ulaşmamızı istemiyor. Sadece kendilerinin sunduğu bilgilerle yetinmemiz gerektiği öğretiliyor…

Okumayan, araştırmayan, sorgulamayan, yorumlamayan ve yazmayanlar kendilerine sunulanlara biat ederek, gizli kölelik yaptıklarının farkına varmadan yaşadıklarını sanırlar.

YILMAZ KARAHAN

(1) Zafer İlim Araştırma Dergisi- Haziran 1990, Sayı: 162

...alıntıdır...
 

12 Aralık 2010 Pazar

Medyanın Kaynağı Matbaanın Keşfi



Müteharrik (-hareketli, değişebilir) harfleri dizerek makine ile kitap basmanın icadı şerefi, Almanya'nın Mayens şehrinde doğmuş olan Johann Gutenberg'e nasip olmuştur, derler.

Oysa, Uygur Türkleri tarafından daha önce aynı yöntemle, ağaç kalıpları kazınarak yapılmış Kuran-ı Kerim baskısı bugün müzede bulunmaktadır. Kaldı ki, bu icadın tarihini eski Çinlilere kadar vardıran vardır, fakat baskının şekli bilinmemektedir. Nitekim, Gutenberg'ten evvel Avrupa'da bir sayfalık yazı bir tahtaya kazılıp onu basmak suretiyle bir nevi tabı usulü bulunmuşsa da ayrı ayrı harfler yaparak bunları bir araya getirmek suretiyle makine ile baskı usulü, yani bugünkü matbaacılığın iptidai şekli bu zatın eseridir. Gutenberg'in doğum tarihi 1400 tahmin olunuyor. Ailevi mecburiyet dolayısıyla Strazburg'a hicret etmişti. Onun matbaayı icadı tarihi 1440'tır ve Mayens'e avdetle bir sermayedarla birleşerek ilk matbaayı kuruş tarihi 1448'dir. İşin karlı olduğu anlaşılınca ortağı onu bertaraf etmiş, fakat o gene bu işe devam etmiştir. Gutenberg 1468'de vefatına kadar bin türlü zorluklar içinde maddi bir istifade temin edememiştir.

Matbaanın icadı, Batı uygarlığının yayılmasında en büyük amil olmuş ve bu medeniyet vasıtası daima birinci rolü muhafaza etmiştir. Bu itibarla dünya saadet ve refahının velinimeti olan matbaa, bu medeniyetin yayılmasındaki sürate vasıta olmak ve dünyayı az zamanda refaha nail etmek suretiyle insanlık aleminin minnetini kazanmıştır. Matbaa, beşeriyetin büyük nimetidir, bugün ve yarın onsuz bir medeniyet tasavvur edilemez. Dün, bugün ve yarın bu icadın minnettarıdır, daima da minnettar kalacaktır.

Gutenberg'i, matbaasının bastığı ilk provaları tetkik ederken gösteren tablo bir Alman ressamınındır.


Kaynak: Muhittin Nalbantoğlu - Tarihin Işığında - Yeniçağ

6 Aralık 2010 Pazartesi

Gladyatör Sadece Erkek Olmaz Kadınlar da Arenaya Çıkıp Dövüşürlerdi

Roma’daki meşhut Colosseum, 50 bin kişiyi alan devasa hacmiyle çağının en büyük amfitiyatrosu idi. Ama orada tiyatro temaşa edilmez, kanlı gladyatör dövüşlerinden vahşi hayvan avı ve idamlara varıncaya kadar, o çağda eğlence sayılan her türlü barbarlık sergilenirdi. Küçük bir şehir iken koca bir imparatorluğa dönüşen Roma’nın ihtişamını göstermek için İmparator Vespasian döneminde yapımına başlanan Colosseum, MS 80 yılında Vespasian’ın oğlu Titus tarafından tamamlanmıştı.

Gladyatör arenanın kum zemininde aslan ve kaplanlar ile çarpışırken, bu mücadeleden ölüsü çıkcakların yerini alacak diğer kurban namzetleri aşağıda, yani “hypogeum”daki labirentlerde sıralarını beklerdi.

40 Senedir Kapalıydı

Roma’daki en muhteşem imparatorluk eseri olan Colosseum’un altında, dövüşçülerle vahşi hayvanların kapatıldığı, zindan, mağara, dev kafesler ve tünellerden oluşan muazzam galeri geçenlerde ilk kez kamu oyuna açıldı. Ayrıca amfitiyatronun 1970’lerden beri kapalı olan üst basamaklarına da yeniden çıkılabilecek. İç duvarlarda meydana gelen kopmalar tehlike arzettiği için kapatılan tepe tribünlerin restorasyonu tamamlandı. Eskiden olduğu gibi Roma Forumu manzarası da o mahalden seyredilebilecek.

Ancak Colosseum’da esas merak edilen, arenada can verecek kölelerin hayatlarının son demlerini geçirdikleri yer altı alemi idi. “Hypogeum”daki tüneller, Titus’un kardeşi İmparator Domitian tarafından yapıya sonradan eklenmişti. En akla gelmeyecek zalim ve barbarca eğlenceler icat etmekte Domitian’ın üstüne yoktu. Colosseum’a ilave ettirdiği alt tünellere, uzak diyarlardan getirttiği filleri, leoparları, panter ve ayıları doldurmuştu. Bu hayvanlar palanga sistemiyle yukarı çekilir, arenaya salıverilirdi.

Aslan ve kaplanlara ilave olarak getirilen hayvanların yanı sıra, Domitian’ın başka “dahiyane” buluşları da vardı. Mesela mutemadiyen erkek dövüşü seyretmekten bıktığı için kadın gladyatörlerin karşısına cüceleri çıkararak yeni bir eğlence icat etmek de onun fikri idi. Roma’daki tarihçi Cassius şöyle yazmıştı: “Domitian dövüşleri geceleri de devam ettirtirdi. Meşaleler altında başı miğfersiz, bağırları açık kadınları arenaya çıkartıp önlerine cüceleri atardı.”

Halkın Heyecanı

Anlaşıldığı kadarıyla Domitian gün boyu süren oyunların esas eğlenceli kısmını geceye saklıyordu. Göğsü üryan kadınların arenaya çıkarılmasındaki gaye sadece cinsel seyir değildi, bu gösteriler günün en önemli numaraları arasında sayılıyordu. Bu tür iç gıcıklayıcı numaraların Roma halkını heyecanlandıracağını bilen Domitian, böylelikle halk nezdindeki güç ve iktidarını pekiştiriyordu.

Romalılar sürekli yeni heyecanların peşinde olduğu için sadece Colosseum’da değil, imparatorluğun dört bir bucağında kadın gladyatörler dövüştürülürdü. Bunların çoğu savaş esirleri ile köleler arasından devşirilirdi, ancak Romalı kadınların da arenaya çıktığına dair kayıtlar mevcuttur.

Cassius, Tacitus, Petronius gibi tarihçiler, kroniklerinde kadın gladyatörlerden bahsetmişlerdir. Tarihçi Cassius’un yazdığına göre Neron, annesi şerefine kadın gladyatörler arasında turnuvalar tertip ederdi. Birkaç arenada birden aynı zamanda yapılan bu turnuvalar günlerce sürer, yüksek tabak mensubu kadın ve erkeklerin de müsabakalara katılarak araba sürmesi, av eğlencelerinde vahşi hayvanları öldürmesi ve hatta gladyatör dövüşleri yapması birer rezalet sayılır idi.

Aralarında senatör eşlerinin de bulunduğu kadınların bir kısmı zorla dövüştürülürdü. Zavallıların hayta kalmak için verdiği mücadele şüphesiz Neron’u pek eğlendiriyordu. Cassius ile Tacitus’un yazdığına göre Neron o kadar zalimdi ki, şerefine turnuvalar düzenlediği annesi Agrippina’yı da, karısı Octavia’yı boşamasına engel olacak diye öldürtmüştü. Aynı tarihçilere göre Neron, Octavia’yı boşadıktan sonra evlendiği Poppaea’yı da ikinci çocuğuna hamileyken bizzat tekmeleyerek katletmişti.

Düşükten Mi Öldü?

Cassius ve Tacitus’un şahit olmadıkları bu cinayetleri naklederken hakikate ne kadar sadık kaldıkları tam bilinmiyor. Modern tarihçilere göre Neron’a besledikleri kinden ötürü, özellikle Poppaea’nın ölümünü Neron’un üzerine yıkmış olmaları, kadının aslında düşük yüzünden can vermiş olması pek muhtemel.

Diyelim ki, Neron kadınları zorla dövüştürüp bundan da zevk alıyordu. Peki kendi iradeleriyle gladyatör olup arenaya çıkan varlıklı Romalı kadınların amacı neydi?.. Para için olamazdı, çünkü zaten zengindiler. Tacitus’un “Kendilerini rezil eden sefihler” diye tanımladığı bu kadınlar bir ihtimal heyecan ve macera arıyorlardı, çevrelerine korku salmak için de kötü şöhret peşindeydiler. Bununla birlikte vasileri olan erkeklerin iznini de almış olmaları gerekiyordu. Zengin baba ve kocaların nasıl olup da izin verdiği meçhul.

Dövüşler Yasaklanıyor

Zamanla Romalı kadınların arenaya çıkması tahammül edilmez bir hal aldı ve kadın gladyatörlerin sayısını sınırlayan ve hatta yer yer yasaklayan kararnameler çıkmaya başladı. MS 19. yüzyılda İmparator Augustus, 20 yaş altı senatör kızları ve torunlarının hem arenaya hem de sahneye çıkmasını yasakladı. 200 yıl kadar sonra da Septimus Severus döneminde köleler dışındaki bitin hür doğmuş kadınlar gladyatörlükten men edildi. Anacak bu kararnamenin hayata geçirilmesi bir hayli zaman aldı ve nihayet İmparator Honorius 399 yılında gladyatör dövüşlerini tamamen yasakladı. Bilinen son turnuva 1 Ocak 404’te yapıldı.

Hayatta kalmayı başaran kadın gladyatörlerin nasıl bir hayat sürdürdüğüne dair kesin bir bilgi mevcut değildir. Arenada aynı erkekler gibi dövüştüklerine göre, arena dışındaki hayatları da erkeklerden çok farklı olmasa gerek. Roma’da gladyatörlerin çoğu köle idi, ancak aralarında gönüllüler de vardı ki, onlar da köleler gibi aynı gladyatör yeminini ederdi: Uri, uinciri, uerberari, ferroque, necari. Yani ateşle yanmayı, zincire vurulmayı, kırbaçlanmayı ve demirle öldürülmeyi kabul ederek, hür iradelerini efendilerine teslim ederlerdi.

Gönüllü yemin edenler bunu ya geçim ya da şöhrete kavuşmak için yaparlardı. Ne kadar şevk ve ihtirasla dövüşürlerse o kadar çok kazanırlardı. Hatta kölelere de sahiplerinden bir miktar pay düştüğü olurdu. Mesela eski gladyatörleri yeniden arenaya getirmenin bedeli çok yüksekti. Bir seferinde Tiberius, azad edilmiş bir gladyatörü arenaya çıkarmak için bin altın saymıştı.

Yıldız Ama Avam

Spartaküs’ün MÖ 73 yılındaki isyanından sonra gladyatörlere tahta silahlarla eğitim verilmeye başlanmıştı. Kesici ve delici aletler verilmesi pek akıl karı bir iş değildi. Yaygın inancın aksine gladyatör dövüşlerinde fazla ölen olmazdı, çünkü dirileri ölülerinden daha fazla para getirirdi.

Tacitus’a göre kadınların dövüşmesinin nedeni para değil, heyecan, macera ve azılı dövüşçüler olarak şöhret arayışı idi. Ancak gladyatörlerin elde ettiği şöhret ve saygınlığın çelişkili yönleri de vardı. İster kadın isterse erkek olsun, gladyatörler o dönemin yıldızları olmakla birlikte, toplumun en düşük katmanından sayılırlardı. Bu nedenle, soylu bir kadının arenaya çıkıp, kendisini bayağı duruma düşürmesi anlaşılır gibi değildi. Bazı gladyatör kızları da babalarından ders alarak bu mesleği seçerdi.

Romalı tarihçilerin yazdıkları dışında, kadın gladyatörlerin varlığına dair deliller de mevcuttur. Bunlardan en önemlisi Halikarnas’ta bulunan bir rölyeftir. Şimdi British Museum’da olan bu rölyefte, isimlerinden de anlaşılacağı üzere, kadın oldukları şüphe götürmeyen “Achilla” ve “Amazon” adlı iki kadının dövüşü tasvir edilmektedir. “Achilla” ve “Amazon” büyük ihtimalle kadınların gerçek isimleri değildi ama, iki kadın savaşçı için pek münasip lakaplar olduğu da kesin.

MS 1. ve ya 2. yüzyıla ait olduğu tahmin edilen bu rölyef, kadınların cenk etmesine hayli önem atfedildiğini göstermiştir. Bir sanat eserinde ebedileştirilecek kadar ciddiye alınan bu kadınların kıyafet ve teçhizatları, erkek gladyatörlerinki ile hemen hemen aynıydı. Ancak erkekler ile aralarında önemli farklar da mevcuttu. Mesela başlarında miğfer, üzerlerinde tunik yoktu. Başları açıktı, birer peştamala sarınmışlardı. Kollarında koruyucu kollukları ellerinde kılıç ve kalkanları vardı.

Miğfersiz Kadınlar

Kadınların miğferli olmaması önemli bir teferruattır. Bilindiği kadarıyla bütün gladyatörler miğfer takardı ve hafif zırhla donandıklarından hareket kabiliyetleri de yüksek olurdu. Ancak Halikarnas rölyefindeki kadınların daha ağır teöhizatlı oldukları görülmektedir. Başlarının açık olması ise muhtemelen, cinsiyetlerinin belli olması içindi. Herhalde İmparator Domitian da, kadınların yüzlerini iyice seçebilmel için başlarına miğfer geçirtmiyordu.

Kadınların gerçekten gladyatör olarak arenaya çıktığını gösteren iki delil daha var. Bunlardan biri Roma yakınlarındaki Ostia limanında bulunan bir yazıt. Diğeri de İngiltere’de, Leicester’da çıkarılan bir toprak kap üzerine kazınmış yazı. Ostia’daki yazıtta, “şehir kurulduğundan beri kadınları dövüştüren ilk kişi Hostilianus oldu” sözü yer alıyor. MS 3. yüzyıldan kaldığı tahmin edilen yazıt, Septimus Severus’un kadınları arenaya çıkmaktan men ettiği 200 yılında bu dövüşlerin sona ermediğini gösteriyor. Ayrıca kadınlardan “hanımefendi” diye söz edilmemesi de, dövüşlerin meşru müsabakalar olmadığına delil teşkil ediyor. Leicester’de bulunan toprak kap üzerinde ise “Gladyatörler Verecunda ve Lucius” kelimeleri yer alıyor. Yazının ne amaçla kazındığı bilinmiyor ama, Verecunda’nın kadın olduğunda şüphe yok.

Ve son delil. Bundan 10 yıl kadar önce Londra yakınlarında yapılan arkeolojik kazıda bir gladyatör mezarı bulundu. Daha önce de Almanya’nın Trier kentindeki bir kazıda gladyatör mezarı ortaya çıkartılmıştı. Ancak Londra’daki keşfi önemli kılan, mezardaki yanmış kalıntıların bir kadına ait olması idi.

Arkeologlar, Roma döneminden kalma mezardaki birkaç ipucundan yola çıkarak kadının gladyatör olduğuna hükmetmişlerdi. Bir kere mezardaki toprak kandiller üzerinde, gladyatör desenlerinin yanı sıra Mısır’ın çakal başlı tanrısı Anubis’in tasviri vardı ki, Anubis’in Roma’daki karşılığı olan Merkür, ölen gladyatörlere öbür dünyaya yolculuğunda reberlik ederdi. Merkür kılığındaki köleler gladyatörlerin cesetlerini arenadan taşırdı. Mezarda bulunan yanmış çam kozalakları da gladyatörlükle yakından ilgili idi. Arenalardaki ağır kokuyu bastırmak için tütsü niyetine çam kozalakları yakılırdı.

Mezarda ayrıca, gösterişli bir cenaze töreni yapıldığına dair işaretler mevcut idi. İncir, hurma, badem kalıntıları ile tavuk kemikleri, altın zerreleri ve cam parçaları, ölen kadının isimsiz bir şahsiyet olmadığını gösteriyordu. Ancak kadının mezarı, kabristanı çevreleyen duvarın dışındaydı. Yani şöhretli, varlıklı, fakat toplumdan dışlanmış birisiydi.

Alelade Cenaze

Oraya gömülen kadın “itibar gören, fakat saygıdeğer olmayan” biriydi. Böyle bir kadın da olsa olsa gladyatör olabilirdi.

İngiliz arkeologların bu ideası büyük tartışma yarattı. Akademik dünyadan, bu mantık zincirini makul bulan tek bir uzman çıkmadı. Harward Üniversitesi’nden Roma uzmanı Kathleen Coleman’a göre Roma döneminde Londra civarında gladyatör desenli kandiller pek moda idi. Gladyatörlere şatafatlı cenaze törenleri düzenlendiğine dair hiçbir kanır yoktu. Bir başka tarihçiye göre de mezarda bulunan deliller, müteveffanın mesleğini değil mensup olduğu inancı gösteriyordu. Anubis tasvirli kandiller ve çam kozalakları, olsa olsa kadının İsis’in müridi olduğunu gösterirdi, o kadr.

Ayşe Özek

Kaynak: HaberTürk Tarih (24.10.2010 - Sayı:22)

Papa’nın Karabahtlı Gayrımeşru Kızı Lucrezia Borgia!



Papalık tarihinin gelmiş geçmiş en sivri isimlerinden olan Altıncı Alexander, papalığa hiç de uyuşmayan bir hayat sürmüştü.

Sayısız metresleriyle ünlü olan Alexander’ın Vanozza dei Catanei’den olan gayrımeşru çocuklarına metresi Givlia Farnese üvey annelik etmişti. Alexander, Givlia’nın 15 yaşındaki erkek kardeşini de kardinal yapmıştı. Kilisenin menfaatinden çok kendi ailesinin refahını düşünmesi, onu daha da göze batar bir duruma düşürmüştü.

Ailesinin adını lekeleyen söylentiler ilk önce Yahudiler’den alınan rüşvetlerle başladı. Zengin kardinallerin paralarına konmak için onlara “Cantarella”, yani yavaş yavaş ölmelerini sağlayan bir zehir verilmesi, Agahta Christie’nin romanlarına bile konu olmuştu.

26 Sayfa Kaldı

Altıncı Alexander’ın 1480’de dünyaya gelen kızı Lucrezia ile ensest ilişkisi iftira neticesinde ayyuka çıkmıştı. Dedikoduların kaynağı olarak, iddianın Altıncı Alexander’ın başmabeyncisi Alman Johann Burchard’ın “Diarium” adındaki günlüğünde gösterilir. Ancak, bu günlüğün orijinal yazmasından elimize sadece 26 sayfa ulaşmıştır ve bunlar sadece Alexander’ın ölümü ile ilgili bahislerdir.

Alexander’ın sayısız düşmanı olduğu gibi, “İspanyol Papa” olmak gibi de bir talihsizliği vardı. Oğlu Cesara ve kızı Lucrezia Borgia ise babalarının gücünden ve ayrıcalığından yararlanan ama fevkalade yetişmiş iki kardeşti.

Cesare bir aralar babasının adına yaptığı seferde Leonardo da Vinci’nin mühendisliğinden faydalanmıştı. Lucrezia, İspanyolca, İtalyanca ve Fransızca konuşur, biraz Latince ve Yunanca bilirdi. Cesare askerlik alanında babasının gözü kulağı, Lucrezia ise yumuşak yapısıyla ve dil kabiliyetiyle Vatikan’da babasının özel sekreterliği ile meşguldü.

Alexander, 13 yaşındaki kızı Lucrezia’ya devlete ve millete hayırlı olacak bir koca bulmak zorundaydı ve damatlığa 26 yaşındaki Pejaro Lordu Giovanni Jforza’yı uygun buldu. Kızı için Vatikan’a yakın bir saray ayarladı, ancak damat bir süre sonra Lucrezia’yı Pejaro şehrine götürdü. Roma’dan ayrılıp taşraya gitmek Lucrezia için dayanılmaz bir hal oldu, bıçak kemiğe dayanınca kocasını bırakarak Roma’ya tek başına döndü, kendisini bir manastıra kapattı ve babasından evliliğinin iptalini rica etti.

Terk edilen koca durumuna düşen Giovanni bunu gururuna yediremeyip baba-kız arasında ensest ilişki olduğu dedikodusunu yaydı. Ancak meselenin aslını bilenler, Giovanni’nin iktidarsız olmasından dolayı mutlu bir evlilik yapamadığının ve gerçekleri değiştirdiğinin farkındaydılar.

Evlilik 1497’de bitti ve kızın çeyizi olan 31 bin Duka altını Lucrezia’ya iade edildi. Papa alexander, biricik kızının kocasız kalmasına izin veremezdi ve hemen siyasi bir eş arayışına girişti. Ve, aradığı bağlantıyı hemen buldu: Napoli Krallığı ile ilişkileri düzeltmek için kralın gayrımeşru oğlunun damadı olmasına karar verdi.

Ağabeyi Kocayı Öldürdü

Lucrezia, Vatikan’da bu defa kendisinden bir yaş küçük ve kendisi gibi gayrımeşru olan Alfonso ile evlendi, üstelik kocasına aşık oldu ama gelin ile damadın arasına bu sefer gelinin Fransa taraftarı olan ağabeyi Cesare Borgia girdi. Napoli Krallığı ile Fransa arasındaki savaş yüzünden enişte ile kayınbirader birbirlerine girdiler, Lucrezia’nın kocası 15 Temmuz 1500’de ağabeyi tarafından öldürüldü ve zavallı kadın, küçük oğlu ile dul kaldı.

Nepi’de inzivaya çekilen Lucrezia, zamanını “Perişan prenses” diye imzaladığı mektuplar yazıp Alfonso’nun ruhu için ayinler tertip ederek geçiriyordu. Lucrezia’nın, kocasını katleden ağabeyini affedip etmediği ise hala bilinmiyor.

1500 yılının Kasım ayında, bu defa yeni bir damat adayı bulundu: Ferrara Dükü’nün oğlu Alfonso… Lucrezia’nın babası olan Papa Alexander ile kardeşi Cesare bu evliliğin gerçekleşmesi için tüm imkanlarını kullandılar. Alexander, Ferrara Dükü’nün papalığa ödemesi gereken meblağdan bile feragat edip, kızının çeyizini kendi parasıyla yaptı.

Düğün hazırlıkları, 1501 Noel’inde başladı. Lucrezia, Avrupa’nın en varlıklı ve en şöhretli ailesinin gelin adayı olarak 200 şövalyenin eşliğinde sayısuz müzisyen ve beş piskoposla beraber Roma’dan ferrara’ye hareket etti. Çeyizi 150 katırla taşınabilmil, gelinliği 15 bin duka altınına, tacı da gelinliğinin yarı fiyatına malolmuştu.

Alexander, kızıyla kolay kolay vedalaşamadı. Bir daha göremeyeceğini hissettiği kızının tören alayına gizlice gidip Lucrezia’yı uzaktan son defa seyretti.

Lucrezia ile Alfonso’nun dördü erkek, biri kız beş çocukları oldu. Hakkında çıkarılan onca dedikodu, iftira ve çamur atma kampanyalarından başı dik bir şekilde sıyrıldı Lucrezia, Ferrara’da saygın bir hayat sürdü ve yedinci çocuğunun doğumundan sonra 39 yaşında hayata gözlerini yumdu.

Nefise Germiyanoğlu

Kaynak: HaberTürk Tarih (24.10.2010 - Sayı:22)